16 Aralık 2010 Perşembe

Dur(AK)sayan Parti


            Bazı şeyler tekrar edildikçe, sözlerle sabit kalıp eyleme dökülmedikçe ve biraz da fazla göz önünde kaldığı zaman sıkıcı gelmeye başlar. İnsan hayatında sürekli aynı yüzleri görmek -bu bazen sevgili olsa bile- sıkıcı gelmeye başlayabilir. Ekonomi uzmanı olmasam bile doğal tekel durumunun bir durağanlık getirerek yaratıcılık ve yeniliği ortadan kaldırdığını söyleyebilirim. 2002’nin 3 Kasım seçimleriyle iktidara gelen ve muhtemelen 2011 Haziran ayında yapılacak seçimlerde de birinci parti olma durumunu sürdürecek olan AK Parti’nin özellikle 12 Eylül 2010 halkoylamasından sonraki hali de inanılmaz sıkıcı, tekrar eden ve etrafını görmeyen bir hal almış durumda. Doğa kanunu diye geçiştirilebilecek ve doğma-gelişme-büyüme-durağanlaşma-ölme denklemi ile açıklanabilecek bir durum olan ve bana göre “durağanlaşma” evresinin içinde yer alan AK Parti’nin bu sürece nasıl geldiği, süreçle birlikte nereye gidebileceği üzerine biraz kafa yoralım istiyorum.

Parti tüzüğüne göre AK Parti (kimileri AKEPE diyebilir) 2002 yılında iktidara geldiğinde ekonomik krizlerden ve kırılgan koalisyonlardan illallah etmiş bir Türkiye tablosunun yeni umudu halindeydi. Nitekim Avrupa Birliği çıpasına tutunarak ve çok anlamadığım ekonomik programı iyi uygulayarak ilk iktidar döneminde Türkiye halkının teveccühünü kazanmış ve özellikle ilk iktidar döneminin sonlarına denk gelen cumhurbaşkanlığı krizi ve 27 Nisan e-muhtırası vakaları ile halkın sempatisinin doruğa ulaşması ile daha büyük bir güçle ikinci kez iktidara gelmiştir. Sadece milletvekilleri seçimlerinde değil 2004 ve 2007 yıllarında gerçekleştirilen mahalli seçimlerde de ilkine göre ikincisinde oyları düşmesine rağmen AK Parti birinci parti olmuş, kısacası kurulduktan sonra katıldığı 4 seçimde de birinci sırayı alarak ipi göğüslemiştir. Bu başarıların temelinde yatan sebepleri; AK Parti’nin halkla kucaklaşabilen bir anlayışa sahip olması, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bütünleşen sempati, muhalefetin ucubeliği ve dünyada yaşanan gelişmelerin olumlu tesiri şeklinde sıralayabilirim. Bu sebepler ve alt başlıkları uzunca bir yazının konusu olacağı için daha fazla üzerinde durmak istemiyorum. Geldiğimiz yer itibariyle AK Parti, son yapılan halk oylaması da göz önünde bulundurulduğunda Türkiye siyasetinin merkezine oturmuştur ve olağanüstü bir hal başımıza gelmezse bir sonraki seçimlerde de birinciliğini koruyacaktır. Ancak bu öngörüye sahip olmak ve rekabetsizlik, kafama göre takılırım hallerinin, sözü verilen adımların atılmayıp ertelenmesinin ve en kötüsü de hoyratlığın nedeni haline gelmiştir.

12 Eylül halkoylamasında “yetmez ama evet” cephesine kuvvetle destek veren birisi olarak;

“yeni anayasa” yapım sürecinin 2011 seçimleri sonrasına ertelenmesini,

Demokratik açılım yahut milli birlik ve kardeşlik projesine ilişkin tekrar eden klişe açıklamaları,

Avrupa Birliği süreciyle ilgili bırakın fırtına estirmeyi bir dalın bile yerinden oynamadığı bu durgunluğu ve

 en komiği de Başbakanımızın “her şeyi bilirim” tavırlarına girmesini bu rakipsizlik ve rehavetin sonucu olan duraksamaya bağlıyorum.

Yeni bir “sivil anayasa” referandum ile seçimler arasında yazılamayacak olsa bile gündemin konusu haline gelmeli ve tartışılmalıydı. Yükseköğretim Kurumu’nun ortadan kaldırılması gerekliliği tartışılsa ve izlenecek yol konuşulsa sanıyorum bu öğrenci eylemleri gerginliği de yaşanmayacaktı. Avrupa Birliği müzakere süreciyle ilgili haklı olarak “Avrupa çifte standart uyguluyor” lafını sıkça zikretmekten öte, açılan 13 başlıktan henüz sadece bir tanesinin kapandığı gerçeği üzerine odaklanıp, hali hazırda açık olan diğer 12 başlığın bir yahut ikisini kapatmayı becerebilirdik. Aleviler ve Kürtler ile ilgili atılmayan adımların da bu duraksamanın tezahürü olduğunu söylemek gerekiyor. Şunu da belirtmeden olmayacak, umarım Başbakan kendisi de sıkılıyordur bu durumdan. Her bakan veya milletvekilinin hemen her demeç yahut konuşmasında sanki her şeyi başbakan biliyormuş ve yapıyormuş ve onsuz Türkiye bir hiçmiş gibi konuşmaları gerçekten sıkıcı, itici ve komik oluyor. Bu, doğu demokrasilerindeki “güçlü lider zayıf toplum” durumunun bir tezahürüdür demek istemiyorum. Ama farkındayım ki 7 yıl 276 gündür Başbakanlık koltuğuna oturmanın verdiği rehavet, otoriterlik ve bunca zamanın liderine duyulan abartılı saygının karşılıklı ifadesidir bu. 

Bu durum, yani tekelleşme, ben bilirim tutumu, iktidar sarhoşluğu olarak ifade edilebilir. İktidar sarhoşluğu esnasında etrafta neler olup bittiği gözden kaçırılabilir ve iktidarı paylaşanlar arasında çözülmeler de yaşanabilir. Sanıyorum bu duraksayan tutum AK Parti için iyi neticeler getirmeyecek. AK Parti de yenilenmeyen ve etrafındaki gelişmeleri fark etmeyip duymayan her şey gibi eskiden beslenmeye çabalayacak. Bu durumda da herkesi ve her şeyi kendine tehdit olarak görüp daha sertleşen, bencilleşen ve demokrat tavırdan uzaklaşan tutumlarla karşılaşabiliriz.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder