Not: Algerie News için verdiğim mülakat 21 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirildi fakat gündemin hızla değişmesi sebebiyle yayınlanamadı.
1. Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Sizden söz etmek
için hangi unvanları kullanmalıyız? (Kurucularından olduğunuz sivil toplum
kuruluşunun tam ismi, görevleriniz, vs.)
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde Uluslararası
İlişkiler alanında lisans ve yüksek lisansımı tamamladım. Yüksek Lisans tezim
“Yugoslavya’nın Dağılması ve Uluslararası Politikaya Etkileri” başlığını
taşıyordu. Önümüzdeki akademik takvimde Bosna-Hersek’te yine uluslararası
ilişkiler alanında doktoraya başlayacağım. 4. Kuşak Balkan göçmeniyim. Babamın
ailesi 1900’lerin başlarında Bosna-Hersek’ten ve annemin ailesi 1930’larda
Bulgaristan’dan Anadolu’ya göç etmişler. Uluslararası İlişkiler alanında
Balkanlara odaklanmamda bunun etkisi çok büyük. Henüz lisans eğitimimi
sürdürürken Türkiye’de gençlerin başta dış politika olmak üzere politika yapım
süreçlerine dahil olmasının yolunu açacak aktiviteler düzenlemeye başlamıştım.
Bunun Çanakkale yerelinde kalmasını istemiyordum. Sürdürülebilirliği sağlamak
ve Türkiye geneline yaymak için farklı üniversitelerden arkadaşlarımla bir
platform oluşturduk. Türkiye’de böyle bir ihtiyacın olduğunu gözlemlemek zor
değildi ve bu ihtiyaç bizim hızlı bir şekilde örgütlenmemize olanak sağladı. 3
yıl kadar platform şeklinde hareket eden Türkiye Uluslararası İlişkiler
Çalışmaları -TUİÇ - 2011 yılında İstanbul’da ofis açarak dernekleşti ve
bugün Türkiye ve farklı ülkelerde birçok gencin takip edip katkı sunduğu bir
STK haline geldi. Her ne kadar adında “Uluslararası İlişkiler” disiplinine atıf
olsa da bugün TUİÇ içerisinde farklı branşlardan bir çok genç inisiyatif
almaktadır. TUİÇ’in çekim merkezi haline gelmesini sanıyorum non-partizan
duruşu, tüm farklılıklara ve renklere eşit mesafede dururken mazlum ve mağdur
olan her kim olursa olsun onun yanında durabilmesi ve kamu diplomasisini
önceleyerek demokratikleşmeyi ilke edinmesi sağladı.
2. Kendinizi herhangi bir politik görüşe ya da akıma
yakın hissediyor musunuz? (Söz konusu akımın mutlaka Türkiye'de bir yansıması
olması gerekmiyor.)
Bugün ideolojilerin hükmünü neredeyse yitirdiği ve
toplumsal-bireysel taleplerin ön plana çıktığı bir dünyada yaşıyoruz. Açıkçası
günümüzün en büyük sorunlarından biri de sanıyorum herhangi bir politik görüşe
ait hissedememek. Örneğin bugün Türkiye’ye baktığımızda insanlar kendilerini
belirli sembol ve simgelerle tanıtıyor olsa bile o simgelerin ve sembollerin
çok uzağında yaşam sürüyorlar. Bu doğal olarak bir karmaşa oluşturuyor. Belki
de kimlik karmaşası desek daha iyi olabilir. Çok fazla alt kimliğimiz var ve
bunları yeni yeni keşfediyoruz. Bu kimlikler arasından da bir ortak kimlik
çıkarma telaşına düşmüş durumdayız ki her politik fraksiyon bu durumu kendine
malzeme yapmanın derdinde diye düşünüyorum. Sonuç olarak ben de kendimi
herhangi bir politik görüşe ait hissetmiyorum. Yakın çevreme sorsanız sanırım
beni iki kelime ile tanımlarlar. Bunlardan biri liberal diğeri de demokrattır.
Evet bu iki kelimeye yakın olabilirim ama böyle tanımlanmayı da çok hoş
bulduğumu söyleyemem çünkü ben Burak Yalım’ım ve kendimi henüz keşfedememişken
bir politik kimliğin altına-yanına-arkasına geçmek istemiyorum.
3. Gezi Parkı deneyimini nasıl yaşadınız? Var olan siyasi
ve sivil aidiyetlerinizi, inanışlarınızı yeniden sorgulamanıza yol açtı mı?
Gezi Parkı benim için bir kırılma noktası oldu diyemem belki
ama oy verdiğim partinin geldiği noktayı, o dönemde başkanlığını yürütmekte
olduğum TUİÇ’in varlığını ve çalışmalarının muhtevasını bir kere daha düşündüm.
Kemalistlerin ilk kez “imdat” diye bağırıyor olduğunu görmek, Türkiye’nin büyük
bir demokratikleşme hamlesi yapmasını sağlayan Ak Parti’nin hukuken olmasa bile
söylemlerle yaşam tarzı olarak kendine benzemeyenleri bariz bir şekilde nasıl
dışladığına şahit olmak ilginç bir deneyim oldu. Çünkü orada “ileri demokrasi”
sözünü söylem edinmiş, Türkiye’de asker-yargı vesayetini geriletmiş bir siyasi
parti ve liderinin bir anda aslında yıllardır kendisinin mücadele ettiği
anti-demokratik aktörlere benzediğini gözlemliyorsunuz. İşin kötüsü demokrasi
talebiyle sokağa dökülenlerin büyük kısmının o güne kadar hiçbir hak
mücadelesine destek vermemiş olması ve deyim yerindeyse sadece yılan
kendilerine dokunduğunda avaz avaz bağırması. Ortada şöyle bir durum oluşuyor;
sokağa çıkanlar hükümet ve başbakanın buyurgan ve yaşam tarzını belirleyici
söylemlerinden rahatsız ve haklılar ama aynı kişiler aynı şeyi yıllarca bugün
hükümet edenlere karşı yapmışlar. Bakın aradaki farka dikkatinizi çekmek
istiyorum. Bugün birileri söylem bazında buyurgan, müdahaleci ama dün birileri
hukukla, askerle, bürokrasiyle müdahaleci olmuş ve buyurgan davranmışlar. Her
ne kadar bugün yaşanan dün yaşanana göre evla olsa bile tasvip edilecek,
onaylanacak bir yanı yok. Toplumun farklı kesimlerini birbirinden nefret
ettirmek, kılık-kıyafet üzerinden, yaşam tarzı üzerinden, inanç üzerinden ve
toplamda kimlik üzerinden siyasetin getireceği bir toplumsal fayda olmadığı
gibi devlet aygıtının bu hususlarda vatandaşına eşit mesafede durması ve
kolaylaştırıcı olması gerekir.
4. Gezi Parkı hareketinin herhangi bir anında harekete
dahil oldunuz mu? Olduysanız nasıl? Hareketten çekilmeniz gerektiğini
düşündünüz mü? Hangi nedenlerle, niçin?
Gezi Parkı olaylarının yoğun olarak gündeme geldiği 31 Mayıs
Cuma sabahı uyandığımda Taksim’deki polis şiddetini gördüğüm anda TUİÇ yönetim
kurulundaki arkadaşlarımı aradım ve TUİÇ olarak polis şiddeti başta olmak üzere
her türlü şiddeti kınayan ve politika yapıcıların halkın taleplerine kulak
vermesi gerektiğinin altını çizen bir bildiri yayınlama fikrimi kendileriyle
paylaştım. Yönetim Kurulu olarak oybirliği ile bu minvalde bir bildiri kaleme
alıp yayınladık ve akabinde Taksim’e gittim. Kısacası ilk dahil oluşum
orantısız polis şiddeti üzerine oldu. Akabinde politika yapıcıların sessizliği,
Başbakan’ın yurtdışına gitmeden önce yaptığı konuşmalarda tansiyonu düşürecek,
olayı anlamaya çalışacak bir yaklaşım yerine Taksim’de toplanan kalabalığı yok
sayan ve küçümseyen açıklamaları birkaç gün daha Gezi Parkı eylemine destek
vermemi sağladı. Hareket amacından sapmaya ve provokatör grupların başı
çektiği, demokratik ve barışçıl olmaktan çok şiddetin ön plana çıktığı ve
hükümet meselesini aşıp memleket meselesine dönmeye başladığında Taksim ve Gezi
Parkı eylemcileri ile ilişiğimi kestim. Bir olay ancak bu şekilde haklıyken
bizzat aktörleri tarafından bu kadar haksız bir hale getirilebilirdi. Maalesef
Taksim Dayanışma Platformu demokratik olmaktan çok buyurgan davranmaya, Gezi
Parkı olayları bir demokratik talep ve hükümete karşı oluşmuş bir rahatsızlıktan
çıkıp hükümet devirme ve hatta Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelmeye
başladı. Demokrasi diye bağıranların sabahtan akşama kadar Recep Tayyip
Erdoğan’ın şahsına, ailesine yönelik küfürler etmesi ve demokratik yollarla
sürdürülebilecek bir eylemi işgale dönüştürmesi benim için kabul edilebilir
değildi. Taksim bir süre sonra 1970’lerin solculuğuna atıf yapan bir açık hava
nostalji müzesine dönüştürülmüştü maalesef.
5. Gezi Parkı eylemlerini bütün bir süreç olarak ele
aldığınızda edindiğiniz izlenim ve görüşünüz nedir?
Hayatını kaybeden insanlar oldu. Aynı şekilde ağır
yaralanan, gözünü kaybeden, farklı uzuvlarında kalıcı hasar oluşan insanlarımız
var. Hepsi için çok üzgünüm. Maalesef bu üzüntü cümleleri beyan edilirken polis
ve eylemci diye ayıranlar oluyor. Açıkçası ben bu ifadeleri tercih edenlerin
gerçekten üzüldüğüne inanamıyorum. Tüm bu üzüntünün, yaşanan can kaybı ve
hasarların yanında bu sürecin Türkiye için büyük bir ders olduğuna inanıyorum.
Daha net söylemek gerekirse Türkiye’nin geliştiğine ve gelişmeye devam
edeceğine bir delalet olduğuna inanıyorum. Vatandaşın temel olarak hükümetten,
devletten talebi hep ekonomikti. Evet, Türkiye’de maalesef başörtüsü yasağı
uygulandığı için kılık-kıyafet ile ilgili eylemler de oldu ama bugün ekonomik
talepleri görece aşmış ve sosyal alana, yaşam alanına dair taleplerle sokağa
çıkan kitlelerden bahsediyoruz. Takdir edersiniz ki demokratikleşme ve kalkınma
birbirini tamamlayan süreçlerdir. Gezi Parkı eylemleri Türkiye’nin batısında
yaşayan insanların az da olsa ülkenin doğusunu, Kürtleri anlamasına da yardımcı
oldu mesela. Bununla birlikte birçok muhafazakârın dün bize uygulanan baskının
bir benzeri acaba Kemalistlere mi uygulanıyor diye sorduğuna şahit oldum. Bütün
politik tarafları bir kenara iten, bir çevre hassasiyetiyle başlayan ve daha
sonra hükümete ülkenin tüm kesimlerini temsil et ve dikkate al mesajı vermeye
çalışan, ağırlığını Y kuşağı dedikleri gençlerin oluşturduğu yeni bir durumla
karşı karşıyayız. Gezi Parkı eylemlerinin önemli bir çıktısı ise Türkiye’de
insanların demokrasi kavramının katılımcı ve çoğulcu kısmıyla tanışmasıdır.
“Evet demokrasi ama nasıl?”, “Çoğunluk olmak yeterli mi?” gibi soruların sıkça
sorulduğu bir aşamaya geldik. Eğer bu süreçten hükümet ve destekçileri,
hükümete karşı olan kitleler ve her iki kesimde de yer almayıp uzaktan
izleyenler, kısacası herkes payına düşeni alabilirse Türkiye’nin önünde daha
güzel günler olacağını söyleyebilirim. Çünkü unutmamak gerekiyor, demokrasi
öyle akşamdan sabaha olacak bir şey değil, demokratik bir sistem kurmanız da
yetmez, halkınızın demokratik bir kültüre sahip olması gerekir ve toplum turşu
değildir ki kuralımda 3-5 ay sonra afiyetle yiyelim. =)
6. Eylemlerin başından itibaren Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın eylemler hakkındaki eleştiri, tutum, tepki ve söylemlerini nasıl
yorumluyorsunuz?
Hepimiz Başbakan Erdoğan’dan uzlaşı, anlayış ve eylemcilere
hak vermesini bekledik. Başbakanı anlamaya çalışmadık. Başbakanı anlamaya
çalışmak ona hak vermek anlamına gelmiyor elbette. Ben Başbakan Erdoğan’ı
sadece Gezi Parkı olayları üzerinden değerlendirmenin büyük eksiklik olacağını
düşünüyorum. Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın Gezi eylemcilerini genellemesi ve
CHP zihniyetine indirgemesi ve hatta çapulcu demesini elbette doğru bulmadığımı
belirtmeliyim. Başbakan sanıyorum en başından itibaren Gezi Parkı olaylarına
kendisine ve partisine yönelik daha önce tertiplenen olaylar gibi baktı.
Unutmamak gerekir ki Erdoğan sadece 2002’den bugüne kendisine yönelik
tertiplenen (Ergenekon-Balyoz-Kapatma Davası-Suikast Girişimi-27 Nisan
E-muhtırası) birçok organizasyonu boşa çıkarttı ve kazanan oldu. Erdoğan’ı bir
başbakan ve siyasi parti lideri gibi görmemiz gerektiği kadar insan olarak da
değerlendirmek zorundayız. Şiir okuduğu için hapis cezası alan, partisi üst
üste seçim zaferi kazanırken diğer tarafta partisine yönelik darbe girişimleri
tertiplenen ve bu süreçte inanılmaz bir çalışkanlık gösteren birinden
bahsettiğimizi unutmamalıyız. Erdoğan bu kadar tertiple başa çıkarken diğer
taraftan büyük bir başarıyla Türkiye’nin değişimine, demokratikleşmesine
öncülük etti. Basit bir örnekleme yapacak olursak bir küçük esnaf bile
defalarca iyi mal verdiği müşterisine bir kere gülümsemediği veya kötü mal
verdiği zaman dünyanın en kötü esnafı ilan edilebiliyor. Bu insanın doğasında
var. Her zaman iyi mal istemek, iyi muamele beklemek ve hep daha iyisini
arzulamak insan nefsinin bir parçasıdır. Bugün Erdoğan Türkiye’de hiçbir
siyasetçinin cesaret edemediği şeyi yapıp barış sürecine liderlik ediyor
mesela. Bir de bunun uluslararası boyutu var. Erdoğan sadece içerde değil
dışarıda da bir Türkiye inşa ediyor. Türkiye’nin imajını olumlu manada
değiştirmek için çaba sarf ediyor ve hatta gücünün ötesinde adımlar atmaya
çalışıyor. Mesela Filistin meselesinde ön alıyor, Somali konusunda dünyaya ders
vermeye çalışıyor, mevcut dünya düzenini, kuzey-güney dengesizliğini, BM’deki
işlemeyen yapıyı sorguluyor. Tüm bunları yaparken geliyor Gezi Parkı
eylemlerinde kendi vatandaşları tarafından diktatörlükle, otoriterlikle
suçlanıyor ve hatta şahsına-ailesine karşı küfürler işitiyor. Burada elbette
savunma mekanizması devreye giriyor ve ihanete uğramış, kendisine nankörlük
edilmiş hissine kapılıyor. Kısacası Erdoğan normal bir siyasetçiden daha fazla
çalıştığı ve bu çalışmayı anormal koşullarda (Türkiye’nin şartları)
gerçekleştirdiği için bu yaptıklarını bir fedakârlık veya kendi deyimiyle
hizmetkârlık olarak görüyor ve haksız da sayılmaz.
Tüm bunları bir araya getirdiğimiz zaman Erdoğan’ın Gezi
Parkı’nı küçümseyen, dış mihraklarla işbirliği içerisinde hareket eden
kişilerden ibaret gören ve aşağılayan söylemlerini anlamak zor değil. Ama
elbette bu durum bütün eylemcileri ve olayları aynı kefeye koymasını
gerektirmediği gibi tavrını da meşru kılmıyor. Evet, son kertede Erdoğan’ın
icraatları üslubunu dövüyor ama üslubu da birçok vatandaşı haklı olarak
rahatsız ediyor.
7. Hayalinizdeki Türk siyaset sahnesini ve düzenini
tasvir eder misiniz?
Martin Luther’in 1963 yılındaki konuşmasından sonra hayal
kuran pek olmamış gibi görünüyor ama benim de bir hayalim var elbette. Her
şeyden önce putlarını yıkmış bir Türkiye hayal ediyorum. Bireylerin kendine
güvendiği, siyasetin toplumu değil toplumun siyaseti belirlediği, demokratik,
insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir ülke hayalim. Belki çok klişe sözler
bunlar ama maalesef bugüne kadar bunu başarabilmiş değiliz. Siyaset yapmanın
saraylı olmak, yani korunmak, ayrıcalıklara sahip olmak, zengin olmak, yalancı
olmak olarak addedilmediği bir ülkeden bahsediyorum. Türkiye’nin bu potansiyeli
var. Tam hatırlayamıyorum ya bir film repliği ya da şarkı sözünde diyor ki “You love me once, you can do it again”.
Türkiye’nin tarihi arka planına baktığımız zaman farklılıkların birlikte ve
kendi öz kimliklerini koruyarak barış içerisinde yaşadığını gözlemlemek zor
değil. Bugün dünya neredeyse ulus devleti tüketmiş ve ekonomik, kültürel,
coğrafi birlikteliklere, tek kutupluluktan bölgesel güçlerin öne çıktığı bir
düzleme doğru ilerliyor ve bu minvalde Türkiye’den başka bölgede iddia sahibi
bir ülke tarihsel meşruiyet noktasında yok. İşte bu yüzden Türkiye’nin tarihi
derinliğinde saklı kodları günümüze revize ederek uygulayabilme imkanı mevcut.
Bunu uygulayabilen bir Türkiye sadece bölgesinde değil küresel anlamda da
değerli bir çekim merkezi haline gelebilir. Mesela Avrupa Birliği’nin böyle bir
Türkiye’ye ihtiyacı var bile diyebilirim çünkü ekonomik krizden çok AB’yi
değerleri tüketmiş olmanın yarattığı kriz vuruyor ve vuracak diye düşünüyorum.
Benim hayalimdeki Türkiye bölgesinde barış-istikrar-işbirliği konseptini
oluşturmuş, değer-marka üreten ve model olan bir ülke. Tabi bunu
gerçekleştirmesi için ilk önce kendi tarihiyle yüzleşmesi ve demokratikleşme
sürecini hızlandırması elzem.