Türkiye Yine Demokrasiyle İyileştirilecektir
Burak Yalım yazdı... - Pzt, 28/11/2011 - 13:49
Bir
önceki yazısında Türkiye’nin Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi tez,
antitez ve sentezi siyasal ortamda yaşadığına hükmeden bu fakir, fecaat
bir Kemalist tezden sonra çok yeni başlayan ve halen devam etmekte olan
Tayyibist bir antitezi yaşadığımızı bazı örneklemeler ile açıklamıştı.
Yazının sonunda ise “sentez” olarak nitelendirdiği
Demokratik Türkiye’nin çok yakın bir gelecekte mümkün olacağı
kehanetinde bulunmuştu. Peki, nedir bu “sentez” veya “Demokratik Türkiye”?
Demokrasinin
çok partili bir siyasi sistemin her bilmem kaç yılda bir sandığa
gidilerek iktidar veya koalisyon belirlediği ve bu belirlenirken
şeffaflığın ve seçim güvenliğinin tesis edildiği bir
yöntem/sistem/anlayış olduğunu düşünüyorsak bugün hakikatten demokratik
bir Türkiye var diyebiliriz. Lakin ben demokrasinin temel ilkelerinin
bizlere gerçek bir demokrasi sunduğuna kanaat getirmiş değilim.
Demokrasinin temel ilkeleri akademik literatürde şu şekilde
verilmektedir:
1. Siyasal makamların seçilerek iş başına gelmesi 2. Seçimlerin düzenli aralıklarla tekrarlanması,
3. Seçimlerin serbest olmalı 4. Birden çok siyasal parti olmalı 5. Muhalefetin iktidar şansı olmalı 6. Temel
kamu hakları tanınmış olmalı ve güvence altına alınmalı.
Evet,
Türkiye’de siyasal makam seçilmekte, seçimler düzenli olarak yapılmakta,
seçimler şeffaf ve serbest olarak gerçekleşmekte, birden fazla hatta
çok fazla siyasi parti yarışa katılmakta, muhalefetin iktidar şansı(!)
iyi çalışırsa elbette var. Son ilke olan kamu hakkı tanınması ve güvence
altına alınması konusunun da yok olduğunu iddia edemeyiz. Ancak
başlarken söylediğim gibi bu 6 ilkenin kendi şartları içerisinde
uygulanıyor olması Türkiye’nin demokratik olduğu sonucuna varmamızı
sağlamıyor. Zaten akademi de bu ilkelerin asgari şartlar altında bir
demokrasiyi bize bahşedeceğini işaret ediyor. Bu ilkesel yaklaşımda
Türkiye’nin 1946’da çok partili hayata geçmesi ile birlikte demokratik
bir ülke olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Bu açıdan Atatürk diktatör
müydü, Atatürk dönemi Türkiye’de demokrasiden söz edilebilir mi gibi
soruların da cevabı bir ölçüde verilmiş olabilir. Türkiye’nin çok
partili hayata geçmesi ile birlikte asgari bir demokrasiye kavuştuğunu
tespit ettikten sonra bu demokrasinin askeri darbeler ile sekteye
uğratıldığını da söylemek gerekiyor. 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980
darbesi, 28 Şubat 1997 post-modern darbesi bu anlamda demokrasiyi
sekteye uğratmış en son 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra ise Ak Parti’nin
tabir yerindeyse dik duruşu sayesinde demokratik işleyişe herhangi bir
etki gerçekleştirememiştir.
Türkiye’nin demokrasinin 6 temel
ilkesi bağlamında genel bir fotoğrafını çektikten sonra
demokratikleşememesi sorununa da göz atmak gerekiyor. Türkiye’nin
demokratikleşememesi sorunsalının temelinde askerin etkinliği
politikanın yetkin olmayışı ve en önemli unsur olarak da halkın yani
milletin demokrat bir tavrı benimsememiş olmasını sayabiliriz.
Türkiye’yi kuran kadroların neredeyse hemen hepsinin asker kökenli
olması bu anlamda askerlere son sözü biz söyleriz ve Türkiye’nin yönünü
biz tayin ederiz gibi ayrıcalıklı bir ruh hali kazandırmıştır. Biz
kurduk öyleyse biz yönetiriz ruh halinin sirayet ettiği asker bu
mantıktan hareketle kendisine göre tehdit saydığı her unsuru yok etmek
için elinden geleni yaparken vatandaşını da çeşitli zulüm ve
sindirmelere maruz bırakmıştır. Politikacılar ise elinde silah olan bu
askerlere karşı her zaman bir tedirginlik içerisinde hareket ettikleri
için son kertede en stratejik kararlar ve politikalar askerlere havale
edilmiş yahut edilmediyse de askerler bu noktada politikacılara manevra
alanı bırakmamıştır. Sonuç olarak seçilen politikacılar teamül olarak
kendi atadıkları askerlerin çizdiği sınırların dışarısına çıkamamıştır.
Çıktıkları yahut çıkmak istedikleri zaman ise asker Türkiye’nin kurucu
ve kurtarıcısı olmak namıyla politikaya en sert darbeyi vurmuştur.
Türkiye’nin demokratikleşememesinin üçüncü ve önemli unsuru olarak
saydığımız halkın demokrat bir kültüre sahip olmayışı ise gerek tarihi
gerekse kültürel etkilerin bir doğal sonucudur. Bugün halen daha
çoğumuzun kullandığı “devlet baba” tabiri ve her iyiliğin ve kötülüğün
bu babadan beklenmesi bunun en somut örneğidir. Devlet baba dövse de
yeridir sövse de yeridir millet için, çünkü millet devletini her zaman
baş tacı etmiştir. Oysa Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın” deyişi yine bu milletin kalbinden çıkan ve devletin varlığını
sağlayanın insan unsuru olduğunu işaret eden bir yaklaşımdır. Aslında
milletin devleti baş tacı etmesini de çok yadırgamamak gerekir. Çünkü 2
milyon metrekareyi geçen toprak büyüklüğüne sahip kocaman bir
imparatorluk 8-10 yıllık bir süreç içerisinde Anadolu yarımadasına
sığacak ölçüde daralmış, devletin yok olma tehlikesi zuhur etmiştir.
Bunun üzerine yeni kurulan devletin varlığı ve buna armağan edilen insan
varlığı sosyolojik açıdan bakıldığında çok anormal karşılanamaz.
Bugün
Türkiye önceki yıllara nispetle demokrasisini çok daha iyi noktalara
getirmiştir. Avrupa Birliği’ne üyelik hedefinin katalizör olduğu hızlı
demokratikleşme reformları ile birlikte Türkiye’de hukukun üstünlüğü,
seçilmişlerin son sözü söylediği ortamın tesisi ve halkın dünyanın yeni
dinamikleri ile birlikte politikaya daha etkin katılma çabasında olduğu
bir dönemi yaşamaktayız. 12 Eylül 2010 referandumu ile askeri vesayeti
ve yargı vesayetini ortadan kaldıran değişikliklere %58 ile destek çıkan
Türkiye halkı, bir kısım entelektüel ve sivil toplum kuruluşunca
zikredilen “Yetmez ama Evet” sloganına sarılmıştı. Demokratikleşmeye
evet ama bu kadarla olmaz diyen bu yaklaşım Türkiye’de sivil toplum
mantığının da geliştiğini ve siyasi iktidarın seçimler vesilesiyle iş
başına geldikten sonra da toplum tarafından denetlenip baskı altında
tutulacağına işaret ediyordu. “Hepimiz Hrant’ız” diyen, sokaklarda
görünürlüğü daha çok artan, askeri darbelere karşı omuz omuza duran,
özgürlük taleplerine daha fazla alaka gösteren yeni bir Türkiye toplumu
ile karşı karşıyaydık. İşte tam bu noktada önümüze demokrasinin kimin
eliyle nasıl gerçekleştirildiği sorunsalı çıktı diyebiliriz. İktidar
partisi demokrasiyi getirdiğini, Türkiye’yi demokratikleştirdiğini ifade
ederken genel olarak halkın bu talebine dayanmaktan ziyade “biz yaptık”
ruh hali ile hareket etmeye başladı. “Yetmez ama Evet” diyen liberal
kanat ile özgürlük taleplerini dillendiren halk kitleleri iktidar
partisini bu anlamda itelememiş de kendileri demokrasiyi Türkiye’ye
bahsetmiş gibi bir ruh hali iktidar partisinde görülmeye başladı. Tam
da bu noktada Sartori’nin iktidarın demokrasiyi tekeline almasına
müsaade etmeyen yaklaşımı, yani demokrasiyi iktidarın eline
bıraktığımızda demokrasiyi geliştirecek ve demokrasi idealine sıkı
sıkıya bağlı alternatif iktidar öğelerinin devre dışı kalacağını
söyleyen Sartori, bu durumda da halkın yönetim işlevini göstereceği bir
alanın kalmayacağına işaret etmektedir. Somutlaştıracak olursak
eğer demokrasi bize Ak Parti’nin bahşettiği bir şey değildir, eğer buna
inanır ve demokratikleşmeyi Ak Parti’nin eline bırakırsak, halkın, yani
sivil toplumun yönetime katılma işlevi otomatik olarak kaybolur ve
ancak seçimden seçime oy kullanmak şeklinde tezahür eder. Bu durum ise
bizi, iktidar marifetiyle kurulan demokrasinin ne kadar ileri
gidebileceği sorgulamasına götürmektedir. Belki de Türkiye’de son
dönemde Avrupa Birliği reformlarına olan ilgisizlik, askeri vesayete
ilişkin anayasal düzenlemelerin yasal düzenlemeler ile desteklenmemesi
ve bunun aksine Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili
düzenlemelerin aciliyle yapılması, yeni anayasaya ilişkin heyecansızlık
ve motivasyon kaybı, sporda şikeye ilişkin cezanın bir gece oylaması ile
indirilmesi, vicdani reddi gündemine almayan ve bunun yanında
profesyonel ordudan da bahsetmeyen tutumlar, Deniz Feneri davasının
ortadan kaybolması, Balyoz ve Ergenekon davalarının ise akamete
uğratılıyormuş gibi görünmesi… gibi somut olaylar iktidarın tekeline
bırakılan demokrasinin ilerlemeyişi, kendine göre bir demokratik alan
yaratan iktidarın daha öteye geçmede hevessiz kalması şeklinde
açıklanabilir.
Son kertede Demokratik Türkiye zamanında Atatürk’ün cumhuriyeti kurarken Karabekir Paşa’ya söylediği iddia edilen “Cumhuriyet öyle herkese sorularak ilan edilecek bir şey değildir” sözünün aksine “demokrasi iktidarın tekeline bırakılacak kadar basit bir şey değildir”.
Bu noktada eski Türkiye’nin asker ve yargı bürokrasisi şeklinde tezahür
eden zinde güçleri bugün yani yeni Türkiye’de sivil toplum ve sivil
toplum kuruluşları olmalıdır. Sartori, iktidarın mutlakiyet halini
almasının önüne geçmek ve tüm iktidar kaynaklarının tek elde
toplanmasını önlemek için iktidarın merkezde toplanmasının engellenmesi
gerektiğini savunur. İktidarın bölünememesi durumunda çevrenin hiçbir
hakkı olmayacaktır, üstelik buna direnme ve rıza göstermeme hakkı da
dâhildir. Toplumsal sistemin bütünüyle kuvvete dayalı bir örgütlenme
etrafında birleştirilmiş olması tehlikeli fakat olası bir sonuçtur.
Sartori esas ilgisinin iktidarın nasıl bölünür ve paylaşılır hale
getirileceği sorunu olduğunu söyler. Çünkü iktidarın bölünmesi durumunda
iktidarın mutlaklaşması gibi bir sorun devre dışı kalacaktır.
Böylelikle de iktidarın alanı eksildiği ölçüde demokratik siyasetin önü
açılmış olacaktır. Bugün iktidarın alanını eksiltecek, daraltacak ve
baskı altına sokacak yegâne unsur “sivil toplum”. Tabii burada hangi
sivil toplum sorusunun da gündeme geleceğini unutmamalıyız. İktidarın
fonladığı ve yönlendirdiği bir sivil toplumun iktidarın alanını
daraltmak bir yana genişleteceğini biliyoruz. Peki diğerleri, yani
iktidarın fonlamadığı sivil toplum çalışmaları nasıl ayakta kalacak?
İşte burada devlet babacı olmayan, kendi imkânlarını oluşturabilen ve bu
anlamda nitelikli işler üreten sivil topluma ihtiyaç doğuyor.
Demokratik Türkiye’yi de oluşturacak olan, tüm farklılıkları zenginlik
kelimesiyle anan, çoğunlukçu değil çoğulcu bir perspektife sahip sivil
kitlelerdir. Bunun zamanı nedir ve ne zaman oluşur sorusuna ise yine
Sartori’nin cümleleri ile bakalım: “Koşullar değişmesine rağmen
demokrasi hep gelişim göstermiştir. Bu, halkların kendi özgürlüklerine
verdikleri önemi göstermektedir. Çünkü özgürlük, koşulların
değiştirilmesi için başlangıçtır; dahası koşullar, koşulların
kendilerine duyulan güvensizlik ifade edilmeden değiştirilemez.”
Şimdi de tezimize dönelim. Kemalist teze olan güven bitip ona dair
duyulan güvensizliklerin ifadesi ile birlikte Tayyibist tez, yani bize
göre antitez başlamıştı. Şimdi ise Tayyibist teze olan güvensizliği
yavaş yavaş duymaya, hissetmeye ve hatta küçük küçük ifade etmeye
başladık. Sanıyorum bitişin başlangıcına girildi bu süreçte.
Peki ya
sentez, işte bu konuda sanırım Türkiye’nin “Sartori” den alacağı ciddi
dersler var. Hem ne diyor Sartori: “Demokrasi yine ve sadece demokrasinin kendisi ile iyileştirilecektir…”