3 Aralık 2014 Çarşamba

Siyaset yapın "Ali Cengiz Oyunu" değil.

Türkiye seçim sathı mahalline girdi. 2015 Haziran'da gerçekleşecek genel seçimlerin önemi büyük ancak maalesef yine iktidar partisi ve ondan beklentiler bu önemi oluşturuyor. Muhalefete baktığımızda ise uzun zamandır olduğu gibi ne bir umut ne de bir siyaset yapma çabası var.

Normal bir ülkede yapılacak seçimleri önemli kılanın muhalefet olması beklenir zira iktidarın hele ki 12 yıldır görevde olan bir iktidarın yaşadığı yıpranma ve iktidarda olmanın oluşturacağı rehavet ile yaptığı ve yapacağı yanlışlar muhalefete bir alan açar. Fakat bizim ülkemizde neredeyse bunun tam tersi oluyor ki buradan halen daha normal bir ülke olmadığımızı anlamamız icap ediyor. Nedir normal olmayan ülke? İnsan hakları ve demokrasinin asgari standartlarını içselleştirememiş, en azından kurumsal manada bu zemini oluşturamamış her ülke günümüz dünya siyasetinde normali yakalayamamış demektir. Esasen "Yeni Türkiye" söylemi üzerinden oluşturulan havanın da gerçekçiliği bu bağlamda sorgulanmaya açık hale gelmektedir.

Türkiye'nin insan hakları ve demokrasi karnesi 90'lı yıllara görece çok daha iyi olmakla birlikte halen daha 1982 model ve asker yapımı bir anayasa kullanıyor olması, Kürt sorununda çözümü henüz sağlayamaması, Alevi meselesinin gün gibi ortada durması ve benzer meseleler üzerinden rahatlıkla eleştirilebilir. Ekonomik kalkınmanın plansız ve programsızlığı ile oluşturulan rantsal alan ve ondan daha büyük çevresel, kentsel gerilim ile birlikte eğitim politikalarındaki devletçi, tek tipçi anlayışın farklı bir şekilde sürdürülüyor oluşu Türkiye'de güncel siyasetin ve iktidarın eleştirileceği kalemler arasında başı çekmektedir.

Tüm bu eleştiri kalemleri yokmuş ve iktidar partisi her şeyi mükemmel yapıyormuş gibi davranmak ne kadar yanlış olacaksa, muhalefetin bu eleştiri konularına dönük proje yoksunluğu ve vizyonsuzluğunu dile getirmemek de o kadar abes olur. Maalesef son 3-4 yılın en büyük sorunu olan muhalefetsizlik ve iktidarın kendi kendine muhalefet olma durumu istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Çünkü seçim sathına girdiğimiz şu günlerde siyaset yapmak yerine siyaseti devre dışı bırakmak üzere kurgular yapılmaya devam ediliyor.

367 garabeti, 7 Şubat MİT olayı, Gezi Parkı hadiseleri ve 17-25 Aralık soruşturmaları gibi bugün ortaya atılan konu seçim barajı üzerinden siyaseti kilitlemek. Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi %10 seçim barajı ile ilgili anayasa mahkemesine başvuru yapıyor. Sanırsınız ki bu baraj uygulaması yeni olan bir şey ve bu iki siyasi partimiz de bu durumdan ilk kez mağdur olacaklar. Konunun teknik detayına girmemize gerek bile yok, çünkü bayram değil seyran değil ise SP ve BBP neden Anayasa Mahkemesine başvurdular? Kısaca beklentinin şu olduğunu söyleyebiliriz; anayasa mahkemesinin siyasete girmesine, Türkiye'nin seçim sistemi nasıl olmalıdır gibi bir soruya cevap vererek doğrudan siyaset yapmasına hazırlanıyorlar. Belki bir içtihat oluşur da oradan da başka şeyler devşiririz derdindeler.

Konuyu seçim barajı adil değil olarak gündeme getirmek yerine mahkemeye gittiler çünkü onu henüz 2013 yılında Başbakan makamında oturan Erdoğan yapmıştı. Aslında iktidarın kendine muhalefet olması meselesini de bu örnek gayet açıklıyor. Erdoğan o zaman 3 seçenek öne sürmüştü: %10 barajının aynen devam etmesi, barajı %5'e çekip daraltılmış bölge uygulaması ve barajı tümden kaldırıp dar bölge seçim sistemine gidilmesi. Bu önerileri derli toplu tartışmayanlar, yerine şöyle olsa daha iyi olmaz mı demeyenler bugün işi başka yerinden tutuyorlar. Kısacası SP ile BBP'nin ve onlara akıl verenlerin meselesi seçim barajı uygulamasının adil olup olmayışı değil, yapamadığımız siyaseti anayasa mahkemesine nasıl yaptırırız telaşıdır.

Seçim sathı mahalline girdiğimizi ayak oyunlarının başlaması ile değil, biz şu ve bu eksikleri şu ve bu şekilde tamamlamak için siyaset yapacağız söylemi ve vizyonu ile görmek isterdik ancak alışmış kudurmuştan beterdir derler. Türkiye'de son yıllarda en çok alıştığımız şey iktidarın eksiklerini kendi kendine öğrenmesi ve muhalefetin de her seçim sürecinde bir Ali Cengiz oyunu gerçekleştirme telaşıdır. Anlamadığım şey ise muhalefetin bu yola tevessül etmesinin iktidarı güçlendirdiğini halen daha görememiş olması ve toplumu da salak zannetmesi. Oysa toplumsal hafıza çok diri ve kazanımlarını Ali Cengiz oyunlarına gelerek kaptırmaya hiç niyeti yok.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Bir nehir ki ömrüm

Son günlerin modası Türkiye'nin tarafsızlığını yitirdiği, itibarını kaybettiği ve bunda tüm sorumluluğun Erdoğan'a ait olduğu tezi. Bakın AK Parti değil bütün sorumluluk Erdoğan'a ithaf ediliyor. Bununla birlikte bazı dostlarım ve arkadaşlarım da bana benzer bir şeyi söylüyor; "non-partisan değilmişsin!"

Türkiye'nin AK Partili yılları diğer partilerimizle kıyasladığımızda çok uzun olmamakla birlikte yaşattığı dönüşüm var olduğu yıllardan çok daha büyük ve uzun bir döneme tekabül ediyor. Zaten esas mesele de burada başlıyor. AK Partiyi ilk başta takiyecilik ile suçlayıp, sonra onu da kontrol altına alabilmek hesapları yapanlar kontrolü kaybettikleri için bugün tümden reddediyor ve her türlü ayak oyunu ile işleri yolundan çıkarmaya çabalıyorlar. 2010 yılında "Yetmez ama Evet" cephesinde birlikte hareket edenlerin bugün müthiş bir çarpışma yaşadığı hepimizin malumu mesela...

AK Partiyi ilk göreve geldiği yıldan 2007-2008 dönemine kadar çok eleştirdim; ABD uşağı olmakla, AB yalakalığı ile vesaire... Çünkü inandığım şeylerle ters düştüğünü düşünüyordum; örneğin bana göre Türkiye tüm AB reformlarını yerine getirsede AB'ye giremeyecekti veya bir sihirli değnek olsa tüm AB reformlarını bir anda yapsanız da Türkiye çok fazla değişmeyecekti. Türkiye'nin AB modelini örnek alarak kendi iç dinamikleri, yerel-kültürel değerleri ve tarihsel arka planına bakarak bir sistem geliştirmesini benimsiyordum. Diğer yandan Başbakan Erdoğan'ın aldığı Yahudi Cesaret Ödülü, ABD ile kurduğu yakın ilişkiler midemi bulandırıyordu. O zamanlar henüz 15-20 yaşları arasındaydım ve dünyanın ne kadar büyük bir satranç tahtası olduğunu ve bizim de o tahta üzerinde bir vezir veya fil olmadığımızı, olsa olsa belki at, kale ve hatta piyon konumunda durduğumuzu göremiyordum. Bana kalırsa anlı-şanlı tarihimizin bıraktığı miras ile dünyaya nizam verecek kudretimiz vardı ve buna rağmen Erdoğan ve AK Parti'nin el ile iş tutması anlaşılmazdı.

Elbette insan büyüdükçe olgunlaşıyor, dünyanın resmini de daha büyük görmeye başlıyor. Anladım ki beklentilerim, ideallerim yerinde ama bunu yerine getirecek güç unsurları ortada yok. Bir yandan kendimi demokratikleştiren adımları atarken diğer yandan ülkenin aslında ne kadar büyük bir cadı kazanı olduğunu görmeye başladım. Mesela başörtüsü ile üniversiteye girilemediğini, Kürtlerin dilini konuşamayıp kültürünü yaşatmasının engellendiğini, ülkede "azınlık" adı altında Ermeni-Musevi-Rum cemaatlerinin gördükleri tüm zulümlere rağmen yaşadığını ve aslında zaten ülkenin büyük çoğunluğunun ve azınlıklarının diğer ayrıcalıklı azınlığın tahakkümü altında olduğunu idrak ettim. Tüm bu durumun da sadece içeriden değil, dışarıdan da destekle sürdürüldüğünü anladım, çünkü aksi mümkün olamazdı, ne zaman milletin adamları iş başına gelse devletin azınlığı desteksiz darbe falan yapamazdı.

Sonra o hengame içinde serpildik büyüdük falan... Tabi yıllar çabuk geçiyordu ama ülkenin serencamı çok daha çabuk değişiyordu. Milletin adamlarını ve haliyle milletin iradesini kafası bozulunca askıya alan, milleti en çok ilgilendiren konuları da kendilerinden başkasına konuşturmayan paşaların mahpusa girdiği, dalga dalga operasyonların yapıldığı ve çok saygın, pek kıymetli insanların "darbe teşebbüsü" suçlamaları ile kodese girdiği günleri gördük, onlar bitti derken parti kapatma davaları, cumhurbaşkanı seçtirmeme tripleri falan peşi sıra geldi.  İşte tam bu hengame arasında benim de elim kalem tutmaya, bu yazıyı okuduğunuz blogdaki yazılar oluşmaya başladı ve o gün bugün dilim döndüğünce, zihnimdekileri paylaşmaya çabaladım. İlk yazımın "Kürt Açılımı" başlığını taşıması ve o gün açılım dediğimiz şeyin bugün "çözüm süreci" haline gelmesi için sadece 5 yılın yeterli olması bile Türkiye'nin ne kadar hızlı dönüştüğünü bizlere anlatmıyor mu?

Türkiye'nin bu hızlı dönüşümü ben de dahil hepimiz hallaç pamuğu gibi söküp attı. Mesela ben lise yıllarımda "cemaat" diye adlandırılan ve bugün nam-ı değer "paralel yapı" olan Fethullah Gülen hareketini hiç sevmezdim. Hiç "sevmezdim" diyorum çünkü o zaman "tasvip etmek - doğru bulmak - eleştirel bakmak" gibi kelimeler zihin dağarcığımda pek yoktu. Aklımda hep bir komplo teorisi sağda solda anlatırdım; efendim bu adam çok iyiyse neden ABD'de, açtığı okullar çok makbul ise neden hep ABD'nin okulu olmayan yerlerde gibi komplo teorileri ile Gülen Hareketini ABD ile bağdaştırır ve "Truva Atı" olduğunu söylerdim. Dönüşüm bizi de hallaç pamuğu gibi söküp attı dedim ya; işte süreç içerisinde ben de "Türkçe Olimpiyatları" olsun, "Eğitim Önceliği" olsun farklı konularda Gülen Hareketine sempati duymaya başladım. İnanır mısınız olimpiyatları gözleri dolarak izler oldum ama yine "öz" belliydi, Türkiye ve onun dili, onun tanıtımı... Aslında bu büyük dönüşümde de bir uzun adam sorumluydu, ve onun yol arkadaşları, çünkü onlar bozuk paralara "Türkçe Olimpiyatları" yazılmasına imkan verecek kadar destek olmuştu "paralel yapıya". Yapı paraleldi zira 2010'da bizim de verdiğimiz "Yetmez Ama Evet" desteği ile yargıda semirmiş, hali hazırda poliste var olan gücünü de hesaba katarak artık yeri ve zamanı geldiğinde hükümete de dur diyebileceğine inanmıştı. Biz Kürt Açılımı derken onlar KCK ile baltalamaya, MİT dönüşüyor, düzeliyor derken müsteşarı içeriye almaya ki onu da yine "çözüm süreci" üzerinden Oslo Görüşmeleri ile yapmaya çabalıyorlardı. Aslında bu da anormal değildi, ben de bazı arkadaşların güç kazanmak için bizimle yürüdüğünü sonradan idrak etmiştim. İnsanın herkesi kendisi gibi bilmesi gibi bir doğal hali vardır, biz de halis niyetle yola çıkınca yanımızda yürüyenleri de halis niyetli sanmıştık.

Bunlar içeride yaşanan girdaplardı ve yaşanmaya devam ediyorlar. Bir de dışarısı vardı, bizim eğitim önceliğimizin de mecbur kıldığı uluslararası ilişkiler veya uluslararası çelişkiler... Türkiye'nin model ülke olmasından ekseninin kaymasına ve Arap Baharı üzerinden liderliğe oynarken bugün yapayalnız bırakılmasına kadar o cenahta da yıllara oranla zaman çok daha hızlı geçiyordu. Türkiye'nin yarım asrı deviren Avrupa Birliği ilişkileri bir yanda, küresel güç ABD ile stratejik ortaklığı diğer yanda ve sonra Şangay İşbirliği Örgütü'ne göz kırpmaları bir başka taraftaydı. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra BMGK geçici üyeliği alınıyor, 2005 yılı biz anlamadan bu hedefe dönük Afrika Yılı ilan ediliyor, Japonya'dan Komor Adalarına kadar çok taraflı çok boyutlu ilişkiler geliştiriliyordu. Kim bilebilirdi ki 1911 yılında Uşi anlaşması ile çıktığımız Libya'da 2011 yılında dünya standartlarında bir tahliye operasyonu gerçekleştireceğimizi ve yine kim bilebilirdi ki sarmaş-dolaş görünen Esad ile kanlı-bıçaklı hale geleceğimizi? Biz de bu dışarıdaki dinamizme kendimizce el attık, dernek kurduk, uzmanlar yetişsin, hedeflere erişilmesi için batılı gözlükler çıkarılsın diye kendimizce debelendik ve debelenmeye devam ediyoruz.

Hadi Burak sadete gel diyorsunuz biliyorum ama siz de görüyorsunuz hem içeride hem de dışarıda bir türlü sadete gelemedik çünkü alacağımız yol uzun, yapacağımız iş çoktu. Tüm dünyayı durdurup sadece Türkiye'nin arzuları ve politikaları doğrultusunda çalıştırsak neredeyse yarım asır alacak işi 12-15 yıl gibi bir zaman dilimine sığdırmanın verdiği bu kafa karıştırıcı ve bir o kadar da zihin yorucu hal ister istemez hepimize farklı şekillerde sirayet etti. İlkesel bir zeminde analiz edildiğinde her şeyin açığa kavuşacağı tezinin hangi ilkelere göre sorusunu doğurduğu küresel yönetişimsizlik geldi çattı bizim içinde yaşadığımız ve hem de genç olarak yaşadığımız evreyi buldu. Bizlere ilkelerden bahsedenlerin tüm ilkeleri kendi "çıkar" ve "amaçları" için kullandığı şu beş para etmez dünyada yaşamak ağrısı asılmıştı boynumuza. (Ahmet Kaya) Henüz bir asır önce Çanakkale'de gömdüğümüz insanların torunlarına verilecek bir hesabımız olduğunu düşünenler ile bize ne onlardan diyenler ve bu ikisinin arasında ne olduğunu anlamaya çalışanlar... Bazen şu kısacık tarihsel dilimden kaç tane film ve roman çıkar diye düşünmüyor değilim.

Yer küre ile gök kubbe arasındaki titreşimlerin rezonans adını aldığını ve bu rezonansın 1980'li yıllardan beri giderek şiddetlendiğini öğrendiğim günden itibaren uyku saatlerimi azaltma gibi bir eğilimim vardı çünkü biz büyüyorduk Türkiye değişiyordu ama değişimin hızı her geçen gün çok daha artıyordu. Sokaklarda "Hrant için Adalet için" diyerek kol kola yürüdüğümüzde MHP'lilerin tepkisini üzerimizde hissettiğimiz solcu dostların, sosyal demokratların üzerlerinden atamadığı cüppe-sarık korkusunu başörtüsüne gölge ettikleri günlerde de MHP'li dostlarla kol kola giriyorduk. 2010 yılında "Yetmez ama Evet" deyip vesayeti birlikte gerilettik diye sevindiğimiz dostların "Gezi" ve "17-25 Aralık" ile darbe devşirmeye çalışılan günlerde bırakın sessizliği, adeta karşı cephe aldıkları günleri idrak edeceğimizi hiç düşünmemiştik. "Unutursak Kalbimiz Kurusun" deyişiyle Roboski olduğumuz günlerde MHP'liler "terörist" dedi, "başörtüsü için özgürlük" isteyip, "Filistin-Gazze-Suriye" dediğimiz zaman ise sosyal demokratlar ve sözüm ona CHP'liler İslamafobik davrandı. Şimdi siz istiyorsunuz ki hemen sadete gelelim.

İleri demokrasi sözünü kalkan edinip hükümete  duble yollar ile kılıç sallayanların anayasa uzlaşma komisyonunda "Atatürk İlkesi" ve "Türklük Tanımı" üzerinden nasıl bir sınav verdikleri yahut verme ihtimalleri de hepimizin malumu iken biz 1982 model Murat 124 ile 220 km hız yaptık ve bir de üzerine deniz altından giden raylı sistemle 300 km ile giden hızlı trenleri beğendiremedik. Kolay mı sadete gelmek?! Duble yolların ve yeni havalimanlarının hiç önemi yoktu, varsa yoksa ileri demokrasiydi çünkü memleket çok partili hayata geçeli çok olmuştu ve netekim demokrasi bir türlü oturmamıştı. Zaten demokrasi de ne Kürt Açılımı, ne Çözüm Süreci, ne de 100 yıl sonra Ermeni torunlara iletilen taziye mesajında gizliydi, hatta demokrasi askeri vesayetin gerilemesi, Kürtçe kanal kurulması, azınlık mallarının iadesi, Kenan Evren'in yargılanması, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı bile değildi. Demokrasi olsa olsa hükümetin ve hatta belki de sadece Erdoğan'ın irtifa kaybetmesi, düşmesi, yok olması, daha da ileri giderek asılması, derdest edilmesiydi.

Biz büyümeye devam ediyorduk ve hatalarımızla günahlarımızla oluyordu bu, tıpkı çalışan, yürüyen, koşan herkesin başına gelebilecek her türlü aksilik gibi... Büyüyorduk biz ve eğitim seviyemiz artıyor, hastahanelerimiz çoğalıyor, standartlarımız yükseliyor ama diğer yandan da eksiklerimiz Soma'da açığa çıkıyor ve yüreklerimiz dağlanıyordu. Kömür karası olan yüreklerimize bir de tekme atılmasını elbette kabul edemedik, özüne vuran özünü yitirmiştir diye oldu isyanımız ama gel gör ki bir tekme atanın yerine bin tekme yedirmeye çalıştılar. Oysa bilmiyorlardı ki epey tekme de yemiştik.

İşin enteresan tarafı tekmeyi bir kişiden değil birçok kişiden yememizdi. Halen söylerim içinde yer aldığım ilk üç günü ile gurur duyduğum Gezi Olayları bize de "vatan hainliği" damgası yedirmişti. Sonrasında işin boyut değiştirdiğini görüp kenara çekilip ve hatta bu "Gezi artık Gezi değil" dediğimizde ise bizatihi Geziciler tarafından damgalandığımız günler çift taraflı tekme değilde neydi? Hrant için yürürken MHP'li dostlardan yediğimiz tonla küfrün Hocalı Soykırımı dediğimiz zaman başkalarından gelmesine ne demeli? Ergenekon-Balyoz davalarında "darbecilerle hesaplaşma" talep edip davalara arka çıkarken bizleri vatan haini ilan edenler ile bugün "paralel yapı ile mücadele" dediğimiz zaman döneklikle itham edenler arasında ne fark var?

Evet sadete geldim, dönüşüm diyoruz, demokratikleşme diyoruz ve bunları çok kısa bir zaman diliminde yığınla filme konu olacak olaylar silsilesinden çıkarmaya çalışıyoruz. Elbette hiç kolay değil ve can yakıyor ama en azından bir nehrin içerisinde seyir eden ve her türlü dalgada, eğimde ve kayalara çarpmasına rağmen ayakta kalmaya çalışan bir hikaye bu, aslında hepimizin hikayesi. Bizim içinde büyüdüğümüz, bir kısmımızın içine doğduğu veya içinde fizyolojik olarak da en büyük sıkıntıları yaşadığı ergenlik dönemine gelen bir hikaye. Tartıştıran, kavga ettiren ama dönüştüren, büyüten ve olgunlaştıran bir olaylar manzumesinin içerisindeyiz. Tabuları yıkan ve yeni tabular yapıp bir daha yıkan bir süreç bu.

Şimdi diyorlar ki oyunu neden Erdoğan'a verdin, bunca yanlışını görmüyor musun? Hatta geçende sözüm ona ünlü bir gazeteci Erdoğan'ın rakiplerinden biri olan Ekmel Bey için "neden Besmele çekerek konuşmaya başladı" sorusunu yöneltti ya işte tam oradan vereyim cevabımı. Gazeteciye göre "Besmele" taraf olmakmış ve laik devlette bu olmazmış. Peki ya besmele çekmemek taraf olmak değil mi? Erdoğan'a oyumu verdim çünkü o taraf oluyor, çekinmiyor, dönüştürüyor, büyütüyor... Kürt Sorunu var dedi, çözüm sürecine sahip çıkacağım diyor. Paralel Yapı ile mücadeleyi sürdüreceğim diyor. Kalkınma adımları, projeler sürecek, takipçisi olacağım diyor. 2023, 2053, 2071 diyor, içinin doluluğu ve nasıl doldurulduğu konusunda şüpheler ve çekinceler olabilir ama bir hedef, vizyon ortaya koyuyor. Karşısında ise onun vizyonu, hedefleri, dönüştürücü kimliği, taraf olma cesareti, takipçiliği ile baş etmesi mümkün olmayan adaylar var. Şimdi siz bana Erdoğan'a şu yüzden oy vermeyeceğim demek dışında, şu adaya şu yüzden o vereceğim gibi cümleler kurar mısınız? Yoksa siz bile Erdoğan'a göre mi pozisyon belirliyorsunuz?!  

     

6 Ağustos 2014 Çarşamba

"Affedersiniz" Demeksizin Neler Dediler!

Başbakan Erdoğan NTV'ye konuk olduğu bir programda öyle bir laf etti ki sormayın. Memleketin tüm demokratları, özgürlükçüleri, eşitlikçileri, ayrımcılık yapmayanları, vatandaşlık hukukuna inananları, barışseverleri birleşti ve "affedersiniz" metaforu üzerinden Başbakana demediklerini bırakmadı. Hatta sözün bizatihi muhatabı olduğunu düşünen Ermeni aydınlar "Güzeliz be" başlığı altında "bizi oltaya takmayı bırak, dalgana bak..." diyerek Başbakana sitem ettiler.

Başbakanın ettiği laf aynen şuydu; "...ve benim için neler söylediler; çıktı bir tanesi Gürcü diyen oldu, çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu..." Öncesinde ise Aleviyim diyebilmek, Kürdüm diyebilmek ile ilgili örnekler veriyor, bunun zenginlik olduğunu ifade ediyor ve herkes ne ise onu rahatça söyleyebilmeli diyor. Sonrasında ise babamdan da dedemden de öğrendiğim, hepsinden öğrendiğim ben Türk'üm diyor. Başbakan'ın ne kadar dobra olduğu, içinden geçeni nasıl rahatlıkla söylediği yılların tecrübesiyle sabit. Sırf bunun için çok kez eleştirdik kendisini, mesela "ananı da al git" demesiyle eleştiri aldığı gibi "one minute" diyerek gönülleri fethettiği sayısız içten konuşmanın sahibi aynı Erdoğan. Bu kez de gayet doğaçlama bir şekilde "affedersin çok çirkin şeylerle"- "Ermeni diyen oldu" ifadesini kullandı ve başlangıçta da söylediğim gibi bir anda sosyal medyada kıyamet koptu.

Birincisi Başbakan orada Ermeniler için "çok çirkin şeyler" demedi, bizim de azınlık hakları, vakıf mallarının iadesi, Hrant Dink'in katledilmesi hususlarında Ermeni cemaatine hak verdiğimiz, destek olduğumuzda yediğimiz küfürleri, maalesef hepimizin bildiği ve çoğumuzun zaman zaman maruz kaldığı "o çirkin sözleri" ifade etti. Ama her gün Recep Tayyip Erdoğan'ı pür dikkat dinleyip, bir hata yapsa da üzerine çullansak diye bekleyenler elbette bunu böyle yansıtmadı. Erdoğan'ın Ermenilere hakaret ettiği tezini hızlıca işlemeye başladılar ki bu tezi işleyenlerin "Türkiye Türklerindir" ifadesi ile her gün yayına çıkan gazeteye bir kere itiraz ettiklerine de şahit olmuş değiliz. Bana sorarsanız Erdoğan'ın Ermenilere hakaret etmediği aşikar ama yine de bu cümleleri kullanması da bir o kadar gereksiz. Çünkü öyle veya böyle maalesef yıllar içinde oluşmuş olan kötücül bilinçaltını tazeleyen sözler bunlar. Fakat meselesi üzüm yemek değil bağcı dövmek olanlar olayı harika bir şekilde çarpıttılar ve hatta az kaldı bazı AK Partililerin bile Erdoğan'ın Ermenilere hakaret ettiğine inanmasına ramak kalmıştı. "Ne dediğine değil icraatına bakarım" diyerek Erdoğan'ı savunma tweetleri atanlar sanıyorum bu karalama kampanyasına kapılmış olanlardı.

Açıkçası Erdoğan'ın Ermenileri aşağıladığı tezine inanmak da kabul edilemeyecek bir durum değil zira Türkiye'de ortalama her bireyin zihin kodları biraz Kemalist. Yıllarca gayet yaygın bir biçimde kullanılan söylemlerin Başbakanın da ağzına dolanmış olması ihtimalini kimse yadırgamaz ancak adeta devrim niteliğinde olan 1915 taziyesini yayınlayan, azınlık vakıf mallarının iadesini mümkün kılan, Ermenistan ile normalleşme çabaları sarf eden ve sonra akim kalan protokollere imza atan bir hükumetin başbakanından bu sözlerin duyulması garip gelebilir. Nitekim benim de ilk bakışta "yok artık" dememin ve direk konuşmayı dinlemeye yönelmemin sebebi bu oldu. Konuşmayı dinleyince de nasıl bir çarpıtma ile karşı karşıya olduğumuzu açıkça gördüm.

Burada Erdoğan'ı sütten çıkmış ak kaşık ilan edecek değilim, Hrant Dink'in onun başbakanlığı döneminde katledildiği ve katillerinin halen ortaya çıkarılmadığı gerçeği önümüzde durduğu sürece Erdoğan'ın tüm beklentileri karşıladığını söylememiz mümkün değil. Ancak gözardı edilen bir durum var. Erdoğan'a Ermenileri aşağıladı diye saldıranların kahır ekseriyeti acaba Ermeniler, Museviler, Kürtler, Aleviler konularında nasıl bir karneye sahipler? Türkiye'de sanıyorum İttihat ve Terakki zihniyetini temsil ve takip eden İslamcılar ve AK parti değildir. Daha düne kadar "Kürt Açılımı" meselesine şiddetle karşı çıkanların bir anda Ermeni sever olması, demokrat kesilmesi, insan hak ve hukuku konuşması bana hiç normal gelmiyor. Hele hele "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz" sloganıyla sokağa dökülüp adalet talep edenlere karşı tamamen başka bir konu olan Hocalı Soykırımı konusu üzerinden kontra-atak yapanlara ve o kontra-atağa adeta liderlik eden İdris Naim Şahin akıllıların bugün Erdoğan'a "Ermeniler" üzerinden saldırmasına ise şapka çıkarmak gerekiyor.

Affedersiniz ama Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan Hrant Dink katledildiğinde "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı attık diye ne vatan hainliğimiz kaldı ne de şehitlere vefasızlığımız. Bazıları ise açıktan küfürler savurdular, tehditler yağdırdılar. "Türkiye Türklerindir" gazetesinde yazılar yazanlar, o yazıları şevkle ve zevkle paylaşanlar şimdi kalkmışlar Erdoğan ayrımcı, aşağılayıcı, ağzı bozuk falan diyorlar. NTV'deki programdan bir veya iki gün önce Kanal 24'teki programda aynı Erdoğan "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı"ndan bahsediyordu ama ne hikmetse kimse duymadı?! Çünkü bugün Erdoğan'a ayrımcı diyenlerin yapılacak yeni anayasada; "Türklük" tanımı olsun mu olmasın mı, "Atatürkçülük" yer alsın mı almasın mı sorularına verecekleri cevaplar, sanıyorum kendilerinin demokratlık, insan hakları savunuculuğu, eşitlikçilik oldukları iddiaları için harika bir turnusol kağıdı işlevi görecektir.

Uzun lafın kısası; birilerini bir şeylerle itham ederken lütfen işaret parmağınız dışındaki 3 parmağınızın kendinize dönük olduğunu unutmayınız. Kendiniz için istediğiniz her şeyi diğerleri için isteyebiliyor ve sizin başınıza gelmesini istemediğiniz şeylerden diğerlerini de koruyabiliyorsanız ne mutlu. Bu arada "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" sözünün ve "Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun" deyişinin içinde yer aldığı faşist andın da Erdoğan ve AK Parti döneminde kaldırıldığını unutmayın. Pardon siz onu hatırladıkça Erdoğan'dan daha çok nefret ediyordunuz değil mi?!                   

Tarafsızlık ve Non-Partisan Duruş Meselesi

Son günlerin modası Türkiye'nin tarafsızlığını yitirdiği, itibarını kaybettiği ve bunda tüm sorumluluğun Erdoğan'a ait olduğu tezi… Bakın AK Parti değil, bütün sorumluluk Erdoğan'a ithaf ediliyor. Bununla birlikte bazı dostlarım ve arkadaşlarım da bana benzer bir şeyi söylüyor; "non-partisan değilmişsin!"

İlk olarak tarafsızlıktan ne anladığımıza, non-partisan olmanın ne manaya geldiğine bakmamız gerekiyor çünkü en büyük sorunlarımızdan birisi kullandığımız terminoloji aynı olmakla birlikte farklı insanların zihinlerinde epey farklı izdüşümlere tekabül ediyor olmasıdır. Tarafsızlık en basit haliyle taraf tutmamak, belirli bir zaman ve mekanda oluşan tutum ve düşünceler arasında tercih yapmamaktır. Non-partisan olmak ise herhangi bir siyasi partiye ait olmamak,  siyasi particilik yapmamak,  taraftar olmamak anlamlarına gelir.

Türkiye’nin tarafsızlığını yitirdiğini iddia edenlerin en temel argümanları “Gazze-Suriye-Mısır” politikaları üzerinden oluşuyor. Bir faz ileri gidip “Ortadoğu Bataklığı” içine çekildiğimiz, hatta buna gönüllü olduğumuz ileri sürülüyor. Birinci argüman Netanyahu, Esad ve Sisi üçlüsünün iktidarlarıyla Türkiye’deki iktidarın kanlı-bıçaklı olmasından ileri geliyor. İkinci argümanın kökleri ise çok daha derin ve içinde Arap ve İslam fobisi barındırıyor. Tarafsızlık beklentisi içinde olanların arzu ettiği tablo İsrail ile Suriye, İsrail ile Lübnan ve hatta Filistin ile İsrail arasında arabuluculuk yapan Türkiye’yi yeniden görmek. Bu tabloyu görememelerinin temel sorumlusunu Erdoğan ve AK Parti iktidarı olarak işaret ediyorlar. Çok boyutlu dış politikayı anlamadıkları gibi ilişkilerinde birden fazla boyutu olduğunu kavrayamadıkları çok net çünkü sanıyorlar ki Erdoğan ve AK Parti değişti ama karşılarındaki muhataplar hep aynı ve barışa-çözüme-istikrara meyilli. Ben bir vatandaş olarak ülkemin Başbakanını Sisi, Esad ve Netanyahu ile iyi ilişkiler kurmadığı için takdir ediyorum. Mısır, Suriye ve İsrail ile ilişkilerde bahsi geçen rejimlerden çok bu ülkelerin insanlarını önceleyen, geniş kitleleri politik süreçlere dahil etmeye çabalayan yaklaşımları da doğru buluyor ve Türkiye’nin, halkına zulüm eden Esad, darbe ile iş başına gelen Sisi ve Gazze’ye bombalar yağdırıp sivilleri katleden Netanyahu’ya tarafsız kalma ihtimalini içime sindiremiyorum.

Tarafsızlık meselesini kült haline getirenlerin beklentisi herhalde Birleşmiş Milletler, AB ve ABD’nin Gazze meselesine, Suriye’de yaşanan iç savaşa, Mısır’da gerçekleşen askeri darbeye verdikleri tepki ile Türkiye’nin verdiği tepkinin çelişmemesi ve dolayısıyla Türkiye’nin de çok sevgili batılı dostları ile arasının bozulmaması. Fakat gözden kaçırılan şey “tarafsızlığın da bir taraf olduğu” gerçeği! Mısır’da darbe yapan askerlerin ABD’den her yıl 1,5 milyar dolar aldığı, İsrail ordusunun her yıl ABD’den 3 milyar dolar aldığı gerçeğini ıskaladığımız zaman modern dünyanın tarafsız olduğunu söylemek elbette mümkün!

Non-partisanlık ise çok daha kafa karıştırıcı bir kavram; yıllarca başımı en çok ağrıtan şeylerden birisi dahil olduğum kurumun non-partisan oluşu benim ise siyasi içerikli yorumlar yapmam yazılar yazmam oldu. Sanıyorum benden beklenen etliye-sütlüye bulaşmamam, klasik, duyulmak istenen şeyleri tekrar etmemdi ve bunu yapmadığım için de şahsım üzerinden kuruma uzanan “yandaşlık” suçlamaları ile karşılaştım. Evet ben “Yaşasın Cumhuriyet, En Büyük Atatürk, Üstün Millet Türk ve Dinimiz Amin” diyerek gönülleri okşayan değil, daha çok bu çerçevede eleştirilmesi gereken eksiklere, çarpıklıklara odaklanan yazılar yazıyordum ve haliyle zihinlerinde “tabular” olanlardan eleştiri almayı da göze alıyordum. Fakat işler benimle sınırlı kalmıyor, her renkten, siyasi arka plandan kişilerin dahil olduğu, bir masada 3 kişi oturduğunda 5 farklı siyasi partiye oy çıkma potansiyeli olan çeşitliliğe sahip kurumumuz da sırf ben taraf olduğum için taraf gösteriliyordu. İşin komik tarafı ise tüm bu non-partisan olmadığım iddiaları benim herhangi bir siyasi partiye üyeliğimin dahi olmamasına rağmen yaşanabiliyordu.


Sonuç olarak ben Türkiye’nin tarafsız olması gerektiğine ne inanıyorum ne de böyle bir acizlik içinde olmasını içime sindirebiliyorum. Türkiye Gazze’de taraftır, Somali’de taraftır, Karabağ’da taraftır, Bosna’da taraftır, Mısır’da taraftır ve Türkiye dünya üzerinde zalimin zulmüne karşı, mazlumun sesini duyan bir tarafta olmalıdır. Non-partisanlık ise eskiden liderliğini yürüttüğüm kurumun temel ilkesidir ve ben de kurumun rozetini taşıdığım, o vesileyle kürsüye çıktığım her zaman buna özen gösterdim ama birey olarak hiçbir zaman sorunların uzağında oturup konforlu bir şekilde “istemezük” diyenlerden olmamaya özen gösterdim. İlk kez 1999 yılında elimde siyasi parti afişleri vardı ve 18 yaşımı doldurduktan sonra ise kullanacağım 1 oy ile siyaset yapmaya devam ettim. Eğer insan politik bir havyansa, eve götürdüğümüz ekmeğin fiyatı üzerinde siyaset birincil etkiye sahipse ve en önemlisi o insan, içinde zerre olduğu dünyanın meselelerine tarafsa, taraf olmanın getirdiği sorumluluğu taşımak zorundadır ve bunlar beni siyasetle iç içe kılmaktadır.  

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Eleştirerek Sahip Çıkma Zamanı

Yasımız devam ediyor ama ateşin düştüğü yerin dışında hepimiz üç-beş bilemediniz 15 gün sonra normalleşeceğiz. Aklımızda "Soma" olacak fakat hiç birimiz kayıpları olan aileler gibi bir ömür ve aralıksız, yaşamımızın her yerine sirayet edercesine yaşamayacağız bu acıyı. Yapılacak tek bir şey var; devletin tüm imkanları ile dul ve yetim kalanlara destek olması, onların en azından maddi ihtiyaçlar açısından kayıplarını hissetmelerini engellemesi.

Yaşadıklarımız her birimiz için birer imtihan mahiyetinde. Oturup üzerine defalarca düşünmek zorundayız. En azından işaret parmağımızla sorumlu gösterirken aynaya bakmayı da ihmal etmemek gerekiyor. Dürüst olmak zorundayız. İçimizde kaç kişi memleketin sorunlarını düşünürken "madencilerimiz, madenlerimiz" diye aklından geçirmişti? Hangimiz bir maden ocağında check-in yapmıştı? Bireysel olarak veya kurumsal olarak, her türlü öz eleştiriyi yapmakla mükellefiz. İşçi sağlık ve güvenliği konusunda kaç tane sempozyum düzenlendi, kaç kere bu konu üzerine anket yapıldı? Ankara'nın parlak zeminli, geniş koridorlu binalarını gezmeye, görmeye ve şık takım elbiseli koltuk sahipleri ile tanışmaya giderken; Dışişleri Bakanlığı, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, TBMM, Çankaya Köşkü, siyasi parti merkezleri dolaşılırken bir işçi sendikasını ziyaret etmemiş olmamız elbette bugün yaşadığımız facianın sorumluları arasına koyuyor bizleri.

Yerel yönetimleri konuşmayı, ülkeler arası ilişkileri tahlil etmeyi, yaz-kış kampları organize etmeyi, Ankara Eğitim Gezileri tertiplemeyi bilen, beceren insanların memlekete katkı sunacağız, kendimizi yetiştiriyoruz derken işçilere, işe, emeğe, madene, iş kazalarına, standartlara adeta lüzumsuz bir konu gibi yaklaşması gerçeği değişmediği sürece, yani topyekün bir zihniyet değişimi yaşanmadıkça bu faciaları farklı sektörlerde, farklı şekillerde yaşamamak mümkün değil.

Aslında burada öz'ümüzden uzaklaşmamak gerçeğiyle karşılaştığımızı görmek gerekiyor. Kendi baba ve annelerimizin çalışma koşulları üzerinden, yahut bir nesil geriye gidip dede ve ninelerimizin yaşam tecrübeleri ve ortak paydasından düşünmek gerekiyor sanırım. Hızlı kalkınmanın ve zenginleşmenin getireceği farklı ve iyi olmayan sonuçlar olabileceği ihtimaline kafa yormak lazım biraz. Evet zaman zaman bizlerden akıllı olan telefonlarımızdan tutun 21. yüzyılın bilmem kaç türlü harikalığından, güzelliğinden istifade ederken sağa ve sola bakamayacak kadar körleşmeyi sorgulamamız gerekiyor herhalde.

Öz'den uzaklaşmamanın, Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın harikulade deyimiyle "76 milyon yaralı değilmiş bir kişiyi çıkarın" sözlerinde tecessüm eden ve bir madencimizin "çizmelerinin kirinden ambülansın sedyesine zarar gelmemesi" söyleminde hayat bulduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.  Aynı madencinin verdiği mülakatta "temizlik imandan gelir" hadisini dillendirmesi; aslında hepimizin zihinlerini yıkaması gerektiğini görmesi ve "siyaset simsarlığı" bir kenara bırakılıp öz'e dönülmesi gerçeğinin en açık ifadesidir. Öz'ümüz eğer insan olmaksa, insanın başına gelip gelebilecek en ağır facialardan birinde öz'e dönmekten daha anlamlı başka ne olabilir ki? Öz'ümüze sahip çıkmak zorundayız; insanlığımızı, bize verilen vicdan ve aklı birlikte kullanmak ve öz'e eleştiri yapıp ve son kertede ona sahip çıkmak zorundayız.

Bu öz'ün bireysel, kurumsal, siyasal boyutlarını ele almak zorundayız. Fert fert eleştirimizi, hesabımızı verdikten sonra kurumlar olarak siyaset olarak da bu faciadan öz'ümüze bir takım hesaplar, eleştiriler, sorumluluklar ve yarına yönelik yeni politikalar çıkarmak zorunluluğumuz var.

Acı evinde, cenaze makamında diklenmenin değil, feryat edeni, figan eyleyeni teselli etmenin salık verildiği medeniyetteki öz'ümüzü, garip gurebanın ve fakir fukaranın, kimsesizlerin kimsesi olma iddiamızı hatırlamaktan başka herşey, her fırsatta karşımıza dikilen nefreti körüklemektedir ve bu nefret büyüdükçe herkesi içine çeken bir girdaba dönüşmektedir. Sorumlu olmamız için kusurlu olmamız gerekmez ve hiçbir kusur birinci derecede ilgili olanların ilgisizliğini kabul ettiremez.

İlk kez 10 yıllık 20 yıllık 50 yıllık düşünüyoruz, önümüze bu minvalde hedefler koyuyoruz derken bir-iki asır gerilere giden örnekler vermek; günü kurtarma telaşı değilse nedir? Diklenmeden dik durmaktan bahsederken her ne sebeple olursa olsun tekmeler savurur hale düşmek; kontrol edilemez nefrete aynı derecede kontrol edilemez bir refleksten başka ne ile açıklanabilir? Öz'ümüze dönmekten kastımız kalpler nefretle taşlaşmış olsa bile tekmelerle cevap vermek olmasa gerek.

"İyilikle kötülük bir değildir. O halde kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur. Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur... (Fussilet; 34-36)"

Sonuç olarak yaşadığımız musibetten bireysel, kurumsal, siyasal olarak çıkarmamız gereken derslerle birlikte yaşanan bu facianın "kader" ve "olağan" karşılanmasına müsaade etmek mümkün değil. Elbette her inanan için bu bir kaderdir ancak tevekkül kısmını da unutmamak gerekir. Soma'da önce özel sektör sonra siyaset sorumludur ve ilgili kişiler cezalarını çekmek zorundadır. Maden çok iyi denetlenmesine rağmen bu elim olay yaşandığına göre iyi denetlenmemiş yahut denetçiler kandırılmış demektir. 500 kişiyi kurtaracak yaşam odalarının yokluğu önce özel sektöre sonra siyasete ödenecek yüklü bir fatura çıkarmalıdır.

Atılan tekmeleri sahiplenenler, yapılan basın açıklamasını kucaklayanlar, krizin yönetilemediğini kabul etmeyip, her yanlış ve hataya mücadelenin doğası ve egemenlik savaşının olmazsa olmazı olarak bakanların verdiği zararı bir Yılmaz Özdil veremez. Yaşananlar hep birlikte bir komplonun ürünü dahi olsa öz'ümüz yaptığı hataları kabul etmek zorundadır. Elbette ortada bir mücadele var, mutlaka bir iktidar krizi oluşturmak, Soma'da yanan yürekler üzerinden cenazelerle birlikte iktidarı da gömmek isteyenler mevcut ancak buna verilecek tepki diklenmek, tekmeleri sahiplenmek ve sorumluluktan kaçmak değildir. Eğer böyle yapılırsa çizmelerimi çıkarayım mı diyen madencinin ve nicesinin hayalleri de inançları da yıkılacaktır çünkü onlar sizleri onlardan olduğunuz, öz olduğunuz için sevdi ve destekledi, öz'ü eleştirip öz kaldığınız sürece de desteklemeye ve sahip çıkmaya devam edecektir.

NOT: Soma'da yüreğimiz dağlanmışken Bosna-Hersek'te sel felaketi yaşadık. Ölenlere Allah'tan rahmet, kalanların da yaralarını bir an önce sarmalarını temenni ediyorum. 

15 Mayıs 2014 Perşembe

SOrMA Ne Haldeyiz...

Siyasi hesapları bir kenara bırakalım ve yasımızı tutalım dedik diye Başbakanın akıl almaz basın açıklamasını, müşavirinin tekme atmasını görmezden gelmek, üstünü örtmek gibi bir telaşımız yok.

Siyasi hesapları kenara bırakalım dedik, siyaseti değil, çünkü bunun imkansızlığı ortadadır, zira insan politik bir hayvandır ve aldığı nefes dahi siyasetle iç içedir. 

Hele hele bir facia yaşanıyorsa, ihmaller söz konusu, sorumlular varsa insanların susması ne mümkün? 

Konuşmayın da demedim, "siyasi hesap" yapmayalım dedim zira cenazeler soğumadan, acı dinmeden yapılacak siyasi hesabın varacağı yer iyi olmaz, bu milletin, bu toprakların kadim kültürü bunu kabul etmez demek istedim. 

İstifa beklemek, sorumluların cezalandırılmasını istemek olması gereken en tabii şeydir ve özü itibariyle siyasettir, bu taleplere, tepkilere itiraz etmek de mümkün değildir. 

Peki neden siyasi hesap yapma dedim? Niçin yasımızı tutalım, acımızı yaşayalım dedim? Çünkü öfkeyle kalkanın zararla oturacağını, kaybedilmiş canların hesabını sormak için haklıyken haksız duruma düşmemek gerektiğini anlatmak istedim. 

Yoksa ne Erdoğan'ın yaptığı basın açıklaması ne de Yusuf Yerkel'in tekmesi kabul edilebilir değil tıpkı Türkiye'nin ILO'nun maden sözleşmesini 19 yıldır imzalamamış olması, işçi ölümlerinde yapılan sayısız ihmal gibi... 

Keşke canların hesaplarını sormak üzerinden madenleri konuşsaydı siyasi hesapçılar, keşke kaybettiğimiz işçilerin ömür verdikleri davayı, çocuklarını, geleceği, onların neden yerin altına girdiğine dair tefekkür etselerdi. 

Ne mi yaptılar? AK Parti'nin Soma'da aldığı %43'lük oyun sonucu budur diyecek kadar gaddarlaştılar, bilerek veya bilmeyerek; "oy verdiniz ve öldünüz" dediler. Kömür için oy ve can vermekten bahsettiler, Allah korusun bir makarna fabrikasında yangın çıksa ne diyeceklerdi acaba?! 

Birisi, hem de uluslararası hukuk firmasına danışmanlık yapan birisi şu aşağıdaki sözleri sıraladı. 

  
Siyasi hesap yapma derken, öfkeyle kalkıp zararla oturma derken bunu anlatmak istemiştik oysa. "Başbakan istifa etsin, bakanları istifa etsin, bu facianın sorumluları ortaya çıksın" demek kadar meşru bir siyaset ile böyle insani boyutları aşan bir siyaset hesabı arasındaki farkı anlatmak istedik.

Siyasi hesap yapma muhalifler için değildi, iktidarın sarhoşluğuna kapılmış, her taşın altında başka şeyler arayan, "Cehape zihniyeti, Gezizekalılar, Ölüseviciler" gibi ifadelerle insanları yaftalayanlar da siyasi hesap peşindeydi çünkü... 

Neresinden tutsak da bu işi aklasak veya neresinden tutarsak tutalım hükümete, ona oy verenlere çakalım telaşına kapılmak yerine sessizce dua etmeye, yas tutmaya, elinden gelen bir şey varsa onu gerçekleştirmeye davetti bir bakıma "siyasi hesap yapma" demek.  

Hepimizin başı sağolsun, Allah mekanlarını cennet etsin, ailelere sabır dilerim, ne olur dua edelim ifadeleri elbette yeterli değil ama bir o kadar da önemli. Peki ya sonra? Yaşadığımız kaderi kabullenmek mi, olur böyle şeyler demek mi, madenciliğin olağan sonuçları mı ELBETTE HAYIR!

Eğer yeryüzünde bu işi sizden daha iyi yapan birileri varsa ve onları örnek almamışsanız, 10 milyon dolar harcamayı göze alıp "yaşam odaları" yapmamışsanız, denetledik her şey yolundaydı diyerek bu işin içinden çıkamazsınız! 

Siyaset, devlet bu işin denetçisidir ve denetleyemediği, yaptırım uygulayamadığı için sınıfta kalmıştır. Peki ya işletmecisi, sendikası suçsuz mudur?! Siyasete yönelen tepkinin 10'da biri niçin işletme sahibine, sendikacılığa yönelmez anlamış değilim. Siyaseti aklamak, sorumluluğunu hafifletmek değil niyetim ama maliyeti 130 dolardan 26 dolara çektik diyen holding sahibine de sorulacak sorularımız olmalı, onun da vereceği büyük bir hesap olmalı. 

Şimdi işin ötesine girmeyeceğim; işçinin, emekçinin, arkada bıraktığı çocuğunun, babasının maaşının iki katı ücrette telefonu cebinde taşıyanın, gittiği üniversitede ana-baba parasını kayıtsızca harcayıp elle tutulur bir sonuç elde etmeyenin, milletin, yasın, birlikteliğin, ölümün, yaşamın ve diğerlerinin üzerine söylenecek çok söz var. 

Daha ortaokuldayken kendi parasını kazanan, yeri geldiğinde arkadaşları ile top oynamak yerine mecburi istikamet çalışmaya giden, sabah 8'de dükkanın önünü süpürüp gece 10'da yerlerini yıkayan 13-14 yaşındaki çocuk işçiden bahsetmeyeceğim.

Şimdi vefat edenlere Ya'sin okuyup, kalanlara sabır dilerken bu kederli hal ile siyasetten, özel sektöre, medyadan, sendikalara, sivil toplumdan, sivilleşememiş topluma kadar kimin zerre sorumluluğu varsa, hesap vermesini, ilk önce de hepimizin aynaya bakıp kendimizle yüzleşmemizi talep edeceğim. 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Feyzioğlu olmasa da siz "Metin" olun

Ülkemin gündemi, tartışmaları o kadar hızlı ki bir hafta sonu kahve keyfi yapmak bile mümkün olmayabiliyor. Kafe'de oturmuş, kahvemi yudumlarken Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun Danıştay'ın kuruluş töreninde yaptığı konuşma ve Başbakan Erdoğan'ın bu konuşmaya verdiği tepki ile koşar adım eve gelip bilgisayar başına oturdum. Malumunuz algı yönetimi çok önemli bir mesele ve beni kahvemi yarım bırakıp eve getiren de bu oldu. Başbakan Erdoğan'ın Metin Feyzioğlu'na verdiği tepki üzerine sosyal medyada "tahammülsüzlük, sorun ruh hali, sinir, stres" kelimeleri üzerinden Başbakan'a yakıştırmalar yapıldığını görünce ben de tahammül edemedim. :)

Başbakan işte bu kadar tahammülsüz, eleştirilmeye gelemiyor ile başlayan sözler, hele bir cumhurbaşkanı olsun da o zaman görün siz gibi daha hesaplı bir algı yönetimine işaret etmeye başladı. Eğer Erdoğan Danıştay törenine gitmese, ayrımcı, saygısız ve sair yorumlarla eleştirilecekti, gidip bir baro başkanından alanıyla zerre ilgisi olmayan cümleler duyup kendi deyimiyle "haksızlık karşısında hep susacak mıyız" dürtüsüyle itirazlarını dile getirince de tahammülsüz, sinirli, eleştiri kaldırmayan biri olarak lanse edilmeye başlandı. Şunu bir kere hepimizin bilmesi gerekiyor ki karşımızda 20 seneden daha fazla bir zamandır savaşan, hakkını diklenmeyip dik durarak arayan bir karakter var. Uzatmaya gerek yok; Erdoğan'ın Beyoğlu belediye seçimlerinden yakın zamanda yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hangi ayak oyunlarına, kampanyalara maruz kaldığı yakın tarihimizin gizlenemez bir gerçeği.  1989 Beyoğlu seçiminden tutun 1991'de tercihli oy sebebiyle milletvekilliğinin iptal olması, 1994'te İstanbul Belediye Başkanı seçildiğinde başta Aziz Nesin olmak üzere hakkında "şeriatçı" kampanyaları başlatılması, okuduğu şiir yüzünden hapse girmesi, partisi seçim kazandığında başbakan olamaması, ergenekon-balyoz ve bilimum darbe planları, google üzerinden oluşturulan kapatma davası ve daha çok kısa bir zaman önce Anayasa Mahkemesi Haşim Kılıç tarafından yapılan hadsizlik. Erdoğan'ın tüm bu yaşadıklarına rağmen yeterince tahammüllü olduğunu düşünüyorum zira bir benzeri herhangi birimizin başına gelse çoktan ülkeyi terk etmiştik. (Bkz: Fazıl Say)

Şimdi gelelim günümüzün konusuna; Erdoğan Feyzioğlu'na neden "edepsizlik yapıyorsun" dedi? Danıştay başkanının 25 dakika konuştuğu törende yaklaşık bir saat konuşan Feyzioğlu'nun konuşmasını izlemenizi tavsiye ederim. Şu kısacık an bile takındığı tavrı göstermesi açısından yeterli olacaktır. (Feyzioğlu "bitirdim" diyor. ) Kendisi Türkiye Barolar Birliği sıfatıyla çıktığı kürsünden Van Belediye Başkanı yahut Van milletvekili veya Vanlı bir vatandaş gibi "Van'da konteynırda yaşayan insanlardan" bahsediyor. Yer Danıştay, konuşmacı Barolar Birliği Başkanı ve konu Van depreminden zarar gören vatandaşlar. Sonra Erdoğan kalkıyor ve edepsizlik yapıyorsun diyor. Feyzioğlu yine tribünlere oynuyor, demagoji yapıyor, edepsiz kelimesini yakıştıramadığından bahsediyor. Ortam bir sirk sahnesi olsa, Feyzioğlu iyi bir illüzyonist olabilirdi belki ancak devletin saygın kurumlarından birinin kuruluş töreninde yapılan bu demagoji ve alan dışı, siyaseti sıkıştırma odaklı söylemler en hafif tabiriyle "edepsizlik" olur. Feyzioğlu sadece Van'dan bahsetmiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair fikir de beyan ediyor. Kimsenin Feyzioğlu'nun fikirlerini ifade etmesine karıştığı, onu susturmaya çalıştığı yok ancak Barolar Birliği Başkanı sıfatıyla Danıştay töreninde hem de Danıştay başkanından daha uzun bir konuşmanın içeriği herhalde hiç bir demokraside bu değildir.

Erdoğan kalkıyor, yalan söylüyorsun diyor ve giderken ekliyor, "haksızlık karşısında hep susacak mıyız". Erdoğan ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül ve Genelkurmay Başkanı Özel de ortamı terk ediyor. Aslında Gül ile özel "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" söylemine uygun hareket ediyor ve şeytan olmaktan kaçınıyor. Ahmet Necdet Sezer'i hatırlarsınız, hani şu anayasa kitapçığını fırlatan. Belki de hatırlamazsınız. Çünkü kendisi Çankaya'da kaldığı süre zarfında pek hatırlanacak bir cumhurbaşkanlığı süreci geçiremedi. Aklımızda kalan kısmı anayasa fırlatarak çıkardığı kriz ve o krizin ülkemize maliyeti. Şimdi bunun konuyla ne alakası var demeyin. İşte bugün Erdoğan'ın TBB Başkanı Feyzioğlu'na yaptığı "one minute" Türkiye'deki eski alışkanlıkların sessiz kalındığı müddetçe sürdürülmesine koyulan bir tepkidir. Haşim Kılıç ile başlayan ve Feyzioğlu ile devam eden yargı mensuplarının siyasetçiye ayar verme telaşı sanıyorum bu vesileyle son bulacaktır. Dolayısıyla bu demokrasi dışı görülen tablo Türkiye'nin demokratikleşmesine büyük hizmet edecektir. Yapacak bir şey yok; Erdoğan'ın kabadayı, sert, uyumsuz bulduğunuz tavırları olmasa karşıdaki görece kibar(!), entelektüel(!), 3-5 dil konuşan ve Roma hukuku üzerinden millete ayar verme telaşında olanların alışkanlıkları sürmeye devam ediyor. Dolayısıyla şükürler olsun ki Türkiye'ye demokrasi asarak, keserek, işkence ederek, yasaklayarak değil, böyle seviyesi yüksek tartışmalar, itiş-kakışlar ve ayar verme seanslarının heba olması ile geliyor.

Şimdi bu kadar verdik veriştirdik ancak bir başka konuyu da ıskalamamak gerekiyor. Erdoğan her ne kadar haklı ise de onun haklılığını ortadan kaldırma eğiliminde olan çok irrasyonel tepkiler de yok değil. Hukuk ve yargı kurumlarını seçilmiş iktidarın hizmetkarı gören, seçilmişlerin seçildikleri için ne isterse yapabileceğini çağrıştıran yorumlar ve düşünceler mevcut maalesef. Şunu söylemek de yarar var. Hukuk hepimize lazım ve yeri geldiğinde hepimizi siyasetçiden de koruması gerekebilir. Dolayısıyla siyaseti mutlak doğru, hukuku da onun hizmetkarı görmek çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Burada nüans, hangi hukuk hangi anayasa ve yasa sorusunda gizlidir? Milletin evrensel değerleri de gözeterek yaptığı bir anayasa ve onu tamamlayan yasalar işte bu yüzden çok önemli ve acilen yapılması gerekenler listesindedir. Kısacası hukuk milletin çıkarlarını siyasetçilere karşı koruyabilecek, insan hakları ve demokrasiyi tesis edecek bir hukuk olana kadar Erdoğan haklıdır ama Erdoğan hukuktan da, yargıdan da üstün değildir.
       

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?

Toplum turşu değil ki kuralım ve bir kaç ay sonra çıkarıp afiyetle yenilecek hale gelsin. İşte demokratikleşme de lahana, salatalık, biber ve sair turşusu değil ki öyle beklenildiği gibi çabuk otursun. Bazen son söylenecek lafı ilk başta söylemek lazım, hele Türkiye'nin içinden geçtiği şu süreçte belki de bağıra çağıra söylemek lazım çünkü bazı kulaklar sağır ve bazı gözler kör taklidi yapmaktalar. Bir kısmı ise kendi toplumuna, tarihine, kültürüne hakikatten sağır ve kör.

Sevdiğim sözlerden biridir, demokrasi altı delik bir kaba su doldurmaya benzer, siz doldurdukça alttan akıp gider ve dolayısıyla hiç durmadan ve olabildiğince büyük ölçeklerde su doldurmaya devam etmeniz gerekir. Tabi burada kabın şekli, deliğin büyüklüğü falan da çok önemlidir. Eğer alttaki delik çok büyük ise ve kap şekil olarak suyu doğrudan dibe iletiyorsa vay halinize. Suyu doğrudan dibe iletmeyen kap nasıl olur demeyin, eğer "S" şeklinde bir kabınız varsa suyun zemini bulması "I" şeklindeki bir kaba göre daha yavaş olacaktır. Fizik dersinde miyiz yoksa demokrasi mi konuşuyoruz demeyiniz lütfen zira fiziğe göre de yere vurmadan göğe çıkmak ancak ek itici güçlerle mevcuttur ama normal koşullar altında kütlesi olan bir cismi yukarıdan bıraktığınızda herhangi bir dış etken yoksa yere çarpmadan yükselmesi mümkün değildir. Bunları neden anlatıyorum çünkü bizim demokrasi serüvenimiz biraz yere çarpmak ve şeklini, deliğinin boyutunu bilmediğimiz bir kaba su doldurmak gibi. Ayrıca bu konuda çok da sabırsız davranıyoruz ve turşu gibi kışa kıvama gelmesini istiyoruz.

Türkiye'nin 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 yılları hep aynı hikayeyi anlatır, kışlasında canı sıkılan askerler "demokrasi" kurmaya pek de hevesi olmayan siyasilere ayar vermiştir. Diğer yandan o çok eskilere yasladığımız demokrasinin tarihi ancak 1946'da çok partili hayata geçilen ve 1950'de ilk adil seçimlerin yapıldığı yıllara kadar götürülebilir. Dolayısıyla 90 yıllık ülkeye demokrasi getiremedik deyişleri biraz çalınan minareye kılıf hazırlama telaşesidir. Şimdi geç bunları sadede gel demeyiniz lütfen, çünkü ne geldiyse başımıza hep geç bunları demekten geldi. Şimdi elimizdeki kabın kabataslak ne olduğunu bilmek için şöyle bir yakın tarih turu yaptıktan sonra gelelim dibindeki deliğe. Delik de maalesef beklenenden büyük dostlar. Temeli yamaları üst üste gelmiş bir bohça şeklindeki 1982 Anayasası olan bir kaptan bahsediyoruz. Varın gerisini siz düşünün. Askerlerin yaptığı darbe üzerine attıkları temel olan 1982 Anayasası ve bu temele uygunluk denetimi yapan 1963 model bir Anayasa Mahkemesi sizce ne kadar su sızdırır? Diğer yandan Anayasanın temeline hiç girmiyorum sonra bazıları alınıyor, efendim Mustafa Kemal'e düşman mısın, Atatürk karşıtı mısın falan diyorlar ki şu fakirin yaklaşık 70 sene önce hakkın rahmetine ermiş bir insanla ne derdi olabilir. Biliyorum şuan bile dişlerini gıcırdatanlar var ne demek "bir insan" o bir lider, o kurucu, o başöğretmen, o komutan, o deha, o kaç bin kitap okumuş, kaç cephede savaşmış, yoktan bir ülke var etmiş, kadınlara seçme-seçilme hakkı vermiş, ülkeye medeniyet getirmiş, çağdaşlaştırmış, ilerletmiş... Evet ben de biliyorum tüm bunları ve üzerinde tefekkür ediyorum. Bu arada tefekkür Osmanlıca-Arapça bir sözcük olduğu için gerici bir kafayla düşünüyorum herhalde ve bazılarınızla aynı fikri paylaşmıyorum. Peki hangi fikri paylaşıyorum; Mustafa Kemal Atatürk'ün pragmatik, lider ruhlu, ülkesi ve milleti için dertlenen ve bu dertle kendine göre bir takım adımlar atan saygıyla anılacak bir insan olduğuna inanıyorum.

Neyse biz ne diyorduk; demokratikleşme! Evet işte kap belli, zemin belli, sızıntı büyük, turşu kuramıyoruz haliyle. Eh peki hep mi bu geçmişin suçu? Elbette hayır, 12 senelik iktidarında yeni bir anayasa yazamayan AK Parti'nin hiç mi günahı yok? Bazı entelektüellere göre AK Parti oyaladı, yazmadı, iktidarını kalıcılaştırmak istedi vesaire. Bana göre yapamadı, yaptırtmadılar, yapamazdı. Çünkü delik büyüktü, kap kötüydü ve turşu kıvamında değildi. Bak yine AK Parti'yi temize çıkardın demeyin hiç, AK Parti yeni bir anayasa yapamazdı demiyorum ben, "demokratik" bir anayasa yapamazdı diyorum. Demokratik olmayan bir toplumun demokratik bir anayasası olur mu? Temeline "demokrasi ve insan hakları" koyalım, temelinde insan olsun diyeceğimiz bir anayasaya kaçımız evet diyebiliyoruz?

Bugünlerde sıklıkla Alija İzetbegoviç okuyorum. Okudukça demokrasi konusunda kendisinden epey ders alıyorum. İzetbegoviç Bosna-Hersek'in geçtiği dehşet günlerinde bir ülke tasavvur ediyor, merhum Alija gençliğinde "Genç Müslümanlar" üyesi olduğundan ve "İslam Deklarasyonu" adlı eseri kaleme aldığından mütevellit bazıları tarafından "İslamcı" ve İslam devleti kurmak isteyen birisi olarak algılanıyor. Kendisine bunu sorduklarında ısrarla şunu söylüyor, Bosna-Hersek halkı farklı din, dil, kültürlerden oluşuyor, burada bir İslam devleti kurmak "faşizm"den başka bir şey değildir. Biz Bosna-Hersek'te yaşayan Müslüman, Katolik, Ortodoks ve diğer dinlere inanan herkesin özgürce yaşayıp, her türlü haktan yararlanacağı bir demokrasi kurmak istiyoruz diyor. Toplumu İslamca olmayan bir yerde İslamcı bir devlet olmaz demek istiyor. Dolayısıyla şöyle bir dönüp kendimize bakalım, etrafımızı analiz edelim, gündelik yaşam örneklerine baksak yeterli olacaktır. Türkiye toplumu ne kadar demokratik ki bir demokrasi şaheseri kurabilsin? Sakın ha Türkiye halkını küçümsediğim sanılmasın, onların demokratik olmasına ne kadar imkan tanındığı da çok önemli bu noktada ve demokrasi de zaten akşamdan sabaha inşa edilen bir gecekondu değil. 

Devam edeceğiz...            

27 Nisan 2014 Pazar

Gençler Ne İstiyor? Ne kadar haklılar?

Küçükken babam anlatırdı da inanmazdım; bak burası hep tarlaydı, biz şurada top oynardık, buradaki tarlada çalışırdık, bir tastan yemek yerdik, şunu bulamazdık, böyle bir şey hiç olmazdı ve sair anlattıklarının hemen hepsi bir film şeridi gibi gözümün önüne gelirdi de gerçekliğine inanmam mümkün olmazdı. Baba bırak bunları anlatmayı bak bugün her şey bambaşka, imkanlar değişti diyerek söylediklerine burun kıvırırdım. Sanıyorum benzer şeyler birçoğunuzun da başına gelmiş olsa gerek.

Bu genç yaşta babamın konumuna düşeceğim de pek aklıma gelmezdi doğrusu. Yahu bakın 10 sene önce, 7 sene önce hatta bilemediniz 5 sene önce şu haldeydik diyerek katedilen mesafeyi anlatma çabasına gark olduğum şu günlerde sık sık babamın hikayelerini anımsıyorum ve haksız yere burun kıvırdığımı düşünüyorum.

Türkiye'de sadece 5 sene önce "demokratik açılım" yapıyoruz diyen hükümete verilen tepkiyi, 7 sene önce 367 gibi rezil bir karar ile "sözde değil özde laik bir cumhurbaşkanı seçtirme" çabalarını, başörtülü veya türbanlı gençlerin üniversite kapılarından geri çevrildiği zamanları çok net hatırlayınca bugün "ama demokrasi yok" diye bağıran kitleleri anlamakta zorlanmak çok doğal olsa gerek. Saydıklarım devede kulak kalır; 2008'deki AK Parti kapatma davasını, 2009 yılında Demokratik Toplum Partisi'nin kapatılmasını, Ergenekon'u, Balyoz'u, Cumhuriyet Mitinglerini, Hrant Dink'in katledilişini ve toplumun tepkisini... cilt cilt yazmak icap eder.

Geçtiğimiz hafta 9 Eylül Üniversitesi İşletme Kulübü Uluslararası İlişkiler zirvesi düzenledi ve ben de konuşmacılar arasındaydım. Oturumda Balkanlar ve Türk Dış Politikası konuşuldu. Program bittiğinde ise bu harika etkinliği hazırlayan ekiple birlikte çaylı-kahveli bir sohbet gerçekleştirdik. 15-16 kişilik bir grup harika bir etkinlik çıkarmıştı ama konu Türkiye siyasetine geldiğinde pek de mutlu ve umutlu değillerdi. Genel olarak iktidarın onları baskı altına aldığını, Türkiye'de demokrasi olmadığını, çocukların, gençlerin öldürüldüğünü, ülkenin bölüneceğini, hukuka güven diye bir şey kalmadığını dillendirdiler. Hepsini dinlemeye, kaygılarını anlamaya çalıştım. Zaman zaman hakarete varan söylemleri olsa da kulak asmadan, birikmiş duygularını dışa vurmalarına olanak tanımak istedim. Konuyu kişilere indirgemeden ve hatta siyasi partileri de bir yana bırakarak tartışmaya çabaladım ancak söz hep dönüp dolaşıp Recep Tayyip Erdoğan'a geldi. Belli ki ulusal ve uluslararası medyanın Erdoğan karşıtı kampanyası yerini bulmuş ve gençler siyaseti de bir kenara bırakıp Erdoğan'ın şahsında nefret biriktirmişlerdi. Onlar konuştukça ben araya girmeye, durumun sandıkları gibi olmadığını izaha çalıştım. Maalesef kıyas edemiyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları tarih boyunca bildikleri bir Başbakan vardı; Recep Tayyip Erdoğan! 

Yaşı 18 ile 22 arasındaki bir gencin gönül gözüyle görüp bildiği bir tek başbakan ve Türkiye var. Aldıkları eğitim süresince yaşadıkları endoktrinasyon, yani resmi tarih okuması onları haliyle AK Parti ve Erdoğan'a düşman ediyor. Onlara göre Atatürk'ü silmeye, ülkeyi bölmeye ve kendi sultanlığını kurmaya çalışan bir Erdoğan var. Demokratik açılım, komşularla sıfır sorun, ekonomik refah, demokratikleşme falan hiç umurlarında değil ve hatta tamamen yanlış adımlar olduğunu düşünüyorlar. Bunları tanıyoruz ve biliyoruz, "Gezizekalılar" diyerek geçiştirmek pek mümkün olmadığı gibi doğru da değil. Nihayetinde bu genç kitlenin de bu ülkede yaşadığını, yaşayacağını ve bizim çocuklarımız, arkadaşlarımız olduğunu unutmamak gerekiyor. İçlerinde gözü-kulağı tamamen kapalı olanlar kadar, derdini anlatmaya, dinleyip anlamaya çalışanlar da var. Fakat kendilerini değerli hissetmedikleri, onlara değer verilmediğini düşündükleri her hallerinden belli oluyor. Buna sebep olan iktidarın söylemleri ve kendilerinin bir kısır döngü içerisinde aynı söylemleri tekrarlıyor oluşu. Bu durumu değiştirmek elbette tek başına iktidarın sorumluluğu olmadığı gibi iktidara da düşen görevler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Gençlerin de özeleştiri yapması, kendi dar çemberlerinden çıkması gerekiyor. 

Onları dinleyip, size bir tek soru soracağım ve evet ya da hayır şeklinde cevap istiyorum dediğimde hepsi kulak kesildiler. Hepinizin şikayeti demokrasi üzerinden, ülkede demokrasi yok diyorsunuz peki yarın sil baştan anayasa yazmaya ve temeline Atatürk İlke ve İnkılapları yerine "insan hakları ve demokrasi" koymaya var mısınız diye sorduğumda içlerinden sadece birinin "evet" dediğini duymak her ne kadar hayal kırıklığı oluştursa da daha sonra bir anayasanın temelinin neden Atatürk, Erdoğan ve hatta Hz. Muhammed olmaması gerektiğini anlattığımda daha uzlaşır bir tavır takındıklarını gözlemledim ve görece umudum arttı.

Ayşe Arman gibi muhafazakar mahalleye gittim, şöyle düşünüyorlar, böyle davranıyorlar tarzı bir yazı yazmaktan imtina ederim ancak muhafazakar mahalle ile endişeli modern mahallenin arasındaki mesafenin bu kadar açılmasına da tahammülüm yok. En azından gençlerin birbirleri ile tartışabilmesi, hakaret etmeden fikir yarıştırabilmesi Türkiye'nin yarınları için çok önemli. Sanıyorum burada en büyük sıkıntı herkesin işaret parmağı ile karşıyı göstermesi ve diğer üç parmağının kendine dönük olduğunu unutması. Kısacası özeleştiri ve farklı düşüncelere tahammül eksikliği. 

Demokrasi talebiyle yola çıkmadan önce kendi kutsallarımıza dönük eleştirilere ne kadar tahammül edebildiğimiz ve demokrasi dediğimiz şeyi en çok karşımızda olduğunu düşündüklerimiz için isteyip istemediğimiz çok önemli. Ben endişeli, umutsuz ve hayal kırıklığı yaşayan arkadaşlarıma kulak kabartarak bunu aşmaya çalışıyorum. Bugün eksiğiyle gediğiyle daha demokratik bir ülkede yaşadığımız gerçeğini inkar ederek değil atılan adımların eksikliğini tamamlayarak daha çok demokrasi tesis edebileceğimizi bilmelerini istiyorum. Eğer dün yaşadığımız ceberut devlet anlayışının bir benzeri olsaydı, başörtüsüzler üniversitelere giremez, Ne Mutlu Türk'üm diyene sözünü eden hapse girer, dindar yaşam tarzına sahip olmayanlar hukuken, fiilen dışlanırdı. Bunu şunun için söylüyorum; unutulmaması gereken bir şey var ki temelsiz bina sağlam olmaz, biz maalesef halen daha yeni bir anayasa yazamadık, yamalı bohça ile gidebileceğiniz yol sınırlıdır ve bohçanın içinden bazı şeylerin düşüp kırılması, eksilmesi ihtimal dahilindedir. 1960 darbesinin ürünü olan Anayasa Mahkemesi ve 1980 darbesinin ürünü olan Anayasa ile "hukukun üstünlüğü savunması" yapmak ve işi siyasal sonuçlar devşirmeye getirmek, demokrasi diye yola çıkıp Mustafa Kemal'in Askerleriyiz diye bağırmaktan ileri gidecek bir tavır değildir. Unutulmaması gereken bir başka konu ise demokrasinin mükemmel, her şeyi doğrulayan bir turnusol kağıdı olmadığı gerçeğidir ama ADALET demokrasiye de hukuka da temel oluşturmak mecburiyetindedir.

NOT: Başbakanlık tarafından 24 Nisan'da yapılan ve Ermeni toplumunun acılarını paylaşan akil açıklama için bir teşekkürü borç bilirim.            

1 Nisan 2014 Salı

AK Parti Kazandı Çünkü...

30 Mart yerel seçimleri sona erdi. Seçimden önce söylediğimiz gibi "küstüm oynamıyorum" faslı başladı. Seçim sonuçlarına hakkıyla sevinmek isteyenlerin hevesleri boğazına dizildi; "ayıp değil mi kardeşim, neden dalga geçiyorsunuz" nidaları ortalığı inletti, inletiyor. Son 10 yıldır yapılan Aziz Nesin'in ruhunu çağırma seansları tekrarlandı, "beddua" cephesi bumerang etkisiyle kendilerine çarpan millet duasıyla darmadağın hale geldi. Türkiye siyasetinin müzmin siyasi liderleri kılı kırk yarma konusundaki mahirliklerini "olur mu canım bak şu açıdan biz başarılıyız" diyerek bir kere daha gösterdi.

Bu kadar benzerliğin arasında elbette farklılıklar da vardı. Seçim sürecindeki tavrından ötürü "Cemaat Halk Partisi" olarak andığım CHP'nin seçmenleri ile MHP'nin seçmenleri el ele verdi ve sandık peşine düştü. MHP'yi bir kenara bırakarak CHP seçmeninin oylarının peşine düşmesine gözlerim yaşararak baktığımı itiraf etmeliyim. Herhalde yıllar sonra ilk kez sandığa bu kadar önem verdiler. Yoksa sandıktan ne çıkarsa çıksın bir şekilde yönetimin parçası olmak CHP için zor değildi. Ama yargı ama asker yoluyla sistemi idare etmek onlar için epey kolaydı. İktidar olmak, ülke idare etmek için sandıktan çıkmaya gerek yoktu, zaten görünürdeki iktidar olmak davulu boyna asmak demekti, davulu başkasının boynuna asıp tokmağı kendi ellerine almak kadar konforlu bir şey yoktu. Bu kez de proje ürettiklerini söylemek mümkün değil ama halihazırda TBMM çatısı altında dinletebilecekleri tape'ler vardı . Bir de Başbakan kalkıp twitter ve youtube kapanacak deyip, TİB bu ikisini kapatınca "bu kez sandıkla iktidarı devireceğiz" diye epey havaya girdiler. Fakat evdeki hesap da Çarşı'daki hesap da milletin pazarında itibar görmedi. Sonuçlarla birlikte ortama inkar, öfke, depresyon hakim oluverdi.

Bu seçimlerde yaşanan bir başka farklılık ise sonuçlarla birlikte ortaya çıktı. Türkiye Komünist Partisi ve Liberal Demokrat Parti ilk kez birer belediye kazandı. Tunceli Ovacık'ta TKP, Muş Malazgirt ilçesinin Konakkuran beldesinde de LDP kazandı. Seçim sonuçlarında hepimizin önemsemesi gereken iki ilginç durum daha yaşandı; Şırnak'ın Cizre ilçesinde 27 yaşındaki Leyla İmret BDP'den belediye başkanı seçildi. Konya'nın Meram ilçesinde ise AK Parti adayı olan Fatma Toru Türkiye'nin ilk başörtülü belediye başkanı oldu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının 80 yıl önce verildiği düşünüldüğünde ilk defa bir başörtülü belediye başkanının ancak bugün seçilebilmesi manidardır.

Seçimlerden önce AK Parti'nin büyük bir hezimet yaşayacağı beklentisine sahip olanlar temennilerini tahmin hanesine yazmanın hazin sonucunu yaşıyorlar. Her gün sosyal medya üzerinden kitlelere ulaştırılan tapeler ve Başbakan Erdoğan'ın twitter ve youtube ile ilgili söylemlerinden sonra bu sosyal medya araçlarının kapanması AK Parti'nin dönülmez bir sona geldiği hissi oluşturmuştu. Fakat beklenen son gerçekleşmedi ve hatta AK Parti bir önceki yerel seçim sonuçlarına göre başarısını arttırdı.

AK Parti kazandı çünkü; twitter'ın kapatılmasıyla gündelik yaşamında herhangi bir değişiklik hissetmeyen kitle, senelerdir gündelik yaşamına engel olan başörtüsü sorununu kimin çözdüğünü unutmadı. Ülkenin %90'dan fazlası Müslüman ancak TBMM'ye henüz çok yakın zamanda başörtülü bir vekil girebildi ve ilk kez bu seçimlerle bir başörtülü belediye başkanı seçildi. Sizce durum böyleyken kim twitter'ın kapanmasını mesele edinecekti? Elbette her türlü özgürlüğün yanında twitter özgürlüğünün de keyfini sürebilen kitleler. Peki bu kitle Türkiye seçmeninin ne kadarına tekabül ediyor? CHP'nin aldığı oy üzerinden bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bu durum bize meselenin cehalet, okuma-yazma değil öncelik meselesi olduğunu gösteriyor. Geniş kitleler yıllardır yasak olan başörtüsü özgürlüğüne ancak kavuşmuşken daha dar bir çevre her türlü özgürlüğün tadını çıkarırken twitter'dan mahrum oluyordu ve haliyle geniş kitlenin tercihi onları özgürleştiren AK Parti'den yana oldu.

AK Parti kazandı çünkü; yolsuzluk-hırsızlık iddiaları ile 10 yılda yapılan hizmetler ve yükselen yaşam standardı tezat oluşturuyordu. Seçimden bir gün önce konuştuğum Kıbrıs Gazisi AK Parti'den önce 300 TL ama bugün 800 TL destek aldığını söylüyordu. Öğrenci burslarının 45-60 TL bandından 300 TL'ye gelmesi belki öğrenciler üzerinde bir etki oluşturmadı ama sanıyorum ebeveynleri bu değişimi dikkatle okudu. Halen daha koalisyon dönemlerinin ekonomik sıkıntılarını unutmayanlar AK Parti ile birlikte gelen istikrara rağbet etti. Hakkari'den İstanbul'a otobüs ile 24 saatten uzun sürede gelen vatandaş aşağı yukarı aynı parayı ödeyip uçak ile 1,5 saatte gelmenin keyfini ve konforunu ne zaman ve nasıl kazandığını unutmadı. Dünya ekonomik kriz yaşarken Türkiye teğet geçti ve düne kadar belirli ülkelere belirli kalemlerde yapılan ihracatın hem ülke çeşitliliği hem de ürün çeşitliliği arttı. Hal böyle olunca küçük ve orta boylu işletmeler bile ihracat yapmaya başladı. Durum böyle olunca kimse istikrarı ve büyümeyi riske etmek istemedi. Yani mesele bulgur-makarna-kömür değil alın teri ile kazanılanı yeni bir koalisyon veya kriz ortamında riske sokmamaktı. Bu veriler değişik örneklerle çoğaltılabilir fakat özetle millet AK Parti'nin sosyal politikalarına da ekonomik istikrarına da desteğini verirken "bu ortamda kim ne çaldı ki" diye sormaktan kendini alamadı.

AK Parti kazandı çünkü millet cemaatleri, tarikatları, İslama hizmet edenleri sevmekle birlikte onların siyasete, hele ki Erdoğan gibi ümmetin sesi olmuş bir lidere karşı aldığı pozisyondan hoşlanmadı. Hele hele Gülen grubunun AK Parti'ye karşı her türlü ittifakı, CHP ile kol kola girmeyi göze alması milletten büyük bir tepki aldı.

AK Parti bir kere daha başarı sağladı çünkü Başbakan Erdoğan gibi bir lideri vardı. İl il gezip milletle buluşan, milletin diliyle konuşan, sesi kısılmasına rağmen mitinglerini sürdüren Erdoğan'ın rehavete kapılmadığını, çalıştığını ve milleti ikna etme gücünü hep birlikte görmüş olduk. Erdoğan'ın yerel yönetimlerden gelmesi, önceki yıllarda oluşturduğu güven milletin bir kere daha teveccühünü kazandı.

AK Parti kazandı çünkü millet sulhtan memnundu. Erdoğan'ın siyasi kariyerini adeta riske edip çözmeye çalıştığı Kürt sorununda gelinen aşamayı millet görüyordu. En azından Kürtler görüyordu. Yılların tecrübesi Kürtleri barıştan yana olan AK Parti ve Erdoğan'a yöneltti. O yüzden Diyarbakır'da da AK Parti ikinci parti oldu ve %35 oy aldı.

AK Parti kazandı çünkü yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşları ve hatta Bosna, Kosova, Makedonya, Filistin, Lübnan ve Mısır halkları da onu destekledi. Çünkü Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye'nin bölgesine, yurt dışındaki vatandaşlarına, soydaş ve akraba topluluklara önem ve özen gösterdiklerini tecrübe etmişlerdi.

CHP kaybetti, MHP kaybetti, Cemaat kaybetti, Uluslararası medya kaybetti çünkü henüz Türkiye halkının, milletin, tecrübesini, sağduyusunu ve beklentilerini okuyamadılar. Onlar kaybetti çünkü Erdoğan ve AK Parti vardı.

Bütün eksiklerine ve hatalarına rağmen AK Parti kazandı. Peki bu bir rehavet oluşturmalı mı? Elbette hayır! Bu durum AK Parti'nin mükemmel olduğunu gösterir mi? Elbette hayır! AK Parti'nin varlık-yokluk meselesi şimdi başlıyor. Eğer Kürt, Alevi sorunlarına dönük adımlar atılmazsa. Yolsuzluk iddiaları konusunda kamuoyu tatmin edilmezse. Hukuk düzeni tesis edilmezse. Seçim sürecinde yaşanan ötekileştirici üslup kenara bırakılmazsa ve paralel yapı ile mücadele edilmezse işte o zaman AK Parti ve Erdoğan önü alınmaz bir yok oluşa doğru ilerleyecektir.

25 Mart 2014 Salı

Neden CHP'ye Oy Vermeyeceğim

30 Mart'ta kime ve nasıl oy vermeli başlıklı yazımdan sonra fikirlerini epey önemsediğim kıymetli dostum Seren Selvin Korkmaz "Neden oyum Ak Parti'ye değil" başlıklı bir yazı kaleme aldı ve ben bu yazıdan epey istifade ettim. Belirli bir üslup içerisinde kalmanın ve karşılıklı hakaret ile aşağılamadan uzak durmanın çok zor olduğu şu süreçte Seren Selvin'in yazısı Türkiye'nin yarınları için beni pozitif anlamda etkiledi. Zira yazıma yönelik çok seviyesiz tepkiler de almıştım. 

Önümüzdeki yerel seçimlerin hüviyetinin 17 Aralık tarihinde değiştiği hepimizin malumu. Yerel seçimlerden ziyade ülkemizin istikametini tayin edecek bir sürece girmiş görünüyoruz. Ünlülerin de dahil olduğu oy ver kampanyaları, Hasan Cemal'i bile ilk kez oyunun rengini açıklamaya iten şey içinden geçtiğimiz bu ağır süreç olsa gerek. 

Oy rengi açıklamak ile bir partiye neden oy vermeyeceğini beyan etmek arasındaki farkı da görmemiz gerekiyor. Siyasetin doğası, demokrasinin kendisi her zaman eleştirilmeye müsaittir. Demokrasi altı delik olan bir kaba su doldurmak gibi olduğu için sürekli su taşımanızı gerektirir ama siz doldurdukça alttaki delikten de boşalıyor olması her daim eleştiriye hazır olmanızı gerektirir. "Oyumu AK Parti'ye veriyorum" demek ile "Oyum AK Parti'ye değil" ifadesi arasında bu anlamda büyük fark vardır. Ben ilk yazımda alacağım eleştirileri göze alarak oyumun rengini açıklamıştım ve şimdi biraz daha rahat bir şekilde oyumu neden CHP'ye vermeyeceğimi izah etmek istiyorum.

Oyumu CHP'ye vermeyeceğim çünkü 17 Aralık'tan itibaren süren kirli oyunda ne tabanına ne de parti programına asla uymayacak bir tavır takınarak adeta cemaat ile kol kola girdi. Hiç değilse cemaate tek bir eleştiri getiremedi. 

CHP benim oyumu alamayacak çünkü Türkiye'nin can alıcı meselesi "barış süreci" hususunda hiç bir fikri olmadığı gibi cemaat tarafından belli amaçlarla sızdırılan Öcalan kayıtlarına itiraz bile edemedi. Bununla birlikte sanki mecburiyetleri varmış gibi HDP'ye oy vereceklere "oyları bölmeyin ve CHP'yi destekleyin" çağrıları yapabildi. 

KCK tutuklularını görmezden gelen, Ergenekon ve Balyoz tahliyelerinin Türkiye'de hiç bir zaman askeri vesayet olmadığı gibi algılanmasına çanak tutan CHP benim oyumu maalesef alamayacak. 

İstanbul'u kazananın Türkiye'yi kazandığı bir ülkede İstanbul Belediye Başkanı Adayı olarak Mustafa Sarıgül'ü seçtiği için CHP'ye oy vermem mümkün değil. İktidar partisine yolsuzluk iddiaları üzerinden yüklenen ancak İstanbul Adayı ve Genel Başkanı yolsuzluklarla hemhal olmuş bir CHP benim oyumu alamayacak.

Henüz 6 ay önce açıklanan demokratikleşme paketine en kuvvetli itirazı gerçekleştiren CHP'nin benden oy istemesi mümkün değildir. Türkiye'nin en eski ve demokrasi karnesi en kötü olan siyasi partisi CHP'dir. Liderinin kendi kimliğini söylemekten imtina ettiği ve hatta oy sandığına gitmeyi beceremediği CHP'ye elbette oy vermeyeceğim. 

"Hayat Bayram Olsun" videosunu beğenmekle birlikte Türkiye'de demokratik bir anayasanın hayatı bayram edeceğine inandığım ve CHP'nin oklarıyla sabit ilkelerinin buna izin vermediğini bildiğim için oy vermeyeceğim.

En önemlisi de iktidarını ve seçim zaferini cemaatin AK Parti'ye açtığı savaş üzerinden kurguladığı ve Türkiye'nin 5-10 yılına dair herhangi bir vizyonu, demokratikleşme vaadi, projesi olmadığı için CHP'ye oy vermeyeceğim. 

Yukarıdaki listeyi uzatmak mümkün. Benzer listeleri her siyasi parti için hazırlamak çok zor değil. MHP'ye, AK Parti'ye oy vermeyeceğim diyerek sayfalar dolusu eleştiri getirilebilir. Ben CHP'ye oy verecek dostlardan "CHP'ye ov vereceğim çünkü" yazısı bekliyorum. Bu herhangi bir siyasi parti için de mümkün olabilir. Siyasi tablomuz ortada, mevcutlar arasından en iyisini seçmek için çaba sarf ediyoruz. Bu arada Hasan Cemal'in oyumu CHP'ye vereceğim yazısında olduğu gibi basit bir Erdoğan ve AK Parti karşıtlığını da kabul etmiyorum. O zaman oyumu AK Parti'ye vermiyorum çünkü demek ile oyumu CHP'ye veriyorum çünkü demek arasında bir fark kalmıyor ve CHP oyları yine AK Parti'ye göre konumlanmış oluyor ki benim CHP'ye oy vermeme sebeplerimden en kuvvetlisi budur. 

22 Mart 2014 Cumartesi

Tivitir Mivitır İktidarı Düşürür mü?

30 Mart yerel seçimlerinde Türkiye'ye geliyorum ve oyumu AK Parti'ye vereceğim dedikten sonra beynimin yıkandığını, çok cesur olduğumu, gemicik edinmek istediğimi ve "duygulara tercüman olduğumu"  ifade eden mesajlar aldım.Atatürkçülük, Ulusalcılık v.s üzerinden aldığım tepkileri birebir yazmıyorum zira modasının geçtiğine inanıyorum.  

Oyumu AK Parti'ye vereceğim dedikten sonra malum "twitter mivitır" hadisesi yaşandı ki ben henüz kapatma olmadan 1 saat önce "yok canım olur mu öyle şey" diyerek Başbakanın konuşmasını eleştirenlere takılıyordum. Eh haliyle "oyunun rengi değişti mi" sorularına maruz kaldım. Beklenti; twitter kapandığı ve bunu bizzat başbakan yaptığı için AK Parti'den istifa etmemdi ki bugüne kadar üyesi bile olmadım :)

Maalesef çok çirkin bir dönemden geçiyoruz ki bu ilk kez yaşanmıyor. Yakın tarihimizde birincisi "Ergenekon-Balyoz Davaları" ve ikincisi "Anayasal Değişiklikler Referandumu" olmak üzere toplumun tamamen ikiye bölündüğü ve karşıt cephelerin birbirlerine karşı çok çirkinleştiği süreçler geçirmiştik. Bizzat kendim her ikisinden de çok yara aldım. "Ergenekon Terör Örgütü" olduğunu düşünmek ve referandumda "Yetmez ama Evet" cephesinde durmak hayli zor olmuştu. Çok yakın dostlarımla ve hatta akrabalarımla ters düşmüş ve çoğunluk onlar olduğu için ben afaroz edilen olmuştum.

Bugün içinden geçtiğimiz dar boğazı diğerleriyle elbette kıyaslamıyorum. Arada büyük farklar olduğunu görmekteyim. En azından bu kez sözüm ona "dindarlar ile dindarlar" kavga ediyor. İddialara göre siyasal İslamcılar ile ılımlı İslamcıların kavgası bu. Bana sorsanız İslamcı'ya değil İslamca bir yaşama ihtiyaç var. Yani hakiki Müslüman olabilsek çok iyi olacak. Aksi takdirde google üzerinden hadis-i şerif bulup İslamcı olduğumuzu ispata kalkarız yahut söylemde İslami olup eylemde insani olmadığımız durumlar açığa çıkar. Oysa İslam insan içindir.

Gelelim twitter üzerinden oyumun değişip değişmemesi meselesine. Ben AK Parti'de görev alıp sonra ilkesel değerlerim uyuşmadığı kalkanına saklanıp istifa edenlerden değilim. İçeride oldukları süreçte ilkesel olarak katılmadıkları konuları eleştiremeyenler nedense son 3-4 ayda ilkeleri uyuşmadığı için istifa ettiler, ediyorlar. Oysa 30 Eylül 2013'de açıklanan demokratikleşme paketini yetersiz bulup çoktan istifa edebilirlerdi. İşte ben tam da bu nedenle henüz 6 ay önce Türkiye'de başka herhangi bir siyasi partinin yapamadığı demokratikleşme paketini açıklayan AK Parti'ye anti-demokratik söylem ve eylemlerini paranteze alarak destek oluyorum çünkü AK Parti'nin verdiği kavganın şartlarının da bir o kadar anti-demokratik olduğunu görüyorum. Başka bir ifadeyle; amacının hukuk tesis etmek olmadığı aşikar olan 17-25 Aralık koşullarından ötürü Türkiye'nin en büyük demokrasi adımlarını gerçekleştirmiş siyasi partisini linç edemiyorum. Bu durum twitter kapatma meselesine destek verdiğim anlamına gelmiyor. Başbakan'ın "kökünü kazıyacağım" derken twitter'ı mı yoksa twitter üzerinden gizli hesaplarla her türlü tacizi, hakareti, pisliği gerçekleştirenleri mi kastettiğini merak ediyorum.

Elbette sahte hesaplar ile AK Parti'ye ve Başbakana değil her kime olursa olsun saldıran, hakaret edenlerin engellenmesi, hukuk önüne çıkarılabilmesi hepimizin selametine olacaktır. Fakat bu durum bile Başbakanın twitterı kapatacağım, kökünü kazıyacağım söylemini haklı çıkarmıyor. Her ne olursa olsun tamamen twitterı kapatmaya çalışmak anti-demokratik bir yaklaşım olduğu gibi teknolojik gelişmelerden ve imkanlardan da bihabermiş izlenimi veriyor.

Twitter'ın kökünü kazımak yasakla değil, kendi twitterınızı kurmakla mümkün olur. Jack ile anlaşmaya çalışmak yerine başkalarının Ayşe ile Ahmet ile anlaşması için yeniliğe, teknolojik gelişmeye-kalkınmaya önem vermelisiniz. TÜBİTAK'ın sekreteryasını yürüttüğü Bilim ve Yüksek Teknoloji Kurumu 1983 yılında kurulmuş ve 2004 yılına kadar sadece 9 kez toplanmıştır. 2004 yılından 2013 yılına kadar gerçekleştirdiği toplantı sayısı ise 17'dir. Teknoloji geliştirme, yeniliği ön plana çıkarma devletin kolaylaştırıcılığında gençliğin katılımı ile uzun yıllar alacak bir meseledir. Türkiye'de halen daha üniversitelerin yüksek lise işlevi gördüğü, Sedat Laçiner hocanın deyimiyle diploma enflasyonu yaşandığı göz önüne alındığında hem devletin hem özel sektörün hem de gençlerin kat edeceği uzun mesafeler vardır. Özgürlük, demokrasi, yaşam tarzı konularında sesini yükselten, sokaklara çıkan gençlerin üniversite derslerini takip etme, okudukları alana hakim olma ve o alanda başarılı çalışmalar gerçekleştirme konularında da aynı azim ve kararlılığı göstermesi beklenmelidir.

Başbakan bugün Ankara mitingini "Gümbür gümbür geliyoruz Allah'ın izniyle" sözleriyle tamamladı. Ben de "30 Mart'tan sonra gümbür gümbür reform, hukuk, adalet sağlanmazsa, yolun sonuna gidiyorsun demektir" diyerek yazımı noktalıyorum. 

19 Mart 2014 Çarşamba

30 Mart'ta Nasıl ve Kime Oy Vermeli?

Türbülanstan geçtiğimiz şu günlerde olgular değil algılar belirleyici maalesef ve bir kaç ses kaydı ile adeta pireye kızıp yorganı yakma eğilimindeyiz.

Peşinen söyleyeyim, bu yazı birilerine fena dokunacak. Yine başlayacaklar "yahu sen eğitimli adamsın sen bari yapma" diye söylenmeye. Son zamanlarda en çok bunu duyuyorum, eğitimli olduğum için AK Parti'ye oy vermemem gerektiği salık veriliyor. Oysa ben çoktan uçak biletimi aldım ve bir aksilik olmazsa 30 Mart seçimleri için oy kullanmaya geliyorum. Oyumu da adaya değil partiye vereceğim. Ne kadar garip değil mi? Yerel seçimlerde oylar adaya verilir, akıllı adam öyle yapar ama ben çoktan delirdim ve oyumu adaya bakmaksızın siyasi partiye vermeye geliyorum. Beni deliliğimden ötürü suçlayabilirsiniz ama delirten nedenleri hiç sorgulamazsınız biliyorum. Çünkü en akıllı, en aydın, en özgür, en iyiyi bilen, en iyi gezen, en iyi yiyen, içen, giyinen hasılı herşeyin en iyisini bilen sizsiniz.

Yaşım 27 henüz. Genç dedikleri evredeyim. Eğer takdiri ilahi erken değilse önümde uzun yıllar var ve ben bu uzun yılların hayalini kurarken birileri gündelik hesapların peşinde. Hırsız, katil diyerek siyasi iradeyi yerle yeksan etmeye çalışıyorlar. Yarın sandıktan birinci parti çıksa bile söylemleri hazır; ya halkımıza koyun diyecekler ya da hile yapıldığını iddia edecekler. Bunlara göre 2003 yılında da ülkemize şeriat geliyordu, memleket bölünüyordu ve bugün de bir diktatörün yönetimi altında yaşamaktayız.

Türkiye'nin 2002'den önce ne yaşadığı hakkında hatıralarım sınırlı. Hatta 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerde AK Parti'den nefret edecek kadar da kurulmuştum. Kurulmuştum diyorum zira herkesin geçtiği torna tesfiyeden ben de geçtim. Ülkemin büyüklüğünü bir kenara itip 4 tarafta düşmanlar olduğuna, çağdaşlığın tek yolunun batıya entegrasyon olduğuna ve en iyiyi en doğruyu askerlerin, bürokatların, akademisyenlerin bildiğine inandırılmıştım. Sonra çok şükür okuduk, gezdik, klasik deyim ile hem okuyanın hem gezenin bildiği bir kıvama nispeten geldik de birazcık anladık neyin ne olduğunu.

Recep Tayyip Erdoğan'ın eleştirilecek bir sürü yanı var ama mesele eleştirmek değil alaşağı etmek. Kasımpaşa'dan çıkan, sessizlerin sesi olan, küresel politikaları eleştirip milli politikalar geliştirme derdine düşen bir insandan bahsediyoruz. Bugünlerde birilerinin deyimiyle başçalan ve katil. Acaba bunu söyleyenler Erdoğan'ın kişisel ve siyasi hayatına dair hiç okuma yaptılar mı? Yapmış olsalar bugün neden başarılı olduğunu, neden milleti arkasına aldığını anlarlardı ama şahsi tecrübelerimden biliyorum ki sesini duymaya bile tahammül edemeyip kanal değiştiriyorlar, televizyonun sesini kısıyorlar. Bunu yapanların en büyük derdi "demokrasi". Türkiye'nin demokratik bir ülke olmasını istedikleri için Erdoğan'ın gitmesi gerektiğini söylüyorlar.

Kusura bakmayın ama Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük demokrasi adımlarını Erdoğan liderliğinde AK Parti ile gerçekleştirdi. Sene 2007, Demokratik Toplum Partisi'ni TBMM'de ziyaret ettik. Üniversiteye döndüğümüzde bazı askerler tarafından yemeğe çağrıldım. Yemeğin konusu gerçekleştirdiğimiz DTP ziyaretiydi ve söylenen şuydu; "Burak sen iyi bir çocuksun, böyle hareketler yapma, devlet de üzerine çarpı atılır." Çok değil 6-7 sene önce Türkiye bu kıvamdaydı ve hatırlarsanız gencecik çocuklar tabutlarla geliyordu evlerine. Bugün halen "demokratik açılım" girişimini sindiremeyenler olabilir ama sağduyulu Kürtler bunu çok net görüyorlar ki son 1 yıldır çok şükür ne çatışma ne şehit var.

Ne diyorduk, itiraz edenlerin dertleri demokrasiydi. Bunlara "The Cemaat" dahil. Hani şu 28 Şubat'ta Erbakan alaşağı edilirken neredeyse alkış tutan cemaat. Başörtüsü için "gerekirse çıkarmak lazım" türünden fetvalar veren nam-ı değer Hocaefendi! Geç oldu ama çok şükür oldu, üniversiteden tutun asker-polis-yargı hariç her alanda başörtüsü sorunu da çözüldü, kim çözdü peki? O hiç sevmediğiniz, alaşağı etmek istediğiniz Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti. Bir arkadaşım, dün de bugün de azılı Erdoğan düşmanı olanlardan, "bir gün baktım bizim siteye gelmişler, her yerdeler" diyordu başörtülüler için... Sonra rahatsız olmaya başladıklarını iddia ediyordu. Bir başkası; Koç Üniversitesinde okuduğu ilk yıllarda başörtülüleri nasıl tehdit olarak gördüklerini anlatıyordu. Elbette o da bugün Erdoğan gitsin cephesinde ve bana "eğitimli adamsın sen yapma abi" diyenlerden. Düşünün işte yine 6-7 sene öncesine kadar başörtüsü bile bizim en büyük demokrasi sorunumuzdu. Şimdi kalkmış, bunlardan rahatsız olanların yine başı çektiği kitleler demokrasi diyor.

Gezi Parkı olayları yaşandığı dönemdi. Bizzat o gün Taksim'e çıkanlardanım. Yahu Başbakana ne oluyor, neden bu kadar ayırıcı, itici, buyurgan konuşuyor diyordum. Hiç unutmayacağım; Taksim'e çıkarken etrafımda CHP bayraklı bir kitle vardı. O an düşündüm, acaba bu insanlar benim haklarım, kaygılarım için benimle meydana yürür müydü? Ama ne fark ederdi, mevzu bahis kişilerin hakları ve kaygılarıysa, kim olduğuna bakmaksızın destek olmak bizim şiarımızda vardı ve halen var. Sonradan tabi oturdu sahne kafamda, terk-i diyar eyledim Gezi'yi ve bugün Gezi'nin de başında sonunda masumiyet olmadığını düşünmeye başladım. İnsanlar masumdu ama insanları oraya getirmek için her yol denenmişti. Bunu da söylemezsem olmaz; o zaman AK Parti'li bir çevre beni "vatan haini" ilan etmişti. Aldırmadım çünkü daha önce en yakın akrabalarımca yobaz ve PKK sempatizanı da ilan edilmiştim, gelir geçerdi elbette.

Demokrasiydi esas talep değil mi? Erdoğan otoriterleşiyor ve hatta çoktan diktatör olmuştu. Öyle bir diktatör ki onun partisi ve hükümeti zamanında azınlık malları iade edilebildi, Alevi açılımı yapılmaya çalışıldı ve yine söylüyorum ilk kez "Kürt Sorunu" olduğu dile getirildi. Hatta askerin siyasete müdahalesine karşı ilk kez siyasi iktidar duruş sergileyebildi. 367 rezaletini, 27 Nisan E-muhtırasını unuttuk mu sanıyorsunuz? Hoşunuza gidecekti AK Parti google üzerinden derlenen delillerle kapatılsaydı. Çünkü AK Parti'den önce ülkenin normali buydu, irtica ve bölünme tehlikesine karşı asker ve zinde güçler teyakkuza geçerdi.

Şimdi diyorlar ki bunlar geldi geçti babam, sen başka şeyler anlat bize. Erdoğan ve AK Parti bunları çözdü de ne oldu, kendileri sivil vesayet kurdu diyorlar. Evet, öyle bir vesayet kurmuşlar ki hepsinin telefonları dinlenmiş ve dinlemek yetmemiş sonra da montajlanmış. Durun hemen köpürmeyin, yolsuzluk yok demiyorum. Ben mahkeme değilim ki karar vereyim buna! Gerçi mahkeme de mahkeme değil, zaten hiç olmamıştı ki! Bugün hukuk alaşağı edildi diye bağırıyorlar, yargı bağımsızlığını yitirdi diyorlar. Hadi oradan diyesim geliyor. Bu ülkede 1921'den sonra hukuk mu vardı? Olmadığını bizzat kendiniz biliyorsunuz; yaşı büyültülerek asılan gençlerden, yakılan insanlarımızın hesabının sorulamamasından, Uğur Mumcu'nun, Hrant Dink'in ve bir sürü faili meçhulun olmasından bunu idrak edemiyor musunuz? Ama derdiniz hukuk mu yoksa Erdoğan'ın alaşağı edilmesi mi? "Erdoğan gitsin de biz 2007 yılında eşi başörtülü diye karşısına dikildiğimiz Abdullah Gül'e bile razıyız" diyorsunuz utanmadan!

Allah'a şükür toplum hafızası var. Ülkemizin yakın siyasi tarihinde nelerin nasıl olduğunu az-çok aklında tutuyor. Menderes idam edilirken gülüp oynamıyordu millet, darbeler yapıldığında memnun değildi ama el mahkum silahlı adamlara karşı duramıyordu. Zaten meselenin özü de bu; politik-ekonomi! Birilerinin elindeki imkanların bir başkalarının eline geçmesi kabul edilemiyor veya sanılıyor ki herkes o imkanlara doğuştan sahip. Kusura bakmayın beyler-hanımlar; ben liseye başladığımda hazırlık sınıfı için kitaplarımı ikinci el aldım ve fiyatı babamın maaşının yarısı kadardı. Ben ilk kez yurt dışına çıkacağım için uçağa bindim ve sene 2008'di. Biz şanslıyız, doğal gaz evimize 7-8 sene önce geldi. Şanssız olanları siz düşünün!

Neymiş efendim, onu öldürür bunu öldürür şu kadar para çalarmış ama X ile Y şehrinin arası 2 saate indiği için Erdoğan'a oy verecekmişiz. Kimse kusura bakmasın ama Hrant Dink'ten beri toplumsal olaylar dışında faili meçhul yok bu ülkede. Roboski'yi unuttum sanmayın, ha siz onu da bilmezsiniz size göre Uludere! Zaman bize Hrant'ın, Muhsin Başkan'ın ve Roboski'nin katillerini de verecek inşallah ve o zaman göreceğiz kimmiş katil! Ergenekon'un palavra olduğuna inanan yığınların olduğu, doğudaki faili meçhulleri görmeyen, KCK tutukluları içeride tutulup, paşalar salınırken sevinenlerin cirit attığı memleketimde katilleri bulmak da zor oluyor haliyle. Gezi olayları olmasa medyanın ne kadar iki yüzlü olduğunu bilmeyen bir kitleden bahsediyoruz, sırf bu yüzden doğudaki ikinci uyduları başka meselelere yorduklarını da unutmadık.

Askeri vesayet, eski Türkiye, CHP ve Kemalist hikayeleri anlatma bize diyebilirsiniz ama unutmayın ki bunlar 10-20 yıl önce yaşanan hadiseler değil. Ergenekon keşke 3-5 darbe meraklısı askeri içeri almakla çözülecek olsaydı ama bahsettiğimiz bir zihniyet mücadelesi ve Einstein'ın dediği gibi ön yargıları kırmak maalesef atomu parçalamaktan zor! İşte bu yüzden tutturdunuz Erdoğan gitsin diye. Peki soruyorum kimi istiyorsunuz? Sonra ne olacak? Biliyorum hiç bir fikriniz yok ve yine biliyorum ki tek adama tutunmak çare değil. O yüzden Erdoğan ve hükümetlerinin eleştirilecek yığınla yanı olduğunu söyledim ilk başta.

2010 yılında yetmez ama evet demişken bugün "yetmez" dediklerimize dair adım atılmamış olmasını rehavete bağladığım kadar şu 17-25 Aralık vakalarıyla gün yüzüne çıkan art niyetlilerin sebep olduğunu da düşünüyorum. Halen daha 1982 Anayasası ile yönetilen bir ülke olmaktan ben de bıktım usandım ve utanıyorum. Demokrasi diyorsunuz ama anayasa yapımına 3 madde değişmez diyerek engel olan siz değil misiniz? Çağdaşlık, batı normları diyorsunuz ama Atatürk ilke ve inkılaplarından taviz vermeyiz lafını da peşine ekliyorsunuz. İşin en komik yanı ise bugün cemaat denilen yapının başını çektiği Erdoğan'ı bitirme kampanyasında cemaat ile el ele veriyorsunuz. Kusura bakmayın dostlar ama o cemaat AK Parti'yi bu hale getirmişse sizi ne yapar bir düşünün? Koç, Aydın Doğan, Cemaat, CHP, aşırı sol yahut ulusol el ele tutuşmuş Erdoğan'ı yemeye çalışıyorsunuz ama ertesi güne dair tek bir öneriniz, düşünceniz yok.

Yazmayı bile zül addediyorum ama madem bu kadar kutuplaştık ben de üzerime düşeni yapayım. Geçenlerde Ateist bir dostum durup dururken mesaj atıyor; "Burak bu zalimliği eleştirmen için bizim ölmemiz mi gerekiyor, seni tanıdığım günden utanıyorum, adam değilmişsin, seninle ilişiğimi kesiyorum" diyor. Ben kendimce inançlı bir insanım ama bu arkadaşın Ateist olmasını hiç dert etmedim. Her olduğum ortamda olmasından ne rahatsızlık duydum, ne de dışlanmasına izin verdim fakat hata etmişim anlaşılan. Demokrasi ve özgürlük talebi olan bu dostum ben AK Parti'ye destek oluyor yahut ağır eleştiri getirmiyorum diye beni hayatından çıkarıyor. Şimdi merak ediyorum; ben eğer AK Parti'ye destek vermezsem başıma neler gelecek acaba? Hani meşhur deyiminizle "başıma bir şey gelmeyecekse şunu söylüyorum; 30 Mart'ta Türkiye'ye geliyorum ve oyumu AK Parti'ye vereceğim." 

Çözüm süreci akim kalmasın, yeniden kan akmasın,
Anadolu insanı hakir görülmesin, talep ve isteklerine kulak verilsin,
Türkiye ucu bucağı belli olmayan cemaat vesayetine teslim olmasın,
Türkiye dünyada yaşanan gelişmelerde taşeron değil aktör olsun,
Bugüne kadar gerçekleştirilen demokratikleşme sürsün,
İlk kez sivil bir anayasa yazılabilsin,
Askerden sonra, yargı odaklı yahut herhangi bir vesayet oluşmasın, temennileriyle oyumu AK Parti'ye vereceğim.

30 Mart'tan sonra AK Parti'nin içinde kokuşmuş, yolsuzluğa bulaşmış kim varsa gerçek bir hukuk önünde hesap vermeli. 17 Aralık'tan bugüne kadar ne kadar anti-demokratik adım atıldıysa geri alınarak demokratikleşme hızlandırılmalı. Devlet hiyerarşisi içerisinde hocadan, ağadan, paşadan emir alan kim varsa azledilmeli, devlet içerisinde yasama-yargı-yürütme dengesi oturtulmalı. Yeni anayasa yapımı çalışmaları gerçek bir eyleme bürünmeli, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı esas alınarak herkes yasalar önünde eşit hale getirilmeli. Alevi vatandaşların Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması sağlanmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinden yararlanmalarının önü açılmalı. Ergenekon, Balyoz, Oda TV, KCK gibi davalar öncelenerek sonlandırılmalı ve hüküm giyenlerin nihai kararları açıklanarak suçlular cezaevine gönderilmeli. Ermeni, Musevi, Süryani ve bilimum azınlıklara TBMM seçimlerinde kota verilmeli ve her azınlık grubunun nüfusu oranında vekil çıkarabilmesi sağlanmalı. Hrant Dink, Muhsin Yazıcıoğlu ve Roboski gibi toplum vicdanını zedeleyen cinayet ve ölümlere ilişkin yargılama işlemleri hızlandırılmalı ve deliller ışığında suçlular cezalandırılmalı.

Yukarıda gereklilik kipiyle kurduğum cümleler benim nazarımda AK Parti'nin kredisini, geleceğini belirleyecektir. Bugün için bir dostumun da söylediği gibi 17-25 Aralık hadisesi üzerinden parantez içine aldığım eleştirileri 30 Mart gününden sonra şiddetle dile getireceğim ki iktidar sarhoş olmasın eroin etkisi gerçekleşip uyuşmasın.Şahsi olarak 17-25 Aralık olaylarını yargı kullanılmak suretiyle siyasi iktidara darbe olarak görüyorum ve bu olağanüstü halde iktidarın yanında durmayı ahlaki buluyorum. 

19 Ocak 2014 Pazar

Yazmayacaktım ama Yazmadan Edemedim

The Cemaat ile iktidar arasında olduğunu artık sokaktaki çocuğun bile telaffuz edebildiği ve maalesef belden aşağı hale gelen kavga devam ediyor. Belki de sokaktaki çocuğun bile demesini özellikle istedikleri şey "İslamcılar, İslamcılarla" kavga ediyor. Ses kayıtları, kayıtların sızdırılması ile hedeflenenler; düne kadar kol kola yürüyen, birbirinin içine girmiş iki ayrı kitlenin ve kardeşlik hukuku oluşturmuş bireylerin bir daha asla barışamayacağı ve yüz yüze bakamayacağı bir ruh haline gelmesine zemin hazırlıyor. Sedat Laçiner hocanın "Büyük Tuzak" başlıklı yazısında da belirttiği haliyle; herhalde Türkiye'nin başına gelebilecek veya açılabilecek en büyük belalardan biri bu olsa gerek. Düşmanların bugünlerde zil takıp oynamasını anormal karşılamamak lazım. Kim bu düşmanlar diye soracak olursanız; uluslararası ilişkilerin, dünya politikasının bir devletler ligi şeklinde kurgulandığını, her birinin de rekabet içinde olduğunu unutmayın derim.

Kavga derinleşir ve büyürken "anladığım kadarıyla AK Parti'nin ve Cemaat'in içerisinde ayrı ayrı paralel yapılar var" diye bir yorum tweetlemiştim. En çok korktuğum da başından beri buydu. Devamında da "eğer Cemaat CHP'ye, AK Parti de Ergenekon'a yakınlaşıyorsa, daha kötüsü olamaz" mealinde bir yorum yapmıştım. Kavga devam ettikçe, bel altı vuruşlar çoğaldıkça bu endişelerimin hakikate ışık tuttuğuna inancım arttı. Ses kayıtlarında Koç, Sabancı gibi grupların Cemaat ile iş tuttuğunu görünce içimden "vay beyaz Türklerin haline" demiştim. Tabi bu ses kayıtlarının hukuk içerisinde olduğunu, herhangi bir suç unsuru teşkil etmediğini defalarca vurgulayanları da gördükçe; "vay hizmet için, Allah rızası için üç kuruşa mesafeler aşan, zorluklara katlanan abiler" diye iç geçirdim. Fethullah Gülen'in Koç ve Sabancı grupları ile iş tutuyor olması hukuk dahilinde olabilir ancak bir "hizmet" bir "inanç-din" davası güdenler açısından çok da normal karşılanacak değildir diye düşünüyorum. Ya Cemaat ile işbirliğine giden Koç ve Sabancı'ya ne demeli? Haşa kimsenin kimlerle iş yapacağına karışacak değilim. Elbette herkes hukuk çerçevesinde dilediği kimseler ile işbirliği yapabilir fakat size de Koç ile Cemaat'in birlikte anılması tuhaf gelmiyor mu?

Yukarılarda böyle paslaşmalar olurken tabanında bir şekilde yakınlaştığını görmüyor değilim. Daha düne kadar Ergenekon diye bir şey yok, bunların hepsi cemaatin oyunu diye bağıranlar, bugün "yolsuzluk da yolsuzluk" demeye, cemaatin hükümete karşı izlediği politikayı sahiplenmeye başladılar. Yolsuzluk demesinler, hükümete yüklenmesinler demiyorum ama cemaatin oluşturduğu hashtag'ler ve söylemler üzerinden politika yapmaları sizce de manidar değil mi? Yolsuzluk meselesini örtmek isteyen de buna destek veren de yanlış yapar ama yolsuzluk derken rakamları çarpıtmak, işi kara propagandaya çevirmek neyin nesi? Başbakan Erdoğan'a ve partisine kronik nefret besleyenler olduğunu biliyoruz ama bu kronik nefretçilerin Kemalist çizgiden Gülenist çizgiye kaydığını görmek trajikomik oluyor. İddialara göre 247 milyon $ yolsuzluk Kemalist-Gülenistlere göre 247 milyar $ oluveriyor. Yahu kardeşim memleketin milli geliri 800 milyar dolar civarında, atıyorsanız ufak atın dediğimiz zaman ise 1$'da 1000$'da aynıdır diyorlar. Elbette hırsızlığın biri de bini de aynıdır ama hırsızlık her zaman hırsızlıktır. Nurettin Sözen'ler, Bedrettin Dalan'lar, SGK'da yaşananlar, bugün aday olarak gösterilen Sarıgül'ün CHP'den neden atıldığı ortadayken birilerinin "hırsız var" diye etrafı inletmesi de bir hayli komik ve samimiyetsiz oluyor. Sakın ha başkasının yanlışı ile bugün iddia edilen yolsuzluk meselesini akladığım düşünülmesin, daha önce de yazdığım gibi yol'dan çıkanlar kim ise en ağır şekilde cezaları da kesilsin.

Peki yazmayacaktım ama yazmadan edemedim dediğim şey nedir? Yazının başında değindiğim büyük korkudan bahsediyorum. Kavga edenlerin "İslami" hassasiyetlerle anılıyor olması, haliyle İslami hassasiyetleri olanların birbiriyle dövüşmesi. "Paralel Yapı" dediğimiz şeyin sadece cemaat içerisinde değil, AK Parti'de de var olması ihtimali gerçekten ürkütücü. Çünkü eğer böyleyse cemaatin daha öncede zikrettiğim tüm güzel hizmetleri ve AK Parti'nin Türkiye'yi dönüştüren, geliştiren başarısı birlikte hedef alınıyor demektir. Bu durumda da kavganın kazananı kim olursa olsun kaybedeni Türkiye olacaktır. Cemaatin küresel bir yapı olması hasebiyle sızmalara daha açık olması mümkündür. Peki ya cemaat üzerinden AK Parti'ye sızmalar olmuşsa ve bunlar zaten cemaate de sızmış olan 3. taraflar ise? Komplo teorilerinden hiç hazzetmem ama hali hazırda istihbaratlar savaşına şahit olduğumuzu da bilmeliyiz. Bugün cemaat çevreleri daha küresel, demokrat, liberal bir söyleme, hükümet çevresi ise daha milli, otoriter ve devletçi bir söyleme sahip. İlkesel olarak birincisi daha sempatik görünebilir ama Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'in çok güzel bir sözü var; Tek başına ilkeler yeterli değildir. İkinci belirleyici parametre insandır. Hristiyani ilkeler adına pek yüce işler yapılmıştır ama işkence kazıkları da yakılmıştır. Mesele, ilkeleri uygulayan insanlara bağlıdır. İkiyüzlüleri bir kenara bırakalım." (Özgürlüğe Kaçışım - 1583)