31 Aralık 2009 Perşembe

Türk Dış Politikası'nda Önemli Meselelerle 2009 Yılı



2009 yılının Türkiye dış politikası açısından bir değerlendirmesini yaparken 1 Mayıs 2009'a kadar olan dönem ile bu tarihten öncesini ayrı ayrı ele almak gerekir. 1 Mayıs 2009 tarihinde AKP hükümetinin kabine revizyonunda Dışişleri Bakanlığı makamına Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun gelmesi ile birlikte üst düzey yetkililerden de duyulduğu üzere dışişleri bakanlığı mensuplarının mesaisi neredeyse iki katına çıkmıştır. Daha önceki dönemde de Başbakan Erdoğan'ın dış politika baş danışmanı görevini yürüten Davutoğlu, bakanlık makamına gelmesiyle birlikte Türkiye'nin dış politika gelişmelerini takip edilemeyecek kadar yoğun bir ivmeye yükseltti. Ahmet Davutoğlu'nun göreve gelmesinin bir başka öneminin de Türkiye'nin Ortadoğu politikalarındaki gelişme ve değişmelerle birlikte “Türkiye eksen mi değiştiriyor” tartışmalarına yol açması olduğu söylenebilir. Özellikle Ahmet Davutoğlu'nun stratejik derinlik eseri üzerine kurulu olduğu düşünülen bu eksen kayması, hem komşularla sıfır sorun politikası hem de Ahmet Davutoğlu'nun yaşam tarzı ve kimlik referansları ile de bire bir örtüşmektedir.

2009 yılına girildiğinde Türkiye'nin BM Güvenlik konseyi geçici üyeliği başlarken aynı zamanda İsrail'in Gazze saldırıları dünyanın gündemine oturmuştu. Türkiye iç kamuoyunda ciddi tepkiler alan Gazze saldırıları Davos Ekonomik Forumu'nda Başbakan Erdoğan'ın “one minute” çıkışı ile birlikte İsrail – Türkiye ilişkilerinde büyük bir kırılmaya neden olmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin muhafazakar dindar kimliği ile birlikte İsrail'e verilen tepkinin sertliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye'nin eksen değiştirdiğine ilişkin yorumlar gerek iç basında gerek dış basında önemli yer tutmuştu. Kırılma noktası olarak nitelediğimiz Ahmet Davutoğlu'nun dış politika gemisinin kaptan köşküne oturmasıyla birlikte İsrail'e karşı sert tutumu ve İslam dünyasıyla ilişkileri arttırma çabaları da Türkiye'nin batı dünyasından koptuğuna ilişkin yorumları arttırmıştı.

Türkiye'nin arabulucu rolü ile Ortadoğu coğrafyasında arttırdığı etkinliği, Suriye ile vize uygulamasının kaldırılmasına kadar ilerlerken, Konya'da gerçekleştirilen Anadolu Kartalı askeri tatbikatına İsrail'in dahil edilmemesi yeni dönemde Türkiye'nin arabulucu olarak tarafsızlığını yitirdiğine binaen açıklamaların İsrail tarafınca yapılmasına neden oluyordu. Yine İsrail Türkiye ilişkileri açısından İran'ın nükleer enerji krizinde Türkiye'nin tutumunun adaletten yana olması ve İsrail'in nükleer enerjiye sahip olmasına rağmen İran'a bu konuda yaptırım uygulanmasına gidilmesini eleştirmesi İsrail – Türkiye ilişkilerini gerdiği gibi Türk-Amerikan ilişkilerinde de Türkiye'nin gözü kapalı stratejik müttefikliğe evet demeyeceğini gösteriyordu.

Barack Obama'nın Türkiye ziyareti ile Türkiye'ye verdiği önemi gösteren açıklamalarının yansıması olarak Ermenistan açılımının gerçekleştirilmesi de 2009 yılında Türk Dış Politikası'nın önemli meselelerinden biridir. Hatırlanacağı üzere ABD Başkanı Ermenistan ile sınırların açılması, Ruhban okulunun çalışmaya başlaması gibi taleplerle Türkiye'den ayrılmıştı. Türkiye'nin bu taleplerden en fazla Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmeye ilgi göstermesi kardeş ülke Azerbaycan ile gel-git lerin yaşandığı bir süreci beraberinde getirmişti. Azerbaycan'a ve Dağlık Karabağ meselesine rağmen Ermenistan ile son dönemde imzalanan protokollerin Azerbaycan'da yarattığı duygusal tepkiler ve şehitliklerdeki Türkiye bayraklarının aşağı çekilmesi sadece Türk-Azeri ilişkilerinin oturduğu kardeşlik zemininden ziyade Rusya'nın da etkin rolü olan bir süreç olarak karşımıza çıkıyordu. Rusya ile ilişkilerin geliştirildiği ve birçok işbirliği antlaşmasının imzalandığı 2009 yılında Türkiye'nin çok yönlü proaktif dış politikası baş döndürücü bir hal almaktaydı.

Ortadoğu ve Kafkaslarda çeşitli girişimlerle arttırılan etki benzer bir şekilde Balkan coğrafyasında da arttırılmaktaydı. Bosna – Hersek ile Sırbistan arasındaki ihtilafa dair yapılan arabuluculuk ve Cumhurbaşkanlığı boyutunda Sırbistan ile Karadağ'a yapılan ziyaretler ile birlikte Türkiye bir nevi Balkan açılımı gerçekleştiriyordu. Kosova'yı ilk tanıyan ülkelerden biri olmasına karşın Belgrad'ta üst düzey diplomatik karşılama ile ağırlanan Türkiye, Bosna – Hersek'te gerçekleştirilen medeniyetler ittifakı toplantısında da Balkanlara olan ilgi ve alakasını göstermekteydi. Özellikle TİKA girişimi ile tarihi ve kültürel varlıkların restore edilmesi yeniden hayata geçirilmesi ve Balkan ülkelerine yapılan yatırımlar da ilişkileri arttırmada önemli rol oynamıştır.

Komşularla sıfır sorun ve yüksek düzeyli işbirliği politikası çerçevesinde gerçekleştirilen açılım ve adımların yanısıra Türkiye Afrika açılımı noktasında da 2009 yılında girişimlerde bulundu. Başbakan'ın Libya ziyareti ve Libya ile yapılan antlaşmalar ile birlikte karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması Türkiye'nin Afrika'ya açılan kapı olarak Libya'yı birincil ülke olarak seçtiğini göstermekteydi. Aynı şekilde İstanbul'da gerçekleştirilen Afrika Ülkeleri toplantıları ile de Türkiye dış politikasında artık Afrika kıtasının da yer alacağı belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu.

Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri ise geçen yılda 12 müzakere başlığının açılması ile tamamlanırken. Türkiye'nin eksen kaymasına ilişkin kaygılar AB'nin Türkiye üzerinde baskı uygulamalarını azaltmıştır. Lizbon antlaşması gibi bir bahanenin de ortadan kalktığı düşünüldüğünde Türkiye'nin gelecek yıl AB ile ilişkilerde daha ciddi adımlar atması beklenmektedir. Lizbon antlaşması bir engel olarak gösterilip ortadan böyle bir engel kalkarken beraberinde bir başka engel karşımıza çıkmıştır. AB Başkanı ve AB Dış İlişkiler Yüksek Komiseri olarak seçilen İngiliz ve Belçikalı yöneticilerin Türkiye karşıtı söylem ve tutumları olumsuz bir hava yaratmaktadır. AB Parlamentosu seçimlerinde Türkiye'nin üyeliğine karşı Sağ grupların daha çok oy almaları da olumsuz gelişmelerin bir diğer örneğidir.

Sonuç olarak Türkiye dış politika'da 2009 yılını baş döndürücü bir ivme ve ilişkiler ağı ile geçirdi. Amerika – Türkiye ilişkilerinin oturduğu stratejik müttefiklik düzleminde şu ana kadar herhangi bir somut gelişme görülmezken, Ermenistan ile imzalanan protokollerin de yürürlüğe girmesi uzun bir zaman alacak gibi görülmektedir. İsrail ile ilişkilerin kırılgan yapısının önümüzdeki 24 Nisan'da ABD kongresine yine gelecek olan Ermeni İddialarına ilişkin tasarıda bugüne kadar aktif desteğini aldığımız Yahudi lobisi üzerinde etkisi merak konusudur. Irak ile ilişkilerde kırmızı çizgi olarak tesbit ettiğimiz ve sürekli vurguladığımız Irak'ın toprak bütünlüğü meselesinin, Irak'ın Kuzey Yönetimi ile üst düzeyde yapılan temaslarda ne ölçüde anlatılabildiği gelecek yılda gerçekleşen gelişmeler ve PKK terör örgütü konusunda atılacak adımlarla birlikte görülecektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın yoğun çalışmayla noktaladığı 2009 yılının sonunda Türkiye bölgesinde ve küresel ölçekte adından daha çok anılır bir ülke haline gelmiştir. Önümüzdeki yılda da Türkiye'nin küresel ve bölgesel politikalarda yoğun şekilde adının anılacağı ve Türk Dışişleri mensuplarını yoğun çalışma temposunda bir senenin beklediği söylenebilir.



31/12/09

29 Aralık 2009 Salı

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 1-2

Türkiye'nin son dönem dış politikasının kazandığı ivme ile dillere dolanan “Stratejik Derinlik” vizyonunu daha bir yakında incelemek için Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun malum kitabını elime bir kere daha aldığımda fark ettim ki Türkiye'nin dış politika meseleleri ile içinde yaşadığımız günlük hayatın aşk meseleleri birbirine çok benziyor.

Malum herkesin hayalidir ilk sevdiğini hissettiği, elini tuttuğu insanla bir ömür geçirmek. Çok romantik birşeydir bu biliyorum, benim de 5. sınıfa giderken sevdiğimi zannettiğim kıza onu sevdiğimi anlattığım zaman hissettiğim bir ömrü onunla geçireceğim gibi çocukça bir şeydi. Hazır girmişken konuya kıza nasıl açıldığımı anlatmam lazım. Çocuğum ve acaba nasıl söylerim ne ederim ne yaparım diye utanıp sıkılıp duruyorum. Cesaretimi topladığımda okulun bahçesinde bir ağacın altında Zehra ile baş başaydık. Neyse işte Zehra ben birini seviyorum biliyor musun dedim. Pat diye o da ben de birini seviyorum Burak demez mi. Hemen ikimizde birbirimize kim diye soruyu yapıştırdık. Neyse uzatmayalım, baş harflerimizden başlayarak ikinci üçüncü harflerle devam edip tüm isimlerimizi harf harf söylemiştik. İnanılmaz gülmüştük sonrasında da. Buna benzer hepimizin hikayeleri vardır ve önemli olan hepimizin ilk olanı son olacak sanmamızdır. İşte Türkiye'de böyle bir silsileden elimize kalmış bir ülkedir. Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer aldığı üzere 16 büyük devlet kurduğumuza binaen masallar vardır. Eminim Metehan'da ilk Türk devletini kurarken “vaybee kurduk ve sonuna kadar götürürüz” demiştir. Ama maalesef o kadar romantik olmuyor işler ve yıkılıp kuruluyoruz asırlardır. Tıpkı yıkılıp yeniden kurulan yüreklerimiz gibi.

Tabiki uzun soluklu aşklarımız, bizi derinden yaralayan sevdalarımız da yok değil hayatta. Hani her şeyi ona göre planlarken bir anda yok olup ellerimiz arasından kayıp giden aşklar. İşte böylesi bir imparatorluktu Osmanlı Hanedanlığı. Felaket bir aşk; İstanbul'u fethetmiş, kıtalara yayılmış, el alemi kıskandırmış, ta okyanuslar ötesine nam salmış falan. Düşünsenize bir ucu Bosna'da diğer ucu Hazar denizinde. Herhalde Osmanlı sultanlarının devletlerine karşı yaşadığı aşk kadar büyüğü olmamıştır. Nitekim Sultan Abdülhamit Han'ın Balkan Savaşı bozgunundan sonra gözlerinden yaşlar aktığı rivayet edilir. İşte böyle aşklarımız olmuştur bizim de, gözlerimizden sel olup akıtmıştır yaşları ve kor ateşlerde yakmıştır yüreğimizi.

Büyük aşkların bitişi büyük bozgunlar getirir, sarsıntılar yaşarız, bir süre sessizlik ve yalnızlık isteriz. Mektuplarımızı geri bekleriz, hediyeler birer birer iade edilmelidir. Artık ona dair herhangi bir işaret istemeyiz hayatımızda ve devrim olur milat olur yeni başlangıçlar. Tıpkı Bosna-Hersek'e, Makedonya'ya, Bulgaristan ve Kosova'ya giden ve orada Osmanlı olanların geri gelişleri gibidir hediyelerin geri beklenişi. Hüzünlüdür, acı verir. Ve Türkiye Cumhuriyeti gibi milat sayarız hayatımıza girecek yeni birini eski aşkımız Osmanlı'nın ardından. Ama devrimsiz olmaz, eski aşkımıza dair ne alfabe ne takvim ne saat istemeyiz. Artık onu hatırlamak acı verdiği için ona ait ne varsa sileriz hayatımızdan ve kavuşuruz modern Türkiye Cumhuriyeti'mize.

Ama modern zamanlarda aşk başkalaşmıştır. Artık aşk her ağızda sakız olmaya başlar. Çünkü eskisi gibi pencere önü konuşmaları yoktur ve çünkü mektup değil msn ve facebook ile yürür ilişkiler. Tıpkı Türkiye'nin içine girdiği buhranlar gibidir aşkın modern hali. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur ama içerideki sorunlar baş göstermiştir. İsyanlar, illegal örgütlenmeler, hizipleşmeler gruplaşmalar ve ülkeyi dışarıya bağlayacak kararlar vardır gündemimizde. Aşkın aldatmaları, aşkın mutluluk aramaktan öte fazlasını isteyen (aslında ne istediğini bilmeyen) halleri gibi. İllegal işler o kadar kolaylaşmıştır ki tıpkı aldatışların artış oranı gibi. Biri oraya çekmektedir ülkeyi diğeri buraya bir diğeri öteki tarafa ve Türkiye Cumhuriyeti iç siyasi çekişmeler yüzünden huzursuzdur yıllarca. Tıpkı sevgiliye akıl hocalığı yapılması, sevgilinin aklının çelinmesi ve kararsız, takatsiz kalıp kaosa sürüklenmesi gibi. Sonra soğuk savaş dönemi gelir ve dünyayı iki kutba bölmüşlerdir. Türkiye dış politika tercihini batıdan yana kullanmaktadır ama kültürel ve tarihi uzantıları neticesinde yakın olması gereken Ortadoğu bölgesine yabancılaşmaktadır. Balkanlar ile olan ilişkiler ise salt Yunanistan gerginliği üzerine kurulmuştur. Aslında aynı ittifak içinde sorunlar çıktığına da en güzel örnektir bu. Soğuk savaş dönemi git-gel dönemi gibi batı ile beraber ama batı nedeniyle bazen yalnız kalındığı zamanlardır. Aşkın kaotik durumunda aşık olup aşkınla olamamak gibidir.

Ve nihayet kaos bitti demek üzere soğuk savaşın bittiğini anlamışızdır. Aman tanrım sevgiliye kavuşacağız derken o da ne birçok sorunu aslında sadece dondurduğumuzu farkederiz. Bir zamanlar sırtımızı döndüğümüz Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ile ilgili bir stratejimiz bile yokken elimizde, bu bölgelere dair girişimler yapmak durumunda kalmışızdır. Dünya eski dünya değildir ve çok sıkı müttefikimiz sazı eline tek başına almış da olsa artık bir yalnızlık bir tek başına inisiyatif alma zamanı gelmiştir. Fakat o da ne sanki bir asır kadar önceki durum yine başımıza gelir. Biri kalkar Türkçülük der, diğeri kalkar Neo-Osmanlıcılık der ve bir diğeri İslamcılık ister. Soğuk savaşın kaosu bitti derken 90'lı yıllar sendromu başlar ki dikkat etmek lazım 90'lar müzikleri halen daha neslimin aşk hikayelerini tazelemektedir. Aşkların en saf en temiz duygularla anlatıldığı, pop müzik dediğimiz tarzın dejenere olmadığı yıllardır doksanlar. Bunun gibi safdilli bir şekilde Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık politikalarına sarılmıştır devletlu zatlarımız. Ama hiçbiri stratejik bir temellendirmeye sahip olmadığı için saman alevi gibi yanıp sönüvermiştir.

Dünya düzeni üzerine teorisyenlerin büyük büyük düşünceleri vardır. “Huntington'ın Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama'nın “Tarihin Sonu” bunların en bilinen örnekleridir. Süper güç dediğimiz devletlerin bu gibi teorik altyapıya dayanan stratejileri vardır ve dış politikalarını bu stratejilere göre belirlerler. Dolayısıyla artık zaman strateji zamanıdır, teori zamanıdır. Öyle eskisi gibi haydi yürü bakalım atın üstünde fethe gidelim gibi bir mesele yoktur. Aşklar da artık düşünsel bir altyapıya oturmaya başlamıştır. Kaçan kovalanır, bir ileri iki geri gibi taktiksel manevralar ile kız erkek tavlama oyunları at başı gitmektedir. Dolayısıyla artık aşkın saf hali kalmamıştır, üzerine epey düşünce yormanız gereklidir. Tabiki büyük düşünürlerin büyük teorilerini kullanan süper güçlerin yanında büyük devletler vardır ki bu teorilerle oluşan stratejilere binaen taktiksel manevralar yaparak kendi çıkarlarını korumak isterler. Büyük devletler süper güç dediğimiz devletlerin stratejilerini engelleyemezler belki ama en azından taktiksel manevralar ile kendi çıkarlarını maksimize ederler. Aşkın içinde aşk durumu gibi bir şeydir bu. Ortada bir mutluluk pastası vardır ve bu pastayı değerlendirmek isteyen birçok insan. Mesela süper güç bir mutluluk hedefi kestirmiştir gözüne ama büyük devlet buna izin vermemek için elinden gelen her türlü taktiksel manevrayı uygular. Çünkü süper güç eğer mutlu olursa büyük devletin eskisi kadar önemi kalmayabilir. Başka bir yolla anlatacak olursak eğer, süper güç bölgesel güce aşık olur, bölgesel güç ise henüz kararsızdır yahut konjonktürel olarak bu aşka karşılık vermez, burada büyük devletin etkisi mutlaka vardır çünkü bölgesel güç büyük devletten çekiniyor olabilir. İkinci bir mesele de bölgesel gücün küçük devlete karşı olan zaafıdır, ama burada realite önemlidir çünkü küçük devlet çoktan başka bir bölgesel gücün etki alanına girmiştir. O zaman ittifak ilişkileri doğrultusunda bölgesel gücün de süper güçle ilişkisini sağlam tutması gereklidir. Özetle büyükten küçüğe aktörleri sıralayacak olursak eğer; süper güç, büyük devlet, bölgesel güç ve küçük devlet, işte tüm bunların aşk çemberleri karman çormandır artık. Çünkü dünya küreselleşmiştir. Küresel bir köy haline gelen dünyada dünün düşmanları bugünün müttefikleri olabilmektedir. Yani aşk gibidir devletlerin güç çemberleri arasındaki ilişkiler. Birini sevmişsinizdir, o bir başkasını sevmiştir, onun sevdiği ise bir başkası ile birliktedir. Hatta zaman zaman eski sevgiliniz sizin arkadaşınıza aşık olabilmektedir. Etik değilmiş gibi gözükür bu durum ilk başta. Konduramazsınız böyle bir yaşanmışlığı ne kendinize ne eski sevgilinize ne de bir başkasına. Ama aşk böyledir, pragmatiktir günceldir ve gelip geçicidir. Baki kalan mutluluklardır. Devletin çıkarları gibi her zaman mutluluklar baki kalacaktır.

Sonuç olarak, devletlerin etki alanı dediğimiz jeo-politik/jeo-kültürel/jeo-ekonomik hinterlandı göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin saf aşık gibi bir sevgiliye tutulup beklemesi mümkün değildir. Türkiye gerek doğuda gerek batıda ve hatta hemen hemen dünyanın her yerinde aşk yaşama kapasitesi olan tarihi ve kültürel mirasa sahiptir. Önemli olan iç dinamiklerin iyi değerlendirilmesi ve mutluluk dediğimiz çıkarların göz önüne alınarak hareket edilmesidir. İç dinamiklerden kastımız ise moral değerlerin, toplumsal değerlerin ve dışa yansıyan politika ile içeridekinin tutarlılığının sağlanmasıdır.
 (29.12.2009)

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 2
2009'un sonlarına doğru kaleme aldığım yazıya bir ilave olarak 2011'e başlarken Stratejik Derinlik konseptinin neler ifade ettiğini bir kez daha anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz bir yıla bakıldığında hararetli "dış politika" tartışmaları yaşadığımızı ve esasen bunun da insanın aşka düşmesi hali ile benzer olduğunu vurgulamak isterim. Dolayısıyla laf dönüp dolaşıp yine Stratejik Derinlik meselesinin Aşk perspektifine geliyor. Aşk dediğimiz hissiyat eğer tüm uzuvlarımızı ele geçirebiliyor ve bizi tamamen tesiri altına alabiliyorsa, geçtiğimiz bir yılın Türk Dış Politikası da önce Türkiye'yi sonra dünyayı tesir altına aldı diyebiliriz. 

Uluslararası Örgütlerde Temsiliyet
2010 yılında Türkiye'nin en önemli dış politika hamleleri arasında yer alan unsur, uluslararası örgütlerde elde ettiği etkili pozisyonlardı. Türkiye, hikayesini ve varlığını anlatmanın bir yolu olarak ve küresel dünyada aktör olmak hedefiyle elde ettiği bu pozisyonları Stratejik Derinlik felsefesine borçludur diyebiliriz. Tek bir kitap ve kişi üzerinden tüm başarıları adlandırmanın doğru olmayacağını ve başarı olarak saydığım hamleler ve süreçlerin bir başkası tarafından "romantizm" ve "dengesizlik" olarak değerlendirileceğini de biliyorum. Mutlaka Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu ve hatta Afrika ile Latin Amerika dünyanın üzerinde var olan bölgelerdi ve Sn. Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu coğrafyaları keşfetmedi. Ancak var olan bir şeyin üzerinde bir politika tayin etmek ve bu politikayı cesaret-özgüven bileşimi ile uygulama çabasına girişmek de kolay olmasa gerek. Dolayısıyla 1 Mayıs 2009'dan itibaren dış politikanın kaptan köşküne oturan Sn. Davutoğlu'nun Türk Dış Politikasının dünya gündemine oturmasında katkıları ve etkisi çok büyüktür. Bu etkiyi wikileaks sızıntıları ile Sn. Davutoğlu hakkında "tehlikeli", "çılgın" dediklerini öğrendiğimiz Amerikalı diplomatlar da doğrulamış oldular. Afrika açılımı, Ortadoğu'ya eskisine binaen gösterilen önemin artması, Balkan ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi, Latin Amerika açılımı gibi hamleler Türkiye'ye ekonomik anlamda katkılar sağlamakla birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği'ne seçilmesini sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi üyeliği ile birlikte NATO'da elde edilen genel sekreterlik yardımcılığı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı ve son dönemde Pakistan'da yaşanan acı sel felaketi sonrası Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından bölgeye atanan temsilcinin de Türkiye'den olması Türkiye'nin dünya gündemine taşınmasında ve karar süreçleri ile birlikte politika yapım aşamalarında aktif rol edinmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Türkiye'nin önemli anlamda tanınmasını sağlayan diğer bir konu ise uluslararası etkinlik ve toplantılara yaptığı ev sahipliğidir. 2010 Dünya Basketbol şampiyonası ile birlikte NATO, CICA gibi uluslararası örgütlerin toplantılarına ev sahipliği yapılması, Türkiye - Afrika zirvelerinin İstanbul'da gerçekleştirilmesi Türkiye'nin küresel tanınırlığını arttırdığı gibi dünya gündeminde yer almasını kolaylaştırmıştır.

"Eksen Kayması" ve "Sıfır Sorun" Tartışmaları
Türkiye'nin yeni dış politika konsepti olarak sıkça zikrettiğimiz "Stratejik Derinlik", dış politika konularında yeni kavramları da bizlerle tanıştırdı. Bugün Dışişleri Bakanı Sn. Davutoğlu yurtdışında  "Mr. Zero Problem" şeklinde anılmaktadır. Her ne kadar bu kavram etrafında ciddi tartışmalar yapılıp, içinin boş olduğu söylenmiş olsa bile kavramın başlı başına ilgi çekiciliği ve Stratejik Derinlik kitabının birçok ülkede  farklı dillerde birden çok baskı yapmış olması bile önem teşkil etmektedir. Nitekim "komşularla sıfır sorun" şeklinde sloganlaştırılan politikanın da bir motivasyon unsuru olduğu ve "Uluslararası İlişkiler Profesörü" olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun da esasen sıfır sorun gibi bir nihai sonucun gerçekleşmeyeceğini bildiğini düşünmemiz gerekmektedir. Buradaki rahatsızlık ideolojik olmaktan öteye geçmemektedir. Çünkü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" gibi bir motivasyon unsuru varken yeni bir kavramsallaştırmanın Atatürk'ün söyleminden başka söylem geliştirme çabası olduğu düşünülüyordu. Komşularla sıfır sorun politikası ile birlikte önce motivasyonunuzun sorunsuz bir ilişki kurmak olduğunu iddia ediyorsunuz. İkincisi ise komşularla sıfır sorunun temelinde yatan karşılıklı bağımlılık oluşturma ve ekonomik işbirliğini arttırma politikası ile dış ticaret hacminizi arttırıyor ve bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olabiliyorsunuz. Ayrıca etrafı sorunlu olan bir ülkede yatırım yapmaktan tedirgin olacak yatırımcıyı da ülkenize çekebiliyorsunuz. Hal böyle olunca Avrupa ve Batılı ülkelerle var olan ticaretinize yeni bir bölge daha eklenmiş oluyor. Dış ticaret kalemlerinizde Ortadoğu, Asya, Afrika gibi bölge ülkelerinin etkinliği artıyor. Unutmamak gerekir ki ekonomi-politik çok önemlidir. Ekonominiz doğuya doğru kaymaya başladığı zaman ekseninizin de doğuya kaydığı ve hatta Araplaştığınız düşünülmeye başlanabiliyor. Üzerine bir de "Mavi Marmara" hadisesi patlak verdiğinde sadece batı dünyası değil içeride bile "acaba gerçekten Ortadoğululaşıyor muyuz" sorusu -sanki Ortadoğulu olmak suçmuş gibi- sorulabiliyor. Aslında gerçekten Türkiye'nin ekseni kayıyor ve soğuk savaş şartlarında etki edemediği tarihi ve kültürel coğrafyasına doğru ilerliyor ancak bu kaymada ve yönelimde tehlikeli bir şey olmadığı gerçeği, nispeten Avrupa Birliği ile ilişkiler ve nihai olarak "NATO Lizbon Zirvesi" ile teyit ediliyor. Türkiye esasen sadece uluslararası örgütler ile batıyla ilişkiler kurmak ve küresel sisteme entegre olmayı değil, aynı zamanda kendine has politikaları doğrultusunda çıkarlarını maksimize eden bir yaklaşım ile ilişki kurmak istiyor. Bunun adını da "kurulan düzeni koruyan değil kurulacak düzeni belirleyen" olmak olarak ifade ediyor.

Sonuç: Stratejik Derinlik Aşk Kavgası
Tüm bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye yükselen ve hatta yükselmiş olan bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Hem Avrupa Birliği sürecinden vazgeçmeyen hem de imtiyazlı ortaklık, akdeniz birliği gibi ikinci sınıf bir ortaklığa burun kıvıran Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecine olmazsa olmaz olarak  bakmayarak farklı bir denge arayışı içinde olduğunu da gösteriyor. Aynı Türkiye, Rusya ile gerek ticari gerekse siyasi ilişkilerini yükseltirken ABD ile stratejik ortaklığını sürdürme dirayetini gösteriyor ve Çin ile de ortak askeri tatbikat gerçekleştirebiliyor. Bu durum her ne kadar çelişkili görünse de dış politikanın da temelinde bu çelişkiler zemininde dik durabilmek ve gerekli manevraları gerçekleştirebilmenin yattığını unutmamak gerekir. Ortadoğu'nun yaramaz çocuğu İsrail'i tımar etme misyonuna soyunan Türkiye, İran'ın nükleer silahına karşı duruyor ancak küresel sistem ile barışması için de önemli öneriler sunabiliyor. Bunun gibi farklı birçok bölge ve alanda artık Türkiye'nin söyleyeceği bir sözü var. Nitekim NATO Lizbon Zirvesi'nde Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Gül "Türkiye olmasa konuşulacak bir şey yok" anlamını ifade eden cümleler kuruyor. Şimdi gelin böyle bir Türkiye'yi beğenmeyin, sevmeyin ve ona aşık olmayın. 

İşte stratejik derinlik aşk kavgası da tam burada patlak veriyor. Dünyada tanınırlığı ve etkisi artmış bir Türkiye'yi her aktör müttefiki olarak görmek isteyecek ve hatta Sarkozy - Merkel gibileri Türkiye'nin etkisi ve gücünden çekinir bir tavır takınacaktır. İçeride ise böyle bir Türkiye gemisinin kaptanı olmak herkes için önemli ve değerli olduğundan siyasi kavgalar gerçekleşecektir. Türkiye'nin büyümesi, demokratikleşmesi ve küresel bir aktör haline gelmesi mutlaka PKK gibi terör örgütlerinin ve onun yakasından kurtulamayanların da zoruna gitmektedir. Çünkü ellerinde siyaset yapacak, rant sağlayacak kozlar kalmamaktadır. Stratejik Derinlik derken sadece Sn. Davutoğlu'nu kastetmediğimi, Türk Dış Politikasının yapım ve yürütme sürecinde yer alan her kurum ve kişiyi kapsadığımı belirtmek isterim. Sonuç olarak Stratejik Derinlik Türkiye'yi büyütüyor, sözü dinlenen ve merak edilen bir aktör konumuna getiriyor. Böyle bir aktörün varlığı da mutlaka hem dünyada hem de Türkiye'de kavgalara neden oluyor. Neticede insan doğası gereği kötüdür ve kıskançtır.
(03.01.2011)




28 Aralık 2009 Pazartesi

HIRS - GÜÇ - DENGE

Nicola Machiavelli'nin bireyden devlete olan doğal durum inanışı... Evet işte tam da bunun neden olduğu “insan kötüdür” hallerindeyiz. İnsanlar 3 temel davranışın içindedir diyordu Thomas Hobbes. Bunlardan birisi “rekabet” bir diğeri ise “şan ve şöhret arzusu”. Rekabet kavramını gizlemek için yüzlerde beliren yalancı tebessümler ve bu tebessümlerin perde arkasındaki belden aşağı çalışan cümleler. Bir ikincisi ise birilerinin omuzlarına basaraktan yukarı çıkışa, yani şan ve şöhrete ulaşma arzusu. Bu arzu ki insanları kimliksizleştiriyor ve kimliksiz kalan insan cemiyet hayatından soyutlandığı için bencilce hareket ediyor. Bencillik ile birlikte Machiavelli'nin doğal durumdaki “kötü insan” “menfaatçi yaratık” şekillerine bürünüyorlar. Hayatın temelinde yeralan “çıkar” anlayışı en saf duygu ile elleri semaya açan bireyin bile farkında olmadan için için örümcek ağına düşmesi gibidir. Peki tam tersi mümkün müdür? Çıkarsızca yaşayabilmenin getirdiği mutlak son ezilmektir; başkalarının çıkarları uğruna ezilmek, itilmek, kakılmak, insanca yaşamak gibi bir ümitle yok olmaktır. O halde bu ikisinin dışında yani çıkarları koruyup kollayıp, ezmeden insan onuruna zarar vermeden yaşamanın bir yolu olmalı. Sanıyorum bu, kıldan ince kılıçtan keskin bir yoldur. Hem kendi başını dik tutmak hem de diğerlerinin başlarının ezilmesine imkan tanımamak. Bu anlatılası kolay yaşanılası zor bir insaniyet şeklidir. Hırsların güdülebilmesi ve güç kavramının tehlikesizce kullanılması gerekir.


İnsan doğuşu ile birlikte hep büyük olmak istemiştir, 18 yaşı sendromlarını hepimiz yaşamışızdır. Büyüklüğün sadece yaş ile olmadığı ve bunun için aynı zamanda güce ihtiyaç olduğu bir süre sonra anlaşılır. O durumda güç unsurlarının neler olduğu bulunmalıdır. Ergenlik bu tanımı fiziki güç olarak sunar ancak kısa bir süre sonra gücün fiziki anlamının yetersizliği keşfedilir. Artık para da büyük bir güç modeli olarak zihinlere kazınmaya başlar. Parası olan güçlü ise parayı veren düdüğü çalmaktadır artık. Para ile hırs kavramlarının bileşkesi üzerine bir hayat kurulma tehlikesi ile karşı karşıya kalınan an işte bu andır. Parayı kazandıkça hırsları büyüyen ve hırsları büyüdükçe daha çok para kazanmak isteyenlerin sonu büyük oranla mutsuzluğa itilmiş bir hayattır. Çünkü güç artık paradır onlar için ve cemiyetin güçsüzlüğüne dayalı bir güç odağında bulmuşlardır kendilerini. Somut bir örnek ile 10 kişiye 10 birim düşen bir yerde 1 kişinin birimlere sahip olma hırsları ile birlikte 9 birimi ele geçirmesi, kalan 9 kişinin 1 birimle yetinmesine neden olacaktır ki bunun neticesi, 1 kişinin hırslarının 9 kişiyi insan onuruna uymayan bir hayata sürüklemesidir. Tabiatıyla burada olması gereken iş yetinmeyi bilmek veya kontrol altına alınan gücün kullanımı düzleminde vicdan ve adalet duygusuna sahip olmaktır.

Hırsların çevrelediği güçlü olmak isteği güçsüzlüğe yol açıyorsa, bu durumu dengeleyecek olan şey cemiyet hayatına olan ihtiyacı hissedebilmektir. Birey yapısı ve yaradılışı gereği teklik durumlarına alışkın değildir. Sosyal hayat denilen olgu birey için olmazsa olmazdır. Dolayısıyla sosyal düzende tek başına güçlü olmanın varacağı nokta mutsuzluk olacaktır. Bir topluluk içinde tek başına herşeye sahip olmak ve geriye kalanların hiçbirşeyi olmaması, bu durumda rahatsızlık hiçbirşeyi olmayanlarda olmaz, çünkü onların benzeştiği bireyler mevcuttur ancak bir benzeri olmayan kendini mutsuz hissetmek durumundadır. Somutlaştıracak olursak; gerek fikri anlamda gerekse bireysel inanışlar anlamında, bir futbol takımını destekleyenlerin en çok kendilerini büyük görmek durumu takımlarını destekleyenlerin sayısı üzerinden yürütülen önermelerde görülmektedir. Diğer bir örnek ise siyasal hayatta karşımıza çıkmaktadır. Siyasi partilerin temsil oranları doğrultusunda itibar kazandığı açık bir gerçekliktir. Sonuç olarak birey tekliğin mutsuzluğu yerine çokluğun mutluluğunu tercih etmelidir.

Güç dediğimiz olgu dengelerin varlığı ile birlikte anlam kazanabilir. Gücün tek elde toplandığı durumlarda gücü elinde bulunduran eğer bu gücü diğerlerinin de menfaati için değerlendirmiyorsa lanetlenecektir. Dolayısıyla güç ya tek elden herkese dengeli dağılmalı ya da herkesin elinde dengeli bir şekilde açığa çıkmalıdır. Dengesizliğin yarattığı anarşik durum ile birlikte hayattaki sorunların çıkış noktaları kesişmektedir. Bir baba 3 evladından birine daha farklı bir güç veriyorsa diğer ikisinin cephe alacağı kişi sadece baba olmayacaktır. Tabiatıyla güçten fazla nemalanan kardeşe karşı diğer kardeşler ittifak içine gireceklerdir. Yani güç dengesizliği, gücü çok kullanan ve gücü çok kullanana karşı olanlar arasındaki boşluk nedeniyle kaos yaratır. Dolayısıyla gücün dağılımında da mutlak bir adalete ihtiyaç vardır. Peki bu güç dağılımında liyakat unsuru bir anlam ifade etmez mi? Hakedişlerin getirdiği farklılıklar mutlaka vardır. 1 birim çalışan ile 3 birim çalışan arasında mutlak bir fark olmalıdır. Ancak bu çalışmayı gerçekleştirmek için herkesin her koşulda eşit imkanları olmalıdır. Eşit imkanları ortaya koyacak olan ise düzeni kurandır. Düzeni kuran unsur her ne ise -bu en uzak varoluştan en yakın sisteme değişkendir- kurduğu düzen içinde arzuladığı her ne ise ona göre hareket eder. Kendi kazançları ağır basan düzen kurucuları mutlaka kendilerine kazanç sağlayacak bir sistem inşa etmişlerdir. Sistemi algılamak için en küçük parçaların hareketliliği ve bu hareketlilik içindeki neden-sonuç ilişkileri en önemli şifrelerdir.

Gelinen bu noktada güç kavramı bir sistemli dengeye oturtulmalı ve güç kullananın insafına karşı güçsüzlük ittifağa veya itaate başvurmalıdır. Hırsların bileşkesinde mutsuzluğun ortaya çıkma tehlikesi, güç unsurlarının dengelenebilmesi ile anlaşılabilir. Hırslar mutsuzluk getirmemesi için güç kullanımı bulunulan ortama pozitif etki yaratmalıdır. Kontrol altında tutulamayan güç ve güç kullanımı ise kontrolsüz hırs birikimi ve hırsların esaret altına aldığı sistemin sonucudur. İnsan güce ihtiyaç duyar ve duyacaktır. Gücü oluşturacak hırslar da insanda var olması elzem içgüdülerdir. Mühim olan hırsların getirdiği gücün dengeler içerisinde kontrol edilebilmesi ve yalnızlığı getiren yıkıntılara neden olmamasıdır.

BURAK YALIM
14/11/09


27 Aralık 2009 Pazar

Stratejik Derinliğin Sürekliliği


Türk Dış Politikası'nda Ahmed Davutoğlu'nun dışişleri bakanlığı görevine resmen başlaması ile birlikte yaşanan gelişmelerin kafalarda yarattığı soruişaretlerinin en önemlisi, “Türkiye nereye gidiyor ve bu açılımların sonu nereye varacak” olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye cumhuriyetinin kurulduğu günden daha da eskilere dayanan statükocu yaklaşımın doğal bir şekilde Türk insanının da genetiğine sirayet etmiş olması bu sorunun temel nedenidir. Netice itibariyle bahsi geçen coğrafyanın jeostratejik ve jeopolitik konumu icabı olarak kendi iç barışını korumak kaydıyla dışarıya dokunmamak üzere kurulu dış politika anlayışı 2000 yılından bugüne bırakın yakın çevresini en uzak coğrafyalara kadar etki etmektedir. Türkiye artık sadece bir bölgesel güç yahut orta büyüklükte bir devlet olarak değil, zamanın şartları gereği (konjonktür) küresel politikaların da vazgeçilmez bir aktörü haline gelmiştir. Peki bu değişim, Türkiye'nin eskiye oranla uluslararası politika meselelerinde adının daha sık anılır hale gelmesi, sadece konjonktürel değişimler ile açıklanabilir mi? Konjonktürel etkilerin yanısıra Türkiye'nin kendi iç dinamiklerini farkedebilen ve kullanma yoluna giden bir dışişleri perspektifinin son dönem gelişmelerinde etkisi yok mudur?

Stratejik derinlik vizyonu ile birlikte Türkiye öncelikli olarak düşman komşular anlayışını terkedip etrafında güvenli bir çember oluşturma yoluna gitmiştir. Nitekim Suriye ile son dönemde inanılası zor bir yakınlaşma ve stratejik işbirliği konseptinin geliştirilmesi bunun bariz bir örneğidir. Suriye ile vizelerin kaldırılmasını Libya ve Ürdün'ün izlemesi Türkiye'nin eski osmanlı coğrafyasındaki tarihsel bağını kullanmasının temel bir sonucu olduğu gibi aynı zamanda DAVOS çıkışının da meyvelerini topladığını göstermektedir. Bu gelişmelerin batı dünyasında yarattığı eksen kayması endişeleri Türkiye'nin batı için ne kadar önemli olduğunu gösterirken, Türkiye'nin bölgesinde batılı değerlere en yakın ülke profili olması durumuyla birlikte Avrupa'nın en sorunlu alanlarından biri olan yasadışı göçmenler meselesinde bir ön tampon oluşturması açısından önemlidir. Dolayısıyla Türkiye doğuya gittikçe ve doğu ile ilişkilerini kuvvetlendirdikçe batı için önemi daha çok artmaktadır. Bahsettiğim bu gelişmelerin en önemli etkeni mutlaka küresel çıkarların Türkiye'nin çıkarları ve çevresindeki kriz bölgeleri ile yakından ilgili olmasıdır. Küresel ekonomik krizin çözülme noktaları Ortadoğu, Afrika ve Kafkasya bölgeleridir. Tüm bu bölgelerin teknolojik anlamda ve iş sahası anlamında bakir birer alan olarak dünya ekonomisine entegrasyonu, batının ürettiği değerlerin pazarlanacağı bölgeler olması açısından büyük önem taşımaktadır. Batının istediği artık ortadoğu ve kafkaslarda da huzur ve istikrardır. Huzur ve istikrarın olmadığı yerde yatırımdan ve ticaretten söz etmenin mümkün değildir. Batının ürettiği değerlerini (ekonomik / kültürel) ihraç edebileceği bölgeye en yakın müttefiki Türkiye'dir. Belki de küresel krize dair ilk günden bu yana teğet geçecek güvencesi bu nedenle çok fazla vurgulanmıştır. Türkiye bahsi geçen bölgelere gidecek ve değerlerini pazarlayacak müttefiklerden önce bölgeye güven ve samimiyet yüklemelidir. Dolayısıyla açılan Suriye sınır kapısı ilişkilerin güçlendirildiği Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile var olan ticaret hacmi öncelikle Türkiye boyutunda artış gösterecektir.

Türkiye'nin ortadoğu ve kafkasya bölgelerine ilişkin değişiklik gösteren dış politika anlayışının yanısıra Avrupa Birliği ile ilişkilerin de geldiği nokta büyük önem taşımaktadır. Sanıyorum ki Türkiye sadece AB kapısında beklemenin, gerekli reformları gerçekleştirmenin yeterli olmadığını anlamış ve siyasi açıdan da AB ile masada koz olarak kullanacağı hamleleri birer birer gerçekleştirmektedir. Bilindiği üzere AB ile müzakere sürecinde en büyük sorunlardan biri Kıbrıs olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye 2004 Nisan ayında gerçekleştirilen referandumla birlikte Kıbrıs meselesinde Rumları çözüm istemez taraf olarak göstermeyi bilmiş ve bu meselede büyük bir moral kazanç sağlamıştır. Bu gelişmenin yanında son dönemde yaşanan eksen tartışmaları Türkiye'nin AB nezdinde büyük önem atfettiğini ortaya koymaktadır ki Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Türkiye'ye vize uygulamasına dair yaptığı son açıklama Türkiye'nin güçlü konumunu göstermektedir. Ancak ortada bir gerçek var ki AB'de halen daha islam korkusu sürmektedir. Balkan ülkelerinden Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya'ya uygulanan vize liberalizasyonu göz önünde bulundurulduğunda dışarıda kalan Kosova, Bosna-Hersek, Arnavutluk gibi ülkeler ile birlikte Türkiye'nin müslüman nüfusa sahip olmaları nedeniyle vize uygulamasına tabi kılındığı düşünülmektedir. Nitekim Türkiye'de gerekli prosedürleri yerine getirdikten sonra vize uygulaması devam ettiği takdirde karşı vize uygulaması yapmak gibi bir yola gideceğini belirginleştirmektedir. Türkiye'nin AB karşısında bu kadar dik durabilmesi ve devlet politikası haline gelmiş bir konuda böylesine tutarlı adımlar atması da yine stratejik derinlik vizyonu ile yakından alakalıdır. Son ilerleme raporunu değerlendirirken bahsettiğim “AB İlerleme Raporu'nun Dengeleyicisi Stratejik Derinlik” görüşünün ne kadar etkili olduğu, Kıbrıs meselesi önşart olmaksızın 12. müzakere başlığının açılması örneği ve Türkiye'nin eksen kaymasına ilişkin net tutumu ile açıkça ortadadır.

Ortadoğu, Kafkasya bölgeleri ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde yaşanan değişim ve gelişmelerin bir benzeri de Balkan ülkeleri ile yaşanmaktadır. 28 yıl sonra Belgrad'a gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı ziyaretinde uygulanan üst düzey protokol ve bir asırdan sonra Karadağ'a yapılan ilk ziyaret ile birlikte Bosna-Hersek'in NATO üyeliği konusunda katedilen mesafe gözönünde tutulduğunda Türkiye'nin Balkan coğrafyasındaki etkinliği ve güçlü ülke vizyonu ortadadır. Özellikle Sırpların Türkiye'ye neredeyse Rusya kadar önem atfetmesi ve bu önemi Kosova'nın bağımsızlığını ilk tanımış ülkelerden biri olmasına rağmen gerçekleştirmiş olması dikkat çekicidir. Türkiye gerek tarihi gerek kültürel bağları neticesinde Balkan coğrafyasına hiçbir zaman uzak kalamamıştır. Ekonomik, siyasi ve kültürel alanda son döneme kadar normal bir şekilde seyreden ilişkilerin Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olması ile birlikte bir anda üst düzeye çıkarılıyor oluşu da yine kafaları karıştıran bir meseledir.

Sonuç olarak Türkiye büyük bir dış politika değişimi içerisindedir. Yukarıda anılan tüm gelişme ve değişmelerin konjonkrürel etki ile gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Mutlaka konjonktürün de etkisi ve sunduğu fırsatlar vardır ancak bu fırsatları okuyup yorumlayacak iyi bir dış politika yapıcısı gereklidir. Dolayısıyla Erbil'e gittiğinde Saraybosna'da ne olacağını düşünen bir Dışişleri Bakanı olarak Ahmet Davutoğlu'nun bu süreçte etkisini yadsımamak gereklidir. Türk dış politikası artık izlenemeyecek kadar hızlı ve kapsamlı bir gelişme değişme sürecindedir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu hangi gün nerede ne açıklama yapıyorsa bunu izlemek ve analiz etmek zorlaşmıştır. Bu durumda Türkiye'nin genişleyen vizyonu ve küresel politikalarının yükünü kaldıracak nitelikli analistlere ve akademisyenlere ihtiyaç duyulduğu gibi daha önce hiç gidilmemiş ülkelerin ve genişleyen perspektifin içinde yer alan coğrafyaların dillerini kültürlerini ve şartlarını bilen ve bilecek gençlere ihtiyaç vardır. Dışişleri Bakanlığı stratejik derinlik vizyonuna bu noktada herhangi bir planlama yapmış değildir. Ülkenin başarıya aç ve sadece çalışmak isteyen gençlerine gerekli imkanlar sunulmamaktadır. Dolayısıyla sadece devlet erkanı ve üst düzey temaslar ile gidilen bölgelerde kalıcı olunamayacağı gerçeği ortadayken, sivil diplomatlık misyonu üstlenecek, kamu diplomasisini gerçekleştirecek gençlere projeler doğrultusunda imkanlar tanınmalıdır. Devlet eliyle gerçekleştirilecek olan bu projeler neticesinde Türkiye'nin stratejik vizyonunun sürekliliği ve geleceği teminat altına alınacaktır.

Burak YALIM