26 Aralık 2010 Pazar

Bölünme Paranoyası = Yok Sayılma Halüsinasyonu


Birileri bir şeyleri rayından çıkartmak istiyor. Bilmem ne kadar farkındayız ama son günlerde yaşanan olaylarda istenilen-verilen bir şeyler varmış gibi gösterilmek kaydı ile ortam inanılmaz gerilmiş durumda. Bazıları bak işte gördün mü sonunda bölüneceğiz, dil istiyorlar, demokratik özerklik istiyorlar ve bunun sonu bağımsızlık olacak derken bazıları da Kürtçeyi yaşatmak istiyoruz, kültürümüze sahip çıkmak zorundayız, kendimizi yönetebiliriz diyorlar. Bu ve benzeri cümleler kuranların hemen hepsinin asıl derdi içerikte değil. Ne söylediklerinden çok sokakta nasıl algılandıklarını önemsiyorlar bence. Çünkü niyetleri sokakta bir karmaşa yaratmak. Kısmen de başarılı olduklarını söyleyebilirim. Mesela Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde iki grup birbirine giriyor ve 3 yaralı var.

Son süreç, Ekopolitik adlı düşünce kuruluşu temsilcileri tarafından Cumhurbaşkanı’na sunulan rapor ile başladı. Raporun tamamını önemsemeden, yapılma hazırlanma sürecini gözetmeden içinden cımbızlamak usulü ile alınan kesitler ile hemen saldırılara başlandı. Tam da bu esnada Demokratik Toplum Kongresi ve BDP’nin Demokratik Özerklik talepleri ve çift dilli yaşam çağrıları basında inanılmaz büyük bir yankı ile pozisyonlandırıldı. Bu iki olaydan sonra kamuoyunun ve tarafların sinirlerinin gerilmesi çok normaldir. Sanki demokratik özerklik ilk kez dile getirilmiş gibi gazetelere “vay anam vay” şeklinde manşetler atılması, kendi çevresinde kanaat önderi konumundaki insanların Ekopolitik’in raporunu gayri ciddi şeklinde nitelemek usulüyle objektiflere sunması ve merkeze yerleştirmesi. Bunlarla birlikte bu süreç içerisinde BDP çevrelerinin sanki ortada istenilip verilmeyen bir şey varmış gibi mağduru oynayan açıklamalarla yangına adeta körükle gitmesi geldiğimiz bu noktanın hazırlık merhaleleridir. Sokaktaki vatandaşın sürekli olarak bölünme paranoyası ve ezilmişlik, hakkı yeniliyormuş hissiyatı ile meşgul olması da herhalde ancak böyle sağlanabilir. Bu kime ne kazandırıyor kısmı ise uzun sürecek bir hikâye.

Peki, gerçek olan, anlaşılması gereken nedir diye soracak olursak eğer, ortada bölünmekle, böldürülmekle, ezilmek ve ezdirilmekle ilgili herhangi bir hadise görmek mümkün olmayacaktır. Kürt sokağına indiğiniz zaman var olan talebin iki bayrak, iki resmi dil, öz savunma gücü gibi şeyler olmadığı ortadadır. Daha önce yapılan hataların tekrarının devletçe yapılmaması için anayasal vatandaşlık gibi bir güvence, Kürt dili ve kültürünü yaşatabilmek için Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasından öteye geçen herhangi bir somut talebi Kürt sokağında bulamazsınız. Kürtçü sokağında ise bu ürkmelere neden olan bayrak, devlet vb. talepler vardır bu da işin doğası gereğidir. İşin doğası gereğidir diyorum çünkü Türkçü sokağında da Büyük Türkistan kurma ideali her zaman var olmuştur.

Peki diğer taraftan Kürtler eziliyor, hakları gasp ediliyor, dilleri konuşturulmak istenmiyor şeklinde serzenişte bulunanların söyledikleri ne kadar gerçekçi? Geçmişte yapılan hatalar unutulmamakla birlikte bugün gelinen noktada demokratikleşen Türkiye’de Kürt kimliği tanınmaktadır. Devlet Kürt vatandaşına yakınlığını, samimiyetini göstermek için 24 saat Kürtçe yayım yapan TRT 6 kanalını kurmuştur. İnşallah yakın bir zaman içerisinde de ilköğretimden yükseköğretime kadar her alanda Kürtçe seçimli olarak okutulacaktır. Bunun üniter yapıyı tehdit etmekle, dil birliğini ortadan kaldırmakla yakından uzaktan ilgisi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin dili Türkçedir, her Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı Türkçe bilecektir. Devletin dini yoktur ama resmi bir dili vardır. Bu dil de Türkçedir. Ve bu durumu itiraz eden de yoktur. İkinci bir husus ise Türkiye’de yaşayan Kürtlerin ayrılmak ve yeni bir vatan kurmak gibi taleplerinin gerçekçiliği konusudur. BDP etrafında ve dağda örgütlü bazı kimselerin ve elbette dışarı çıkacağı ümidiyle birlikte Öcalan’ın böyle bir varsanım içerisinde yaşadığını kabul edebiliriz. Ve aslında sırf bu varsanım nedeniyle Kürt sokağına “eziliyoruz, eziyorlar, mağduruz” mesajı verilmek isteniyor.

Netice itibariyle ortada aslında ne alınan ne verilen ne de alınıp verilmesi gereken bir şey yok. Bölünme paranoyası ile yok sayılma psikolojisine hizmet edenler bu ülkeye en büyük zararı verdiklerinin umarım farkına varacaklardır. Demokratik bir ülkede Kürt ve Türk kimliği ve diğer kimliklerin taleplerinin tartışılmasından da ürkmemek gerekiyor. Türkiye demokrasisi geliştikçe ortaya dinamit atmak isteyenler hep olacaktır. Neticede terör de bir meslek haline getirilmiştir. BDP eğer Kürt realitesini yansıtmak istiyorsa, Öcalan ve terör örgütünün çizdiği çizgi ile arasına mesafeyi koyabilmelidir. MHP ve Ülkücü cenah ise üniter yapıyı ve Türkçeyi savunacağım derken dozajı yüksek tepkilerle sokağı germek ve Türkçü bir yaklaşım takınmak yerine, “kimse kavmini sevmekle kınanamaz” düsturu etrafında Kürt halkının da dilini koruma kültürünü yaşatma mücadelesine destek olmalıdır. Sonuç olarak tek Türkiye’de tek bayrak ve tek resmi dil Türkçe olmak merkezinde birleşmek ve tüm dillere, kültürlere, farklılıklara saygı duymak gerekiyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

Dur(AK)sayan Parti


            Bazı şeyler tekrar edildikçe, sözlerle sabit kalıp eyleme dökülmedikçe ve biraz da fazla göz önünde kaldığı zaman sıkıcı gelmeye başlar. İnsan hayatında sürekli aynı yüzleri görmek -bu bazen sevgili olsa bile- sıkıcı gelmeye başlayabilir. Ekonomi uzmanı olmasam bile doğal tekel durumunun bir durağanlık getirerek yaratıcılık ve yeniliği ortadan kaldırdığını söyleyebilirim. 2002’nin 3 Kasım seçimleriyle iktidara gelen ve muhtemelen 2011 Haziran ayında yapılacak seçimlerde de birinci parti olma durumunu sürdürecek olan AK Parti’nin özellikle 12 Eylül 2010 halkoylamasından sonraki hali de inanılmaz sıkıcı, tekrar eden ve etrafını görmeyen bir hal almış durumda. Doğa kanunu diye geçiştirilebilecek ve doğma-gelişme-büyüme-durağanlaşma-ölme denklemi ile açıklanabilecek bir durum olan ve bana göre “durağanlaşma” evresinin içinde yer alan AK Parti’nin bu sürece nasıl geldiği, süreçle birlikte nereye gidebileceği üzerine biraz kafa yoralım istiyorum.

Parti tüzüğüne göre AK Parti (kimileri AKEPE diyebilir) 2002 yılında iktidara geldiğinde ekonomik krizlerden ve kırılgan koalisyonlardan illallah etmiş bir Türkiye tablosunun yeni umudu halindeydi. Nitekim Avrupa Birliği çıpasına tutunarak ve çok anlamadığım ekonomik programı iyi uygulayarak ilk iktidar döneminde Türkiye halkının teveccühünü kazanmış ve özellikle ilk iktidar döneminin sonlarına denk gelen cumhurbaşkanlığı krizi ve 27 Nisan e-muhtırası vakaları ile halkın sempatisinin doruğa ulaşması ile daha büyük bir güçle ikinci kez iktidara gelmiştir. Sadece milletvekilleri seçimlerinde değil 2004 ve 2007 yıllarında gerçekleştirilen mahalli seçimlerde de ilkine göre ikincisinde oyları düşmesine rağmen AK Parti birinci parti olmuş, kısacası kurulduktan sonra katıldığı 4 seçimde de birinci sırayı alarak ipi göğüslemiştir. Bu başarıların temelinde yatan sebepleri; AK Parti’nin halkla kucaklaşabilen bir anlayışa sahip olması, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bütünleşen sempati, muhalefetin ucubeliği ve dünyada yaşanan gelişmelerin olumlu tesiri şeklinde sıralayabilirim. Bu sebepler ve alt başlıkları uzunca bir yazının konusu olacağı için daha fazla üzerinde durmak istemiyorum. Geldiğimiz yer itibariyle AK Parti, son yapılan halk oylaması da göz önünde bulundurulduğunda Türkiye siyasetinin merkezine oturmuştur ve olağanüstü bir hal başımıza gelmezse bir sonraki seçimlerde de birinciliğini koruyacaktır. Ancak bu öngörüye sahip olmak ve rekabetsizlik, kafama göre takılırım hallerinin, sözü verilen adımların atılmayıp ertelenmesinin ve en kötüsü de hoyratlığın nedeni haline gelmiştir.

12 Eylül halkoylamasında “yetmez ama evet” cephesine kuvvetle destek veren birisi olarak;

“yeni anayasa” yapım sürecinin 2011 seçimleri sonrasına ertelenmesini,

Demokratik açılım yahut milli birlik ve kardeşlik projesine ilişkin tekrar eden klişe açıklamaları,

Avrupa Birliği süreciyle ilgili bırakın fırtına estirmeyi bir dalın bile yerinden oynamadığı bu durgunluğu ve

 en komiği de Başbakanımızın “her şeyi bilirim” tavırlarına girmesini bu rakipsizlik ve rehavetin sonucu olan duraksamaya bağlıyorum.

Yeni bir “sivil anayasa” referandum ile seçimler arasında yazılamayacak olsa bile gündemin konusu haline gelmeli ve tartışılmalıydı. Yükseköğretim Kurumu’nun ortadan kaldırılması gerekliliği tartışılsa ve izlenecek yol konuşulsa sanıyorum bu öğrenci eylemleri gerginliği de yaşanmayacaktı. Avrupa Birliği müzakere süreciyle ilgili haklı olarak “Avrupa çifte standart uyguluyor” lafını sıkça zikretmekten öte, açılan 13 başlıktan henüz sadece bir tanesinin kapandığı gerçeği üzerine odaklanıp, hali hazırda açık olan diğer 12 başlığın bir yahut ikisini kapatmayı becerebilirdik. Aleviler ve Kürtler ile ilgili atılmayan adımların da bu duraksamanın tezahürü olduğunu söylemek gerekiyor. Şunu da belirtmeden olmayacak, umarım Başbakan kendisi de sıkılıyordur bu durumdan. Her bakan veya milletvekilinin hemen her demeç yahut konuşmasında sanki her şeyi başbakan biliyormuş ve yapıyormuş ve onsuz Türkiye bir hiçmiş gibi konuşmaları gerçekten sıkıcı, itici ve komik oluyor. Bu, doğu demokrasilerindeki “güçlü lider zayıf toplum” durumunun bir tezahürüdür demek istemiyorum. Ama farkındayım ki 7 yıl 276 gündür Başbakanlık koltuğuna oturmanın verdiği rehavet, otoriterlik ve bunca zamanın liderine duyulan abartılı saygının karşılıklı ifadesidir bu. 

Bu durum, yani tekelleşme, ben bilirim tutumu, iktidar sarhoşluğu olarak ifade edilebilir. İktidar sarhoşluğu esnasında etrafta neler olup bittiği gözden kaçırılabilir ve iktidarı paylaşanlar arasında çözülmeler de yaşanabilir. Sanıyorum bu duraksayan tutum AK Parti için iyi neticeler getirmeyecek. AK Parti de yenilenmeyen ve etrafındaki gelişmeleri fark etmeyip duymayan her şey gibi eskiden beslenmeye çabalayacak. Bu durumda da herkesi ve her şeyi kendine tehdit olarak görüp daha sertleşen, bencilleşen ve demokrat tavırdan uzaklaşan tutumlarla karşılaşabiliriz.    

10 Aralık 2010 Cuma

"Şiddet mi Polisten, Polis mi Şiddeten Çıkar"

1968 kuşağından değilim, o her gün ölüm ve işkence kokan günleri yaşamadım. Dinledim, okudum, kendime göre değerlendirmelerim oluştu. 1968 kuşağının ülkeye kattığı yeni bir şey olduğunu söyleyemem. Olayların içinde olanları bırakın, bu olaylara karışmak istemeyenlerin de bir fatura ödediği, üniversitelere giremediği, sınav günleri gerçekleşen işgal ve boykotlar neticesinde okullarını 1-2 yıl uzattığını biliyorum. Peki, okulu 1-2 yıl uzatmanın bir öğrenciye maliyetinin ne olduğunu biliyor muyuz? Günümüz öğrenci profilinin bunu da çok umursadığını söyleyemem, çünkü ailesinin nelere katlanıp onu okuttuğunun farkında değil ve okul bitince ne olacak sanki her yer işsiz kaynıyor, cümleleri ile dışa vuran umutsuzluğun girdabına çekilmiş vaziyette. Hal böyle olunca gençliğinin verdiği muhalif duruşu ve dinamiklik ile "ülkeyi düzelteceğim" gibi kutsal bir slogan etrafında kime saldıracak, tabii ki iktidarı elinde tutana ve o iktidarı doğru dürüst eleştirmeyi beceremeyen, alternatif olamayan diğerlerine.

Gençliğin isyanı olacaktır, gençlik otoriteye başkaldıracaktır ve daha yaşanılabilir bir dünya veya ülke arzusu ile bir şeyler yapma mücadelesinde bulunacaktır. Buraya kadar hepsi normal. Ancak genç bunu yaparken alabildiğine özgür mü? Demokrasi dediğimiz şey tercihlere, inanışlara, yönelişlere, tavır ve yaklaşımlara saygı duymak ve hemen herkesin kendini ifade edebilmesine olanak sağlamaksa eğer, demokratik devlet bu durumu tesis etmekle mükelleftir. Peki, ne oldu da Türkiye'de gençlerin kendisini ifade etmesine imkan sağlanmadığı, hatta polis şiddetine maruz kaldığı konuşulmaya başlandı? Başbakan rektörler ile bir toplantı gerçekleştiriyor, bazı gençler bu toplantıyı protesto etmek için eylem hazırlığına girişiyor, eyleme müsaade edilmiyor ve ortalık karışıyor. Sonra polis şiddetine maruz kalan öğrenciler, kendini ifade etme şansı bulamayan öğrenciler, muhatap alınmayan öğrenciler, vs. vs.

Üniversitede geçirdiğim 4 yıl boyunca öğrenci kulüp ve toplulukları ile haşır neşir oldum. Ne zaman bir siyasi partinin kapısını çalsak, ne zaman parlamentoya gitmek istesek hep ilgi ve sevgiyle karşılandık. Milletvekilleri ile ülke gündemine, sorunlarımıza, eksikliklerimize dair her şeyi konuşma fırsatını istisnai durumlar dışında her zaman elde edebildik. Kendi penceremden baktığım zaman muhatap alınmadık, dinlenmedik, diyemiyorum. Peki dün bizi dinleyen, bizim etkinliklerimize katılıp katkı sağlayan, imkanları ölçütünde öğrencilere zaman ayırmaya çalışan siyasi ve bürokratlar bugünlerde gerçekleşen olaylarda bebeğini düşürecek derecede şiddetle baş başa kalan öğrenci arkadaşlarımızı dinlemediler mi? Kendilerinden talep edilen randevulara kulak asmadılar mı? Asıl sorun burada başlıyor gibi hissediyorum. Son günlerde yaşanan bu olayların içindeki öğrenci arkadaşlarımızın niyetleri, politika yapıcılar ile oturup konuşmak, talep ve isteklerini birinci ağızdan iletmek mi, yoksa biz onlarla konuşsak ne olacak diyerek, meydanlara çıkmak, slogan atmak, polisle didişmek, yerine göre taşlı, sopalı, yumurtalı eylemler organize ederek dikkatleri üzerlerine çekmek mi istiyorlar? Bu sorunun cevabını aramanın, mevcut kaosu daha iyi anlamlandırmak için önemli olduğunu düşünüyorum. 

Bir başka sorun ise gerçekleştirilen protestolarda "daha ileri demokrasi" hedefinde olduğunu beyan eden öğrenci arkadaşlarımızın, "üniversitelerimizde AKP istemiyoruz" şeklinde slogan atarak düştükleri çelişkidir. Birincisi üniversite kimsenin malı değildir. İkincisi, demokrasilerde her görüşün temsiline saygı duymak gerekliliği mevcuttur. Dolayısıyla demokratik hak taleplerini iletenlerin kendine demokrat olma gibi bir lüksü olmamalıdır. Evet, iktidar partisinin demokrasi ile ilgili atması gereken ciddi adımlar vardır. Öğrenci Kolektifi olarak kendilerini adlandıran protestocuların anti-demokratik bir kurum olan YÖK'ün kaldırılması talebini ben de sahipleniyorum. Fakat bu talebi kabul ettirmenin yolu 2,5 milyon olduğu söylenilen üniversite öğrencileri etrafında düzenlenecek bir imza kampanyası da olabilir. Ayrıca önemli bir mesele de meydanlarda toplanan kalabalıkların provokasyona çok müsait olduğu, bunun yanı sıra en ufak bir kıvılcım ile şiddet ortamının yaratılacağı gerçeğidir. 

Öğrenci Kolektifine öncülük eden arkadaşlar bir basın açıklaması yapmışlar. Öğrenci harçları kaldırılsın ve bebeğini düşüren arkadaşımızdan özür dilensin yumurta atmayız diyorlar. Ben de diyorum ki, öğrenci harçları kalksın kalkmasına da, acaba ülkemde harç parası veremediği için okuyamayan insan var mı? Ayrıca belirtmek isterim ki, en sosyal demokrat olması gereken siyasi partinin genel sekreteri Süheyl Batum hoca bile "parasızlıktan okuyamayacak öğrenci kalmayacak" diye söz verirken, öğrenci harçlarını kaldıracağız diyemiyordu. Özür kısmına gelirsek eğer, bebeğini düşürmüş olmasına çok üzüldüğüm arkadaşımıza, öğrenci eylemlerine duyarlı olduğun kadar karnında taşıdığın bebeği de düşünsen diyorum. Ayrıca bir üniversiteli olmadığını, üniversite hazırlık kursunda olduğunu da öğrenince, bu protestoların da saf ve temiz niyetle gerçekleştirildiği konusunda şüpheye düşüyorum. 

Son olarak polis mi şiddetten şiddet mi polisten çıkıyor kısmına gelecek olursak eğer, kalabalığın olduğu yerde polisin olması muhakkaktır. Kalabalığın kuralları aşmaya başladığı anda polisin uyarması da olağandır. Uyarıların dinlenmemesi ile birlikte görevi kamu düzenini sağlamak olan polis mutlaka karşıdan gelen şiddete bir orantı etrafında şiddet uygulayacaktır. Kimse polisin elinde gül ile "aman evladım yapmayın" diyerek eylemcileri o ortamdan uzaklaştırmasını beklemesin. Çünkü polis kamu gücünü kullanma meşruiyetine de sahiptir. Bu durum, polisin kızlarımızı saçlarından sürüklemesine, copunu her önüne gelene savurmasına ve biber gazı ile ortamı savaş alanına çevirmesine müsaade etmek anlamına gelmez. Bu gibi orantısız güç kullanan polis de şiddetin polisten çıktığını gösterecektir. Ama unutulmamalı ki, Türkiye'de işkenceyi normal gören, vatandaşa kaba davranan, vatandaşını şiddet ve tehdit unsuru gören polis imajı da olumlu yönde çok fazla değişmiş, değişmeye de devam etmektedir. Şiddet varsa polis vardır. Polis varsa şiddet olmamalıdır.  

7 Aralık 2010 Salı

"Öyle Bir Geçer Zaman Ki" Herşey Unutuldu Sanılır


Sıkı bir televizyon izleyicisi değilim. Televizyon izlediğim zamanlar ise haberler yahut tartışma programlarından başka pek ilgili olduğum programlar yoktur. Diziler hususunda ise öyle geniş çaplı bilgi sahibi değilim. Fakat son zamanlarda sanıyorum ki "Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisini izlemiyorsanız bile "Küçük Osman'ı" duymuş, dizi ile ilgili o veya bu şekilde bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Böyle düşünüyorum çünkü pek fazla dizi ile alakası olmayan biri olarak ben bu diziyle ilgili bırakın sağdan soldan bilgi almayı, diziyi olabildiğince takip etmeye çabalıyorum. Çünkü ilgimi çeken bazı şeyler var. Birincisi ciddi bir dram ile karşı karşıyayız ve bir aile içinde yaşanan olayların aile bireylerine nasıl bir etki ve baskı oluşturduğunu gözlemlemek açısından iyi bir fırsat olarak değerlendiriyorum. İkincisi ve bu yazıya konu olan kısım ise dizi içerisinde bir dönemin siyasi olaylarına atıf yapılıyor olması ve bu atıfların izleyiciler açısından neler ifade ettiği. 
Dizi  1967 yılında başlıyor ve malumunuz bu dönemde Türkiye'de gençlik hareketleri ve sağ-sol çatışmaları üniversitelerde almış başını gitmekte. Ebeveynlerimizden dinlediğimiz, kitaplardan okuyup belgesellerden izlediğimiz kadarıyla dönemin siyasi çatışmaları hakkında fikir sahibiyiz. Mutlaka herkesin de bir siyasi tavrı, bu olaylara ilişkin yorumu ve sempati duyduğu bir taraf mevcuttur. Bu durum eşyanın tabiatı gereğidir ve kimseyi de bununla suçlamak, sen neden o düşünceyi destekliyordun, destekliyorsun gibi sorgu sual ederek zorlamaya gerek yoktur. Bizim jenerasyonun kendisine kadar uzamamış olsa bile mutlak surette ailesinden birileri, yakın dostlarının aileleri bu olayların bir tarafına bulaşmış, bir şekilde içinde yer almıştır. Çünkü dönemin Türkiye'si budur, yaşam bunlarla birlikte sürüp gitmektedir ve yanılmıyorsam bugün hemen herkes o şiddet içerikli sahnelerin yeniden üniversitelerde yaşanmasını asla istememektedir. Şahsi kanaatim, şiddet kısmı törpülendiği takdirde belli fikirlerin mücadelesini veren, idealist insanların bugünde varlığının gerekli olduğu şeklindedir. "Gençliğin, hedef sahibi, hedefi için gereken çalışmaları azimle sürdüren, geleceğin temellerini atan ve yarına etki eden bir unsur olabilmesi" gibi klişe bir cümlenin içindeki anlamları ben de sahiplenmekteyim.
Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisine dönecek olursak eğer, bu dizinin işlemek istediği konu bir aile dramı olmakla birlikte yaşandığı zamanın izlerini de taşıması çok normaldir. 1967 yılında bir üniversite öğrencisi olan Berrin karakterinin mutlaka üniversitede yaşanan olaylarla ilgisi, ilişkisi dizinin konusu içerisinde önem arz etmektedir. Lakin burada dikkatimi çeken ve esas bu yazıyı yazmama neden olan mesele dizideki siyasi taraflardan "ülkücüler" ile "komünistler" ile ilgili izleyiciye çizdiği imajdaki adaletsizliktir. Dizi de Berrin'e ilgi duyan ve karşılığını da bulan Ahmet karakteri "komünist" lider kadrosundan birini sembolize etmektedir ve eli sadece kalem tutmakta, amacı da ABD emperyalizmine karşı gençliği bilinçlendirmek olarak lanse edilmektedir. Ahmet karakteri "ülkücüler" tarafından sürekli bir tehdit algısı içerisinde ve "iyi çocuk" rolünde gösterilmekte, "ülkücüler" ise iyi çocuğa fenalık yapmak için her fırsatı kollayan, hatta belden aşağı vurmak tabiriyle açıklanacak şekilde Ahmet'in sevdiği kız olan Berrin'i kaçırmak suretiyle onu zor durumda bırakmak ve hatta öldürmek istemektedir. Buraya kadar yazdıklarımda bir fenalık görmüyor ve gayet olağan birşey gibi algılıyorsanız, yazının devamını okumanıza da gerek yoktur. Çünkü ben dizinin bu kısımlarında bir şark kurnazlığı gördüğüm için yazma gereksinimi duymuş bulunmaktayım. Ahmet karakteri ile "komünistler" iyi çocuk olarak izleyiciye sunulurken "ülkücüler" aşağılık, her türlü şiddete başvuran ve ABD'nin emperyalist planlarına çanak tutan kişiler olmakta ve takdir kamuoyuna bırakılmaktadır. 
1967 yılından günümüze 40 yılı aşkın bir zaman geçmiştir. İzleyici konseptinin olayları birebir yaşamayan ve belki de ebeveynleri tarafından da olaylara ilişkin herhangi bir şey işitmemiş ve hasbelkader dizi vesilesi ile bu meselelerden haberdar oldukları düşünüldüğünde, karakterler arasında yapacağı analiz hepimizin malumudur. Bugün Türkiye siyasetinde Türkiye Komünist Partisi önemli bir yer teşkil etmezken Ülkücü Camia diye adlandırılan ve büyük çoğunluğu Milliyetçi Hareket Partisi ile anılan bireylerin bu dizi vesilesiyle nasıl bir duruma düştükleri ve töhmet altında bırakıldıkları ortadadır. Bahsettiğimiz siyasi parti bugün parlamentoda ve yarın seçimlere katıldığında ciddi beklentileri olan bir oluşumdur. MHP'nin avukatlığını yapmak vazifesi üzerime düşmüş olmasa bile ülkücü camianın içinde bulunan hatırı sayılır dostlarım, geçmişim ve her şeyden öte gerçekleri söyleyebilmek mücadelem adına bu duruma tepki vermeyi görev addediyorum. Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisi bu anlamda eleştirdiğim ilk olay değildir. Televizyonlarda bundan önce de benzer içerikli diziler yayımlanmış ve yine benzer bir adaletsizlik söz konusu olmuştur. Söyleyemeye çalıştığımız o veya bu hareket ya da siyasi düşüncenin ve bireylerinin hak etmedikleri bir şekilde kamuoyu önünde idam edilmesinden başka bir şey değildir. Ülkücüler silaha sarılmıştır, ülkücüler komünist öldürmüştür, ülkücüler şiddete bulaşmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki bu adamlar kendileri ile kavga etmedi, ortada hiçbirşey yokken ellerine silah almadı. Benzer şekilde komünistler de silahlanmış, ülkücü öldürmüş, şiddete bulaşmıştır. Eğer o tarihin içinde bir olay anlatılacak ve bir dizi çekilecekse, bunun objektif olması, yeni nesillere yanlış mesajlar, çarpıtılmış görüntüler sunulmaması gerekmektedir.
Türkiye'de bugün bakıldığında ciddi anlamda üzüntü duyduğumuz, ancak zamanın şartlarında normal karşılanan bir iç çatışmaya birçok genç kurban gitmiştir. TKP'li olsun MHP'li olsun, ya da her ne olursa olsun onlar bu ülkenin yetiştirdiği, genç beyinler olarak yitip gitmiş ve bugün her birine sahip çıkmak zaruriyeti biz gençlere aittir. Keşke olmasaydı demek yerine yarın ne olabilir üzerinden konuşmak ve dün yaşanan hataları tekrarlamamak adına tarihi de iyi okumak, doğru irdelemek ve "Öyle Bir Geçer Zaman ki" dizisi gibi çarpıtılmış yakın tarih dizilerine prim vermemek lazım. Bu ülkenin yakın tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan gibi, Selçuk Duracık, Halil Esendağ, Ali Bülent Orkan, Ertuğrul Dursun Önkuzu isimleri de vardır. Nasıl ki Denizler idama yürümüşse, Haliller de idama yürümüştür. Nasıl ki devlet solcuları asmışsa, sağcıları da asmıştır. Mühim olan ideolojik yaklaşımlarla kendimize yontmaktan çok, bütünleştirici, birleştirici düşünceler ile tüm ülke gençliğini ve insanlarını kucaklamaktır.
Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Platformu bunun en güzel örneklerinden birisidir. Türkiye’nin tüm kimliklerinden gençleri aynı masada buluşturabilen özelliği ile bu anlamda önemli bir adım atmıştır. Ve hatta Ekim ayının sonunda Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a Demokratik Açılım ile ilgili gençlerle de buluşması gerekliliğini ve öneriyi belirtmek için bizzat elden mektup iletmiştir. Bu mektupta da "Sayın Başbakan’a ilettiğimiz buluşma talebimizin içeriğinde ise özellikle katılımcılığa önem vermekte ve tüm gençlik birlikleri ve oluşumları ile Türkiye üniversitelerinin hemen hepsinden en az birer temsilcinin bu toplantıda bulunmasını elzem görmekteyiz." ifadelerini kullanarak kucaklayıcı anlayışı ve bütün kesimlerin fikirlerine verdiği önemi göstermiştir.