26 Kasım 2009 Perşembe

Bu Kadar Uzun Yazıyı Kim Okur?


Ve anlarsın... Bedenin özgür kalsa neye yarar, acıtır ruhunu içinde kalanlar, dönemezsin artık geriye, tek yön seçtiğin tüm yollar... Manga'nın şarkı sözleri. Yazmaya başladığım günden itibaren hayır yazmayacağım dememe rağmen bir şekilde elim gidiyor klavyeye. İçimde kalsın, kimsecikleri üzmesin dediğim geçmişte yaşadıklarımın bugün canımı ne şekillerde yaktığı ortadayken, daha fazla içine atmanın manası yok, yazarak bir nebze olsun rahatladığımı biliyorum. Gerçi ülke gündemindeki meseleler kaç kişinin canını sıkıyordur, kaç kişi benim yazdığım meseleler yüzünden geceleri uyumuyor veyahut bunlar üzerine düşünüyordur o da ayrı bir muamma. Ama ne olursa olsun, en bencil duygularımla kendimi rahatlatmak için bile olsa yazmak seçtiğim yollardan biri oldu.

Şimdi neresinden başlasam diye düşünmeden edemiyorum. Kafamda o kadar çok mesele olmaması gereken mesele var ki. Mesela arefesinde olduğumuz Kurban Bayramı. Öncelikle tüm insanlık alemine.... huzur, sağlık mutluluk getirsin klişesini inanmadan söyleyelim. Ne de olsa birileri bu dünyayı yine mahvedecek, birileri çıkarları uğruna insanları öldürecek, birileri rahatları için birçoklarını fakirliğe mahkum edecek. O zaman hakettiğimizi almak ümidiyle demekte fayda var. Herkese hakettiğini umduktan sonra televizyonlara yansıyacak kareleri anlatmaya gerek yok. Kaçan boğalar kovalayan kasaplar(!). Güzel yurdumda herkes bir şekilde günü gelince her mesleği yapabildiği için, kesilen kollar bacaklar ve kaçan kurbanlıkları yine izleyeceğiz. Kasaplık mesleği - içinde olduğumdan biliyorum- zordur. Bıçakla dans etmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. Maalesef bizim ülkemizde birileri her kurban bayramında kasap kesilir, ruhsatsız, belgesiz sırf ceplerini doldurmak için bu işe koyulurlar ama hem kendilerini rezil ederler hem de işlerini yaptırmak için onlara güvenen insanların bayramlarını. Dolayısıyla biz de uzmanlık önemsenmez, elinden geliyorsa kör topal yap gitsin denir. Halbuki her mesleğin kendine göre bir zorluğu ve ayrıntısı vardır. Umuyorum ki Avrupa Birliği normları ile birlikte bu magandavari durumlar hızla ortadan kalkacaktır.

Avrupa Birliği demişken Avrupa Birliği Zirve toplantısı ile ilgili birkaç şey söylemek gerekli. Bilindiği gibi troyka toplantısı Türkiye'de yapıldı ve AB Dönem Başkanı İsveç'in Dişişleri Bakanı Carl Bildt Türkiye'nin AB üyeliği için iyimser bir yorum yaptı. Carl Bildt, “Avrupa Birliğine üyelik için ülke büyüklüğü ve müslüman olmaması gibi koşullar bulunmamaktadır” mealinde bir açıklama yaptı. Burada tabiki işaret edilen ülke Türkiye'dir. Avrupa'da Türkiye'nin üyeliği için bunun gibi olumlu görüş bildiren bürokrat sadece Carl Bildt değil ancak Lizbon antlaşmasının yürürlüğe girmesi ile birlikte Belçikalı Herman Van Rompuy'un AB Konseyi Başkanı olarak seçilmesi AB-Türkiye ilişkileri açısından maalesef olumsuz bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Belçikalı politikacının 2004 yılında yaptığı bir konuşmasında Türkiye aleyhtarı tutumu net bir şekilde ortada. Herman Van Rompuy 2004 yılında yaptığı bu konuşmasında:“Türkiye Avrupa'nın parçası değil ve asla olamayacak...Avrupa'da aynı zamanda Hristiyanlığın da değerleri olan mevcut evrensel değerler Türkiye gibi bir islam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirecektir...” gibi ifadelere yer vermiş. Anlaşılan o ki Avrupa'da Türkiye karşıtlığı halen daha güçlü konumunu koruyor. Nitekim Belçikalı AB Konseyi Başkanı seçilmesinde de Merkel-Sarkozy ikilisinin büyük rol oynadığı düşünülünce ve Merkel-Sarkozy ikilisinin Türkiye değerlendirmeleri hatırlanınca aksini düşünmek mümkün değil. Avrupa Birliği çıpası Türkiye için büyük önem taşıyor ancak bu konuda Türkiye'nin attığı ve atacağı adımlar da belirleyici role sahip. Avrupa değerler sistemine entegre olabilmek için Türkiye'nin demokratikleşme, fırsat eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi konularda ciddi adımlar atması gerekiyor derken hemen aklıma Danıştay kararı ile iptal edilen katsayı meselesi geldi.

Üniversite giriş sınavlarında meslek liselilere uygulanan katsayı uygulamasının kalkması yönünde YÖK tarafından alınan karar Danıştay tarafından iptal edilmiş. Gerekçe Türkiye'nin önü alınmaz tehlikelere doğru yol alacağı gibi bir nedene dayandırılıyor. Fırsat eşitliğinin olmadığı bir ortamda haklı bir rekabeti beklemek mümkün olmadığı gibi meslek lisesinde okumakta olan öğrencilerin hayalleri bu kararla bir kez daha suya düşürüldü. YÖK itiraz edeceğini açıklamasına rağmen Türkiye'deki kemik bürokrasi yapısı düşünüldüğünde bu konuda adım atmanın güçlüğü ortada. Avrupa çıpasına tutunacak dediğimiz Türkiye'de böyle bir fırsat eşitsizliğinin yaratılması, hangi akla hizmet ediyor merak ediyorum. Avrupa Birliği üyeliği ile de doğrudan ilgili olan başka bir konu ise memurların geçtiğimiz günlerde uyguladığı grevdir. Malum ülkemiz demokratik açılım daha doğrusu açılımlar konusu ile epey meşgul bir durumda. Demokratik açılımı bu kadar önemseyen iktidar partisinin eski milli eğitim bakanı ve bugün başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik bir açıklama yapıyor ve diyor ki, “bu grevi masumane bir tutum olarak göremeyiz”. İnsanın aklına ister istemez takılıyor, acaba grev ve lokavt hakkı demokrasilerin demokratikleşmenin temel taşlarından birisi değil midir? Yoksa bu açılım meselesi ile hedeflenen gerçek bir demokratikleşme değil midir?

Hazır söz iktidar partisine gelmişken Sayın Başbakan'ın Manchester United-Beşiktaş maçından sonra Beşiktaş Jimnastik Kulübü Başkanı'nı araması ve tebrik etmesini alkışladığımı belirtmek isterim. Sayın Başbakandan bu hareketlerin devamını bekleriz. Netice itibariyle Beşiktaş Manchester United'ı mağlup ederken Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmiştir. Böyle galibiyetler böyle sevinçler hepimizin sevinci olabilmelidir. Başbakan'ın bir Fenerbahçe taraftarı olmasına rağmen bunu yapmasına karşılık olarak muhalefet partilerinden MHP'nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli Beşiktaşlı olmasına rağmen böyle güzel bir harekete imza atmamıştır. Milliyetçilik konusunda çok hassas olduğuna şüphemiz olmayan bir siyasi partiye Sayın Başbakan büyük bir örnek oluşturmalıdır. Bu konuda sayın Başbakan örnek teşkil ederken bir başka konuda büyük bir yanlışın içine girmektedir. Bilindiği gibi demokratik açılım sürecine en sert yaklaşan partilerden biri MHP'dir. Sayın Başbakan MHP'nin bu tutumunu eleştirirken MHP'nin eski lideri rahmetli Alparslan Türkeş'ten örnekler vermekte ve MHP'ye, sizin lideriniz böyle derken siz ne yapıyorsunuz mealinde eleştiriler yöneltmektedir. Sayın Başbakan'a yakın geçmişteki liderinin kendileri için arka kapıdan kaçanlar dediğini hatırlatmak isterim. Kendilerine gelince geçmişi inkarın o kadar kolay olduğu durumlar varken başkaları için geçmişten örnekler verip hassas noktaları kaşımanın yarar getirmeyeceğini umarım Sayın Başbakan'da bilmektedir. Mutlaka Devlet Bahçeli'de Alparslan Türkeş'in hangi konuda ne tutum sergilediğini bilmektedir. Dolayısıyla Devlet Bahçeli'ye bu konularda hatırlatma yapacak kişi Sayın Başbakan değildir. Eğer Sayın Başbakan geçmişe bu kadar önem veriyorsa Necmettin Erbakan'ın onlara verdiği yol haritalarını kendisi ne ölçüde uyguluyor bunun cevabını vermelidir. Sayın Başbakan geçmişteki politikaların kendilerini nasıl bir “kafes” e soktuğunu sanıyorum iyi hatırlıyordur. Şahsen bu kafeslemeleri desteklemediğim gibi inatla bazı şeyleri gerçekleştirmek gibi bir tutumunda çok sağlıklı olmadığına inanıyorum.

Kafes planları konuşulurken bir güvercin kafesten uçtu gitti bilmem haberiniz var mı? Hulki Cevizoğlu ve Rahşan Ecevit hanımefendinin yeni güvercinli partisinin eski güvercinden nasıl ayırt edileceği merak konusu. Türkiye'de siyasi parti sayısı şuan kaçtır bilmiyorum ama birbirinin benzeri birçok siyasi parti var. Dolayısıyla bu partilerin yüzde on gibi bir baraj uygulaması karşısında ne yapacaklarını çok merak ediyorum. Bir siyasi partinin iktidar olmak ya da en kötü ihtimalle barajı geçmek gibi bir amacı yoksa ve bu amaç gerçekçi değilse neden kurulduğunu da anlayamıyorum. Son dönemde sağda solda birlikler gerçekleştiriliyor, gerçekleştirilmek isteniyor ama ne kadar samimi oldukları kurulan ve var olan partilerin sayısı ile ortada. Halen daha tepede ben olacağım kaygısı ile hareket edenlerin, emekliliğini yaşamak yerine ülke yönetmek için atağa kalkanların var olduğu siyaset sahnesinde, biz gençler nasıl yer bulabiliriz? Tüm siyasetçiler gençlere güvenden, geleceğin gençler olduğundan dem vurdukları kadar, gençler için, gelecek için birşeyler yapsa keşke. Bu da başka bahara kaldı demekten başka çaremiz yok anlaşılan.

Ve bitirirken... Karman çorman bir yazı okudunuz. Aslında Başbakan'ın Libya gezisi ve Dersim Saçmalığı ile ilgili de bir iki laf etmek istiyordum ama... Başka bahara kalan umutlarımız gibi bu iki konuyu da başka yazıya bırakıyorum. Belki yazmam bile. Yazdıklarım ile ilgili birçok olumlu görüş almama rağmen bazen öyle acı olumsuzluklar duyuyorum ki lanet ediyorum yazmaya. En son birisi “Kürt Açılımı” ile ilgili fikrimi sormuştu ve ben de yazdığım yazıyı göstermiştim. Aldığım cevap, “bu kadar uzun yazıyı kim okuyacak şimdi” oldu. Belki de bu yazı o nedenle bu kadar kısa oldu. Hepinize hakettiğiniz bir bayram diliyorum. Sevgiler, Selamlar, Saygılar...

12 Kasım 2009 Perşembe

1 Soru, 3 Cevap

10 Kasım nasıl anılmalı?, Açılım 10 Kasım'a denkgetirilir mi?, MHP Kongresi demokratik miydi?, Bahçeli ile Baykal siyasetten ne zaman çekilir?, Recep Tayyip Erdoğan 2011'den sonra Çankaya'ya mı çıkacak?, Domuz gribi büyük tehdit mi?, Domuz gribi aşısını olalım mı, olmayalım mı?, Yoksa Amerikalılar mı bize musallat etti domuz gribini?, Merkez sağ birleşebilir mi?, Merkez dediğimiz yere hem sol hem sağı koyarsak nasıl olur?, Dursun Çiçek suçlu mu?, Dursun Çiçek'in imzasına destek mi olmak lazım?, Siyaset ile asker ilişkileri nereye gidiyor?, Cavalli'nin sonbahar kış kreasyonunu beğendik mi?, Berat Özipek doğru mu dedi?, Defne Samyeli Eren Talu'yu boşamakla iyi mi etti?, Vize sınavları yaklaşıyor hazır mıyız?... Sorular, sorular ve sorular...

Cevaplar kısmı öylesine zor, öylesine çetrefilli olan yukarıda kısmen yazdığım “sorular buhranı” ile başbaşayım son günlerde. Herkes kendi meşrebince bir cevaplar listesi hazırlayabilir ve hatta işi abartıp her bir soru ile ilgili birer yorum yazısı da kaleme alabilir. Mutlaka konu ile ilgili bilgi sahibi olmak gerekmez(!). Hemen bir google taraması yapılır ve birilerinin dedikleri üzerinden bir iki kelam edilir. Birileri dediklerimiz önemlidir, herkes bugüne kadar kendine yakın olduğuna inandığı kişinin yorumuna bakacaktır. Mesela benim bir yakınım Emin Çölaşan okumadan duramaz. Emin Çölaşan ne yazmışsa, bizimki de “evet bak aynen öyle” der ve gün içinde Emin Çölaşan abisi ne yazmışsa o da onları gelene gidene satar. Hep merak etmişimdir, acaba ben herhangi bir yazının altına Emin Çölaşan imzası atsam onu da onaylayıp, “valla helal olsun bak” diyecek midir? Emin Çölaşan ve benim yakınım bu konu ile ilgili bir örnektir, bunun benzerlerini başka yazarlar ve başka kişilerle de yapabilirsiniz. Türkiye'de buna benzer örnek birçok konuda karşımıza çıkmaktadır ve bu uzunca bir süre daha böyle olmaya mahkumdur. Mesela bir çoban için ülkenin dışişleri bakanı olmak ve dış politika ile ilgili meseleleri yürütmek hiç zor değildir. Buradaki çoban örneği mesleği veyahut çobanları aşağılamak maksatlı değildir. Aynı şekilde bir bürokrat da tarla-tokat edinip (kiralayıp) buğday-patates ekerek para kazanmayı bildiğine inanır ki bu konu ile ilgili birçok örnek vardır. Çünkü bürokratlarımızın da bir kısmı köy kökenlidir ve köydeki arazilerini değerlendirmekten keyif duyarlar. Diğer bir mesele ise büyük-küçük arasındaki “biz sizin yaşınızdayken neler yapmazdık” sendromudur. Şartların değişmesi ve dün ile bugün arasındaki farkın idrak edilmesi ile yapabilitenin değişmeyeceğine inanır büyükler. Tam tersten bakmak çok kolaydır aslında. Ellerine bilgisayarı ve cep telefonunu alıp kullanmak da zorluk çeken birçok büyüğümüz vardır. Ama herşeye rağmen onların küçükken yaptıklarını biz asla yapamayız ki bu doğrudur ama buradaki hata küçükken yaptıklarını bizlerin de yapmasını beklemeleridir. Başka bir mesele ise bilmediğimiz bir konu ile ilgili birisinin söylediklerine verilmeyen önemdir. Çünkü bizim herşey ile ilgili birazcık da olsa – atacak tutacak kadar- bilgimiz olmalıdır. Karşımızdaki anlamadığımız birşeyi konuşmaya başladığında bizim canımız sıkılmaya başlar ve argo tabirle “hava basıyor şerefsiz” deriz bazen.

Yukarıdaki örneklemelerin kilit noktasındaki kelimeler “uzmansızlık - mesleksizlik” ve bunun yanına eklenmesi gereken kelime de “tahammülsüzlük”tür. Bizim ülkemizde herşeyden herkesin anlaması çok sık rastlanır bir durumdur. O nedenle mesleğiniz nedir sorusuna karşı cevaplar bazen ardı sıra uzayan mesleki terimler içerir. “Ben, eğitimci-matematikçi-yazar-mühendisim”ya da “gazeteci-işadamı-eğitmenim” gibi cevaplar duyabilirsiniz. Cevaplar tam anlamıyla böyle olmasa bile ilgi alanlarını da içine katan cümleler dizisi halindedir. İkinci kelime ile ilgili durum ise klişedir. Bilinmeyen bir mesele ile ilgili konuşan insan pek dinlenmez ve insanlar o ortamı terketmek için çeşitli bahaneler üretirler. Dolayısıyla bizim toplumumuzda sorular çoktur ve cevaplar sorulara oranla daha da çoktur. İlgili ilgisiz herkesin her konuya söyleyeceği bir cümle vardır. Bu nedenle toplumumuzda tahammül seviyesi de düşüktür. Herkes herşeyi bildiği zaman insanların birbirine tahammülü olması da beklenmemelidir. İşin en tehlikeli boyutu ise herşeyi bildiğini sanmanın neticesinde edinilen bir fikirdir. Her fikri bildiğini sanan insan içinden birini seçtiği vakit ve o fikre baş koyduğu zaman olaylar içinden çıkılmaz bir hal alır. O nedenle rahmetli Uğur Mumcu'nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın” çağrısını sık sık hatırlamakta fayda vardır. Aksi takdirde Sakallı Celal'in dediği gibi “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olabilir.” !

9 Kasım 2009 Pazartesi

Ölenle Ölmemek ve Atatürk'ü Eserler İle Yaşatmak

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosuna liderlik eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün 71. yılını saygı ve dua ile anıyor ve bu konu ile yeri gelmişken aklımdaki birkaç düşünceyi şöyle bir kurcalamak istiyorum. Aslında Sn. Başbakan'ın TRT kanalına verdiği mülakatta söylediği “ölenle ölmüyoruz ve öleni eseler ile yaşatıyoruz” cümlesi benim düşündüklerimle çok ilgili. Çünkü ölüm yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk'ü anarken, ölenle ölmek veyahut ölmüşlüğünü kabul etmek arasındaki çizginin hassasiyetine vurgu yapmak istiyorum.

Yıllar önce bir gazetenin ilk sayfasında farkettiğim çelişki bu konu ile ilgili okyanusumun kapağını aralamıştı. Neredeyse %99'u islam inancını taşıyan Türkiye'de sanıyorum ki bir kandil gününün ertesinde gazetenin ilk sayfasındaki iki başlık çok etkileyiciydi. İlk başlıkta “Bu çağda bu zihniyet, ölüden medet umuluyor” yazmaktaydı ve bir önceki gün kandil vesilesi ile türbeleri ziyaret eden vatandaşlara ağır bir eleştiri yapılıyordu. İkinci başlık ise “Yetiş atam kurtar bizi” şeklindeydi. Cümleleri tam doğru olarak hatırlayamıyor olabilirim ama başlıklardan çıkan mesajlar tam olarak bu şekildeydi ve ikinci başlığın hemen altında büyükçe bir Atatürk fotoğrafı vardı. İlk bakışta gayet mantıklı gelen bu haber bir düşününce aslında fena halde saçmaydı. İlk başlığa göre ölüden medet umulmazdı ama ikinci başlıkta ölüden medet umuluyordu. İkinci başlığın altındaki fotoğraf Atatürk olduğuna göre sanıyorum Atatürk'ün ölü naaşından medet ummak meselesi çok da garip gelmemişti. Tabiki orada başka bir mesaj ile Atatürk değerleri de işaret ediliyor olabilirdi. Ancak ne olursa olsun işin trajikomik yanı ölüden medet ummamayı çağdaşlık olarak gösterirken ölüden medet umabilmekti. Tabiki bu meseleyi farkedince benim gözümde bir Atatürk küçümsemesi olmadı, Atatürk üzerinden birileri birşeyleri ve diğerlerini aşağılamaya çalışmaktaydı. Konuyu paylaştığım insanların bir kısmı bunu yapanları rozet Atatürkçüleri olarak değerlendiriyordu kimileri ise herşeyin çok normal olduğuna işaret ediyordu.

Bu örneği yaşadıktan sonra defalarca Anıtkabir'i ziyaret ettim. Hatta geçenlerde bir proje için Ankara'ya gittiğimde Anıtkabir'e bir kez daha gittim. Her Anıtkabir ziyaretimde aslında bazı gözlemlerde yapıyordum. Özellikle Anıtkabir'de insan davranışları beni çok etkilemişti. Bildiğiniz gibi ve bence olması gereken bir kabir ziyaretinde dua edilir. Çünkü kabir dediğiniz şey yaşamını yitiren kişinin cenazesinin defnedildiği yerdir ve oraya gidilerek eller semaya açılır ve dua edilir. Ben bunu sanıyorum ilk kez bayram namazlarından sonra yapılan kabir ziyaretleri ile babamdan öğrenmiştim. Fakat Anıtkabir'de yaşanan kabir ziyaretlerinde, insanların mozolenin önüne gelişleri, mozolenin önündeki davranış şekilleri beni şaşırtmıştı. Bir keresinde başörtülü bir teyzenin mozoleye geldiğinde başörtüsünü başından çıkarttığını görüp çok şaşırdığım gibi birçok seferde insanların sadece kafa sallayarak mozoleyi selamlamasını garipsiyordum. Anıtkabir'e yaptığım son ziyarette ben yine mozoleye geldim ve ellerimi semaya açarak dua ediyordum. Şöyle bir etrafa bakınca insanların bir kısmının beni garip bakışlarla izlediğini farkettim. Kendimi bir anda yabancı gibi hissettim. Sanki ben başka bir ülkeden gelen bir turisttim ve insanlar bana öyle bir hisle bakıyorlardı. Ben büyük liderin ruhuna bir fatiha armağan ederken aslında çok da rahat değildim. Çünkü dua okumak için gerekli olan abdest durumu için Anıtkabir'de herhangi bir abdesthane veya bu işi görecek bir yer yoktu. Bu durumu da diğer selamlama meselesi ile birleştirince kendimce acaba burası AnıtKABİR mi, AnıtMÜZE mi diye soruyordum. Tabi bunları anlatırken aklıma Volkan Konak'ın söylediği “çorap kokulular Anıtkabir'e gitmesin” sözü de aklıma takılmıyor değil. Şarkılarını çok sevdiğim sevgili Volkan Konak bu cümlesi ile kendisine olan saygımı yitirmeme neden oluyordu. Anıtkabir'e gidebilecek veya gidemeyecek olan insanları bir sanatçı kendisinin dünya bakışı ile nasıl belirlemek isterdi? Ayrıca Anıtkabir'e girebilecek veya giremeyecek insan modelleri olabilir miydi? Mevzu Anıtkabir olduğu için aklıma bir mesele daha takılıyor. Anıtkabir'in aslanlı yol adı verilen kısmında yere döşenen taşların rastgele ve aralıklı olarak yerleştirilmesinin manasızlığı... Aslında ilk bakışta çok manidar. Düşünce o taşların aralıklarına insanların basmaması için başlarını aşağıya eğmek zorunda kalarak önlerine bakmasının sağlanmasıymış, bu da Atatürk'e giderken başın öne eğilmesi ve saygı gösterilmesi ile ilgiliymiş. Şimdi benim canımı sıkan ve anlamsız bulduğum mesele “başını öne eğmenin” zorla sağlanarak zorla saygılı bir yürüyüş tertip edilmek istenmesi. Sanki Mustafa Kemal Atatürk saygıyı haketmez veyahut zorla saygı duydurulması gereken bir insanmış gibi bir yaklaşım. Bana kalırsa insanımız ve insanlar Mustafa Kemal Atatürk'e canı gönülden büyük bir saygı duymaktadır ve esas olanda budur.

Şimdi birileri bu yazının içeriğini gereksiz bulabilir. Art niyetli olduğumu düşünebilir. Hatta bana dümdüz küfür bile edebilir. Ancak benim temel olarak anlatmak istediğim; zaten büyük olan, herkesin büyüklüğünü ve dehasını kabul ettiği, onun büyüklüğünü anlatmak ve ona saygı duydurmak gibi bir gereksinim olmayan Mustafa Kemal Atatürk'ün, onu sevdiğini, onu saydığını ve tüm insanlara onu saydırtmak gibi bir durumu misyon edinmişlerce daha çok küçük düşürüldüğüdür. Türkiye'de halen daha birileri Mustafa Kemal Atatürk üzerinden nemalanmaya çalışmakta ve hatta bu konuda gayet de başarılı olabilmektedir. Ancak bunu yapanlar sembol ve rozet Atatürkçülüğünden öteye geçemedikleri gibi Atatürk'ün en çok sevdiği milletine de hizmet noktasında hiçbirşey verebilmiş değilllerdir. Anıtkabir'e yarın birçok insan gidecektir, Ata'yı saygı ile anacaklardır.

Benim en büyük temennim; Mustafa Kemal Atatürk'ün sadece ölüm günleri ve önemli günlerde anılması yerine, Türkiye'de afedersiniz kuş pislese Anıtkabir'e koşulması yerine, ciddi anlamda anlaşılmaya çalışılması, kişiliği ve eserlerinin tartışmaya açılabilmesi ve cumhuriyeti emanet ettiği gençlerce revize edilebilmesidir. Herhalde kimse dünyanın halen daha 1938 şartlarına göre döndüğünü iddia edemeyecektir. Atatürk öldükten sonra dünya, bir sıcak savaş ve hemen akabinde uzun yıllar süren bir soğuk savaş dönemi geçirmiştir. Artık herkes takdir etmelidir ki 20. yüzyıl kafası geride kalmış ve 21. yüzyıla ulaşılmıştır. Dünya'nın etrafında döndüğü dinamikler epey değişmiştir. Mutlaka büyük lider Mustafa Kemal Atatürk geleceği de gören bir takım değerlere sahipti. Mutlaka kendisinin bıraktığı eserler bizlere ışık tutacaktır. Ancak artık Mustafa Kemal ölmüştür, kendisi Anıtkabir'de bizler için büyük bir sembol olarak yatmaktadır. Bize düşen ölenle ölmek yerine geleceğimize yön verecek eserlere imza atmaktır.

Burak YALIM 10/11/09

7 Kasım 2009 Cumartesi

"E Pluribus Unum": Sayın Obama!

İran'da yaşanan olaylar tüm dünya medyası ve özellikle batı medyasında önemli bir yer tutmuştu. İran'da yaşanan ve halen devam eden olaylar birçok kişi tarafından kaçınılmaz değişimin başlangıcı olarak gösterildi. 1979 devriminin sancıları maalesef yıllarca konuşulamamış, İran'ın içerideki olağan hesaplaşması bugüne kadar gerçekleşmemişti. Neticede tabloya baktığımızda bu verileri doğrulayacak çok fazla emare bulabiliyoruz. Bugün İran'daki olayların içinde 1979 devriminin ve sonraki sürecin ana aktörleri birbiriyle mücadele etmekteler. Seçimlere yüksek sesle itiraz eden Musevi devrimin ilk yıllarında başbakanlık, Kerrubi ise iki dönem meclis başkanlığı görevini yürütmüş isimler ve bugün protestoların başını çekiyorlar. Bu isimlere destek veren Hatemi ise İran'da iki dönem devlet başkanlığı yapmış bir isim. Tüm bu kişiler etrafında İran'da yapılan son seçimlere yönelik itiraz ve protesto göterileri devam etmektedir. Diğer tarafta ise İran İslam Cumhuriyeti Dini Lideri Ali Hamaney ve seçimlere göre yeniden Devlet Başkanı olarak seçilen Mahmud Ahmedinejad bulunmaktadır. Dini lider Hamaney seçimlerin usulüne göre olduğunu belirtirken, Devlet Başkanı olması konusunda Mahmud Ahmedinejad'ı desteklemiştir.



Ahmedinejad devlet başkanı olduğu günden itibaren İsrail ve ABD başta olmak üzere batı dünyasına karşı çok sert bir cephe almıştı. İran'ın içindeki sorunlar yerine dış tehdit algılaması üzerinden politika yürütüyordu. Batı karşıtlığı ile bir bakıma ciddi bir destek topluyordu. Çünkü geçtiğimiz dönem ABD'nin İran'a ne zaman ne şekilde saldıracağına ilişkin senaryolar ve dedikodular ile tamamlanmıştı. Dolayısıyla İranlıların böyle bir tehdit algılaması varken içeride ne gibi sorunları olduğunu konuşamamaları normaldi. Bu durum ABD başkanlık seçimleri ve Barack Obama'nın ABD başkanı olması ile değişti. Değişim mesajları ile ABD Başkanlık koltuğuna oturan Obama yüksek sesle İran'a zeytin dalı uzatıyor ve İran'ın savaşla değil diplomasi yoluyla kazanılacak bir dost olduğunu ileri sürüyordu. Obama'nın Türkiye ziyaretindeki konuşmasında İran'a uzattığı dost eli ve Nevruz bayramında yayınladığı barış temalı kutlama mesajı, İran'da mevcut dış tehdit algılamasını yavaş yavaş kırmaya başladı ve İranlılar içerideki ekonomik ve sosyal sorunları konuşma fırsatını ele geçirdiler. Tüm bu verilerden sonra İran'ın bugün içinde bulunduğu sürecin ABD başkanlığının değişmesi ile başladığını düşünürsek çok da yanılmış olmayız. Neticede ABD Başkanı Barack Obama'nın Kahire'de yaptığı konuşmada da islam dünyasına dost elini uzatışı ve demokratikleşmeye yaptığı vurguyu unutmamak gerekir. ABD'nin İslam ile savaşta olmadığını vurgulayan Barack Obama, bir anlamda Ahmedinejad'ın dış politika algısında İslam düşmanlığı üzerinden yaptığı primi elinden alıyordu. Obama'nın kadınların eğitim hakkı ile ilgili söylemleri ile İran sokaklarındaki protestolarda yer alan kadınların yoğunluğu arasında bir bağ kurmak sanırım çok da paranoya olmasa gerek.



Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi İran'da yaşananlar Batı tarafından demokrasi yolunda ciddi adımlar olarak algılanmaktaydı. Ortadoğu'ya demokrasi getirmek üzere Irak ile başlayan süreç İran'da bir rejim veyahut iktidar değişikliği ile mi sürdürülmek isteniyor? Niyetim klasik ABD düşmanlığı yapmak ve herşeyin altında bir ABD eli aramak değil. Ortadoğu'ya demokrasiyi getirme telaşı batının çok uzun dönemdir dillendirdiği bir şey. Nitekim Lübnan'daki Hizbullah muhalefetine karşı başlatılan Sedir devrimi de batı medyasında çok ilgi uyandırmıştı. Ancak tüm bunların yanında İşgal altındaki Filistinde, Hamas 'ın kazandığı ve demokratik olduğu düşünülen seçimler itibar görmedi. Aksine Hamas terör örgütü olarak addedildi. Bunun yanısıra nedense Ortadoğuya ve arap dünyasına ihraç edilmeye çalışılan demokrasi, ABD güdümündeki Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün ve Mısır gibi demokrasiden nasibini almamış ülkeler için konuşulmuyor. Suudi Arabistan ve Ürdün halen daha monarşi ile yönetiliyor, Mısır'da ise adı sözde cumhuriyet olan ve 1981 yılından beri Hüsnü Mubarek'in cumhurbaşkanlığında devam eden bir yönetim anlayışı var. Bunlarla birlikte bir çok arap hükümetinin siyasi parti kurulmasına bile karşı olduğu bilinen bir gerçek. Hatta Mısır'daki parlamento ve başkanlık seçimleri hileye sahne oldu ancak bu durum batı dünyası ve medyasında ilgi uyandırmadı.



Tabi burada herşeyin sorumlusu olarak birilerini göstermek de doğru olmaz. Netice itibariyle sokaklara dökülmek konusunda İranlılar gibi diğer arap ülkelerinin halkarı da hevesli olabilmeli. Ortadoğu'da demokratik devletler görmek ve halkın refah düzeyinin yükseldiğini görmek elbette olumlu gelişmeler olacaktır. Ancak bu konuları tartışırken 21. yüzyıl dünyasında 4 milyar insanın açlık sınırında olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. BM çatısı altında Afrika Kıtasındaki halklar için birşeyler yapılmaya çalışılması, Afrika yılı, Kalkınma yılı vb. organizasyonların pek de yeterli olmadığı ortadadır. Afrika'da halen daha açlıktan çocuklar ölürken oraya buraya demokrasi götürmenin insanlığa ne denli hizmet etmek olduğu tartışılmalıdır. Muhakkak devletler çıkarları ile yaşamaktadır. Elbette fakirlik ve yoksulluk tek bir devletin mücadelesi ile değişmeyecektir. Ancak dünyanın komutanlığına soyunmak ve bunu yaparken İslam Dünyası ile dostluk kardeşlik mesajları vermek yeterli değil icraat gerekiyor. Başka ne diyor Barack Obama: “Dünyanın her bir köşesinden, her bir kültür sayesinde şekillendik ve kendimizi tek bir fikre adadık: E pluribus unum: Yani, çoktan tek.” Evet çoktan tek olabilmek için mücadele edebilmek gerekli. Arabıyla, Amerikalısıyla, İranlısıyla, Afrikalısıyla, Asyalısıyla ve bizim ülkemiz gibi arada kalmışlığımızla, hep birlikte çoktan tek olan İNSAN için mücadele edebilmek...
 
1/7/2009

İran - Türkiye Senkronizasyonu: "Tamamen Duygusal"

Revaçta, “Belge” meselesi ve “İran” karmaşası var. İkisinin de birbiri ile farklı ve benzer yönleri olduğunu düşünüyorum. Belge kimin belgesi, doğru mu değil mi diye tartışmak yerine böyle bir gündeme sahip oluşumuzun henüz demokrasi anlamında nerelerde olduğumuz gerçeğini gösterdiğini düşünmekteyim. Peki ya İran'da ortaya çıkan “seçimler sahte” tartışmaları ve kanlı olaylara dönüşen seçim protestolarına ne demeli? Acaba bu iki örnek bize ne kadar benzer olduğumuzu göstermiyor mu?

İran özelinde demokratik bir ülkedir. Çünkü İran ortadoğunun en demokratik ülkelerinden birisidir. Lübnan, Filistin, Irak gibi ülkelerin yanında İran demokrasisinin hatrı sayılır bir yeri vardır. Türkiye ise bölgesindeki en demokratik (!) ülkedir. Her ne kadar darbelenmiş de olsak, halen daha darbe günlüklerini konuşuyor da olsak bizim demokrasimizin de İran'a nazaran hatrı büyüktür. Fakat dikkat çekici bir nokta batının bu iki tür demokrasiye yaklaşımıdır. Türkiyedeki cumhuriyet mitingleri, muhafazakar-islamcı iktidarı dengelemek isteyen Laik, Cumhuriyetçi grupların gösterileri, tepkileri olarak yansıtılıp, iktidarın önünün kesildiği söylenirken, İran'daki reformistlerin sokaklara çıkması demokrasinin en güzel örneği olarak algılanmaktadır. Sanırım “batı” bu işi de yine işine geldiği gibi algılamaktadır. Burada dikkat çeken bir noktada İran'da yaşananlara ses çıkarmayan ABD yönetimidir. ABD'nin ses çıkarmasının normal olduğunu düşünmemekle birlikte alışılagelmiş demokrasi, insan hakları v.s. çağrılarını duyamamak aklımı kurcalamaktadır. Obama'nın değişim sinyallerinin ve İslam dünyasına yaptığı şirinliklerin arkasında acaba birşeyler mi var? Özellikle Obama'nın “İran'a dost elini uzatıyorum ama kayıtsız da kalamam” sözleriyle birleştirdiğimde tablo hayli düşündürücüdür. Neticede İran, ABD'nin Obama'dan önceki en büyük tehdit olarak gördüğü ülkelerden biriydi. Hatta G.W.Bush şer üçgeni tanımlamasına İran'ı sokmuş ve Bush döneminde sürekli ABD İran'a ne zaman askeri müdahale yapacak sorusu tartışılmıştı. Başkanlık değişimi ile birlikte ABD İran'a zeytin dalı uzatmış ancak elle tutulur herhangi bir yanıt alamamıştı. Belki de Obama'nın sessizliği İran'da ki Musavi yanlılarının sesinin daha çok çıkmasına neden oluyor. Bunun da klasik paranoya ile bilinçli yapılan bir şey olduğunu düşünmek anormal olmasa gerek. Türkiye'de de bir zamanlar yönetim böyle değiştirilmemiş miydi? İki grup ellerinde silahlar ile birbirine girmişken büyük(!) ordumuza vazife düşmüş ve yönetime el konulmamış mıydı? Dışarıdan yapılacak bir mudahale yerine içeriden yapılan müdahaleler her zaman için kamuoyunu yanına alabilir. Nitekim ABD'nin uzun zamandır planladığı söylenen İran müdahalesi de bu şekilde yapılıyor olabilir.

Türkiye'de bugün konuştuğumuz darbe planlarının başarısızlığı da dış desteği bulamamış olması değil mi? Az önce belirttiğim gibi batının Türkiye'de yapılmış ve yapılan cumhuriyet mitinglerini iktidarın önünü kesmek olarak algılaması ile İran'da yapılanları demokrasi gösterisi olarak algılamasının ilintisiz olduğu düşünülemez. Türkiye'de yapılacak bir darbe batının işine gelmiyor. Buna mukabil İran'da ise reformistlerin çabaları sessizce ve Obama'nın “İran'ın içişleridir bir şey söylemem doğru olmaz” kabilinden açıklamaları ile destekleniyor.

Peki bunca şey yaşanırken biz sade vatandaş olarak bu işlerin neresinde yer alabiliyoruz? Mantığımıza yatan taraflardan birine destek veriyor ya da hiçbirini önemsemeyip eve götürebildiğimiz ekmeğin derdine düşüyoruz. Ama neticede önemsemediğimiz olaylar bizim evimize götürdüğümüz ekmeğin fiyatını belirliyor. İran veya Türkiye'de yaşananlar salt düşünce farklılıklarından kaynaklanan mücadeleler değildir. Bu işin sonundaki pasta payı herkesin ağzını sulandırmaktadır. Yani mesele tamamen duygusaldır(!). En özelinde Türkiye'de yaşanan Devrimci – Karşıdevrimci mücadelesi pastadan kimin ne kadar pay alacağı ile ilgilidir. Yıllardır pastayı tek başına pay edenler şimdi bir başkasının bunda söz sahibi olmasından rahatsızlık duymaktadır ve biz demokrasi teorisine sıkı sıkı sarılmadıkça, açık toplum olma yolunda adım atamadıkça, bu mücadelede etkisiz eleman rolünü oynamaya devam edeceğiz.



Burak YALIM 23/06/09