25 Temmuz 2012 Çarşamba

Suriyeli Kürtler Türkiye İçin Tehdit mi?

Suriye’nin kuzeyinde ve dolayısıyla Türkiye’nin güney sınırında bir Kürt özerk bölgesi oluşması ihtimali son günlerde Suriye’de Esad rejiminin yıkılma ihtimalinin daha da artması ile birlikte konuşulmaya başlandı. Oysa Suriye’de Kürtlerin olduğu ve Türkiye’nin sınır bölgesindeki yerleşim yerlerinde yaşadıkları tarihi bir vaka. Suriye devletinin 1962 yılında yapılan nüfus sayımında yüz binden fazla Kürdü nüfus sayımının dışında tuttuğu, kimlik vermediği ve hatta bu Kürtlerin Türkiye’den gelen yabancılar” olarak addedildiğini düşündüğümüzde Suriye’deki Kürt realitesinin bugün yahut çok yeni bir gelişme olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Yine benzer şekilde Suriye’de ilk Kürt partisi olan Suriye Kürdistan Demokratik Partisi’nin 1957 yılında kurulduğunu düşündüğümüzde her ne kadar baskıcı Baas Rejimi nedeniyle ayrılıkçı bir siyasi tavır belirlememiş olsa bile çok yeni olmayan bir geçmişe sahip olduğu görülecektir. Benim anlamadığım konu bugün Suriye’nin parçalanması senaryoları üzerinden konuşulan olası Kürt özerk bölgesi meselesinin sanki gökten zembille inmiş gibi okunuyor olmasıdır. Suriyeli Kürtler bugüne kadar ayrılıkçı bir hareket geliştirmemiş olsa bile kimliksiz olmaları, dillerini konuşma ve kullanma noktasında baskılara maruz kalmaları, kültürlerini yaşatmalarına imkan tanımayan uygulamalar düşünüldüğünde, koşullar oluştuğunda Suriye’de ilk hak talebinde bulunacak kitle olacakları ortadadır. Türkiye’nin politika yapıcılarının bu gerçeği görmediği yahut hesaba katmadığını düşünmek pek mümkün değil.
Suriyeli Kürtlerin Iraklı Kürtlere benzer bir şekilde özerk bir yapılanmaya gitmesinin Türkiye tarafında endişe yarattığını gözlemlerken bu endişenin esas kaynağının Suriyeli Kürtler mi yoksa Türkiye’nin kendi vatandaşı olan Kürtlere dönük politikaları mı olduğunu iyi düşünmek gerekir. Türkiye, Irak Kürdistan Özerk Bölgesi bir gerçeklik haline gelene kadar sürekli bunu görmezden gelen ve bu yönde eğilimleri tehdit olarak algılayan bir politika izledi. Irak Kürdistanı’nın yöneticisi olan Mesut Barzani’nin özellikle düne kadar Türkiye tarafında nasıl algılandığı hepimizin malumu. Peşmerge lideri olarak lanse ettiğimiz ve küçümsediğimiz Mesut Barzani bugün Irak’ta çok önemli bir aktör ve hatta Türkiye açısından da stratejik ilişkiler geliştirdiği önemli bir ortak haline geldi. Türkiye’nin Irak politikasında merkezi hükümetle ve onun Başbakanı Maliki ile yaşadığı krizlere baktığımızda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi lideri Mesut Barzani’nin Türkiye’nin Irak politikasını endekslediği aktör olduğunu bile söyleyebiliriz. Irak’ta Barzani’nin Türkiye için bu kadar önemli bir aktör haline geldiği sürece baktığımızda ise bugün Suriye’de yaşanan gelişmelere dair anlamlı sonuçlar çıkarmamız mümkün olabilir. Zira Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında Iraklı Kürtlerin ve Barzani’nin önemli bir aktör haline geldiğini görmeliyiz. Yıllarca Saddam’ın zulmüne maruz kalan gruplardan birisi olan Kürtler Irak’ta Saddam dönemi sona ererken en örgütlü ve gelişmeleri iyi okuyan grup olarak ön plana çıktılar. Bugün Suriye’nin geleceğine ilişkin senaryolarda da Suriyeli Kürtlerin örgütlü yapısı ve tarihi kimlik bilincini yan yana koyduğumuzda Esad sonrası dönemde benzer bir gelişmeyi görmemiz şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’nin Suriye’de olası Kürt Özerk bölgesi ve yönetimi ile ilgili endişelerini bugün içinde bulunduğu koşullara baktığımızda anlamlı görebiliriz. Zira Türkiye’nin uzun döneme yayılan ve hücrelerine kadar hissettiği bir Kürdistan korkusu mevcut. Çünkü Kürdistan dediğimiz zaman işin içine Türkiye’de yaşayan Kürtler ve Güneydoğu Anadolu coğrafyası da giriyor. Hiçbir devlet her şartta ama hiçbir halk da normal koşullar altında bölünmeye sıcak bakmayacaktır. Türkiye’nin bölünme endeksli korkusu rasyonel bir devlet refleksi olarak okunsa bile bu korkunun temelinde yatan bir Kürt Sorunu gerçeği olduğunu bir kere daha görmek zorundayız. Türkiye eğer Kürt Sorunu noktasında çok geç kalan adımlarını atabilmiş olsa ve en son Diyarbakır’da gördüğümüz şiddet sahnelerinin yerini kardeşlik hukuku ve barış alabilse, bugün Suriye’de Esad sonrası senaryoları konuşulurken yaşadığı tedirginlik olmazdı.
Peki, Türkiyeli Kürtler bölünmek mi istiyor? Geçtiğimiz günlerde Ankara Strateji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Erol Kurubaş imzasıyla çıkan “Kürt Sorununun Çözüm Mantığını Anlamak” isimli rapor bu soruya verilecek cevaplarla ilgili önemli tespitler yapıyor. Rapora göre ve benim de aynı düşünceyi paylaştığım şekilde Türkiye’de Kürtler devlete güven ve geleceğe ilişkin umutlar noktasında henüz “güven eşiği” dediğimiz ve aşıldığında güvenin tamamen yitirileceği noktayı geçmiş değiller. Yani Türkiye Kürtleri halen daha devletin barışa ilişkin bir şeyler yapabileceğine güveniyorlar ki Kürt siyasetinde önemli bir karşılığı olan Leyla Zana’nın son çıkışları bu anlamda bir örnek teşkil edebilir. Güven eşiği aşılmamış olmakla birlikte bu eşiğe çok yaklaşıldığı tespitini yapan rapor güven eşiğinden bir sonraki aşamanın “ayrılık eşiği” olduğunu söylüyor. Henüz güven eşiğinin aşılmadığını ve ayrılık, yani bölünme eşiğine gelinmemiş olduğunu düşündüğümüzde Türkiyeli Kürtlerin henüz bölünme gibi bir ihtimali marjinal gruplar dışında taşımadığını söyleyebiliriz. Aslında bu tespit bize Türkiye’nin Suriye’de Esad sonrası dönemde ihtimal dahilinde olan Kürt Özerk Bölgesine ilişkin yapması gerekenlerin listesini önce içeride kendi Kürt vatandaşları ile tesis edeceği barış ortamı üzerinden şekillendiriyor.
Türkiye eğer kendi Kürt Sorunu noktasında çözüm veya normalleşmeye dönük cesur adımlar atabilir ve dün Iraklı Kürtlerle gerçekleştirdiği stratejik yakınlığı yarın da Suriyeli Kürtlerle gerçekleştirebilirse Kürt siyasetinin bütün merkezlerinde çekim alanı haline gelebilir. Iraklı Kürtler işgal sonrasında Bağdat’taki hükümetten çok Türkiye ile işbirliği içerisindeyse yarın Suriyeli Kürtler de yeni Şam hükümetine kıyasla Türkiye ile daha sıkı ilişkiler kurabilir. Ayrıca bu denklem Türkiye’nin tarihi derinliğinde de mevcuttur. Sykes-Picot öncesindeki bölge haritasına bakıldığında bu çok net bir şekilde görülecektir.
Twitter: @burakyalim  

Uluslararası Politika Akademisi Mülakatı


Değerli Dostumuz UİÇ Derneği Başkanı Burak Yalım Mülakatı

1-) Burak bey öncelikle mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ve onun değerli takipçileri adına teşekkür ederim. UPA Takipçilerinin sizi daha yakinen tanıyabilmeleri için kendinizi tanıtabilir misiniz?

TUİÇ’e ve bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. UPA gibi bir oluşum ve onun değerli takipçileri ile fikirlerimi paylaşmak benim için çok önemli zira benzer çalışmalarımız ve önemli işbirliği potansiyelimiz var ve bunu değerlendirmek için bu röportaj önemli bir başlangıç olabilir. Açıkçası bu “kendini tanıtabilir misiniz” sorusunu pek sevmiyorum çünkü insan ömrü boyunca kendini aramakla meşgulken birkaç cümle ile kendini tarif etmesi pek kolay değil. Hem anne hem de baba tarafından üçüncü kuşak Balkan göçmeniyim. Baba tarafım Bosna-Hersek anne tarafım ise Bulgaristan’dan gelmişler. Osmanlı Devletinin ilk başkenti olan Bursa’nın İnegöl ilçesinde doğdum ve ilk-orta öğrenimimi orada tamamladım. Üniversite hayatım Darü’l İslam’ın başkentini korumak adına büyük bir destanın yazıldığı Çanakkale’de geçti. Akabinde de üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul’da yaşamımı sürdürmeye başladım. İnsanların hayatlarında şehirlerin de önemli bir yeri olduğunu düşündüğüm için bu vurguları yapıyorum. Uluslararası İlişkiler okumak lise döneminden beri aklımdaydı ve halen daha bu alanda çalışmalarımı sürdürmekten büyük mutluluk duyuyorum. Yüksek Lisans’ım bitti bitecek ve kısmetse uluslar arası ilişkiler alanında doktora yapmayı da planlıyorum. Sıkı bir Beşiktaş taraftarıyım, sadece 11 kişinin oynadığı oyundan ziyade bir duruş olarak bakıyorum Beşiktaş’a. 12 yaşımdan beri siyasete meraklıyım lakin hiçbir siyasi partinin de üyesi değilim ve olmadım da. Toplumu oluşturan değil, toplumun oluşturduğu siyasete inanıyorum. Henüz bir kumsalda kum tanesi olduğumu düşünsem de Başbakan olmak gibi bir hedefe sahibim. Sözün uçup yazının kaldığına inananlardanım ve sanırım çok konuşuyorum.      

2-) Burak Bey Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmalarının (TUİÇ )  kurulum aşamasını, misyonunu ve kurulum aşamasından günümüze değin yaşamış olduğunuz dikkat çekici gelişmeleri takipçilerimiz için özetleyebilir misiniz?

TUİÇ’i kurmak için yola çıktığımız 2008 yılında uluslararası ilişkiler ve bu alana ilgi duyan öğrenci ve gençlerin sorunlarına çözümler sunabilmek ve geniş kitlelere hitap ederek bu kitlelerin taleplerini karar alıcı mekanizmalara ulaştırabilmeyi hedeflemiştik. Dış politika yapım sürecine dahil olmak, sivil diplomasinin bir parçası haline gelmek, uzman ve uzman adaylarını buluşturabilmek de hedeflerimiz arasındaydı. İlk zamanlar “bunlar gençlik hevesi gelir geçer” diyenler çok oldu. Gerek finans gerekse motivasyon anlamında ciddi sorunlarla karşılaştık ama en önemli dayanağımız inancımız ve samimiyetle birlikte hiçbir ideolojik çıkar gözetmeksizin yola çıkmış olmamızdı. Bir su damlasının okyanusta bırakacağı etki hep küçük gözükür. Nitekim bizim etkimizi de böyle yorumlayanlar oldu ama zaman içerisinde o su damlasının oluşturduğu çemberler büyüdü ve bugün TUİÇ hatırı sayılır bir kurum haline geldi. Misyonumuz gençler arasında dayanışma ve işbirliğini arttıracak ve bunu yaparken de evrensel değerleri yerel yorumlarla içselleştirecek bir çabayı sürdürmek ve sırasıyla Türkiye’de, yakın coğrafyasında ve dünyada barışa katkı sunabilmektir. Çıtayı ne kadar yüksek tutarsanız o kadar iyi bir noktaya ulaşırsınız. Biz de TUİÇ olarak dünya barışını hedefliyoruz ancak bunu kof söylem üzerinden değil pratiğe dökerek yapmaya çabalıyoruz. Örneklemek gerekirse TUİÇ bugüne kadar 16 tane ulusal kongre gerçekleştirdi. Bazıları bu ulusal kongrelerin hüviyetini anlayamadı, uluslararası bir hüviyete sahip olması gereken TUİÇ neden Türkiye içine sıkışıyor diye çok soruldu ama burada gözden kaçan Yurtta sulh olmadan cihanda sulh olmayacağı gerçeğidir. Türkiye’nin kendine has bir hikayesi ve bu hikayenin içerisinde rengarenk aktörlerin olduğunu içselleştirmeden dünyaya açılmanız çok anlamlı olmayabiliyor. Biz önce kendi aramızdaki farklılıkları ve bu zenginliği fark edip özgüven inşa etmeyi denedik ve bu anlamda başarılı olduğumuzu da rahatlıkla söyleyebilirim. Bugün www.tuicakademi.org sitesi aylık ortalama 20 bin farklı ziyaretçiye sahipse ve Türkiye’de birbirinden farklı üniversitelerdeki uluslararası ilişkiler bölümü öğrencileri ciddi bir ağ kurup birbiriyle tanışmış ve temas halinde olmuşsa bunda TUİÇ’in yaptıklarının büyük bir payı vardır. 


3-) Ülkemizin genç bir uluslararası ilişkiler uzmanı olarak, uluslararası ilişkiler öğrencilerinin genel durumu, eksiklikleri ve yapmaları gerekenlerle ilgili çeşitli seminerler düzenlediğinizi ve düşüncelerinizi dile getirdiğinizi biliyoruz. Kısaca özetlemeniz gerekirse uluslararası ilişkiler öğrencileri ve bu alana meraklı takipçilerimiz için ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

Öncelikle “uzman” kelimesine alerjim olduğunu ifade etmek isterim. Türkiye’de uzmanlık çok basite indirgenmiş bir kavram maalesef. Bir konu hakkında 3-5 makale yazan ve 8-10 kitap okuyan kişileri o konuya ilişkin doğru düzgün bir saha analizi ve araştırması olmaksızın uzman olarak niteleyebiliyoruz ve bu çok da doğru değil. Ben nacizane uluslararası ilişkiler eğitimi almış ve bu alanda gençlerin buluştuğu tek çatı kuruluş olan TUİÇ’in başkanı sıfatıyla Türkiye’de uluslararası ilişkilerin çok yeni olgunlaşmaya başladığını söyleyebilirim. Türkiye’nin demokratik olgunluğu ve ekonomik zenginliği ile uluslararası ilişkiler alanındaki olgunluk düzeyini paralel görmemiz lazım. Rusça bileni Komünist, Ermenice bileni hain, Kürtçe bileni bölücü ve Arapça bileni yobaz ilan ettiğiniz bir ülkede uluslararası ilişkilerin çok da sağlıklı olmasını bekleyemezsiniz. Benzer bir şekilde sivil topluma, araştırma geliştirmeye, özel olarak düşünce kuruluşlarına ayrılan bir bütçenin olmadığı, henüz düşünce kuruluşları ile ilgili bir mevzuatın bile bulunmadığı bir ülkede de uluslararası ilişkiler çok olgunlaşmış değildir. Bu sorunların zamanla çözümlendiğini, görece azaldığını ve daha iyiye giden bir seyir olduğunu da söylemek lazım tabii ama dünya ile kıyas ettiğimiz zaman çok geride olduğumuz herkesin malumu. Böyle bir tabloda uluslararası ilişkiler öğrencilerinin de istisnai durumlar haricinde çok üst düzey başarılı olabilmesi kolay değil. Ama tüm bu eksikler bahane edilmek suretiyle uluslararası ilişkiler öğrencilerinin de umutsuzluğa kapılması, tembellik etmesi kabul edilemez. Bizim her şeyden önce dil sorunumuz var. İvedilikle bunu aşmamız gerekiyor. Bu nedenle uluslararası ilişkilerden mezun olabilmek için belirli dil sınavlarından belirli puanları almak koşulu getirilebilir mesela. IELTS, TOEFL vb. sınavlardan yeterli puanı alamayan öğrenciler uluslararası ilişkiler bölümlerinden mezun edilmemeli. İkinci sorunlu alan ise mekan ve tarih algımız. Yurtdışına çıkmamış bir uluslararası ilişkiler öğrencisi her zaman eksik ve yarım kalacaktır. Resmi tarihten başka bir tarihi perspektifi olmayan, Osmanlı Tarihini at üstünde elinde kılıç ile fethe gitmekten ibaret algılayan ve dünya siyasi tarihini okumayan bir öğrenci de her zaman kendi iç dünyasına hapsolacaktır. Dolayısıyla bol ve çeşitli okuma, dil konusunu halletme, yurtdışı deneyimi, belirli bir alana yönelme gibi temel tavsiyelerde bulunabilirim. Tabii yazmayı, özellikle farklı dillerde yazabilmeyi de başarmak gerekiyor.    

4-) Türk Dış Politikası üzerine çalışmaları olan bir oluşumun başkanı olarak, dış politikada “Komşularla Sıfır Sorun” ilkesinin uygulanabilirlik durumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Son dönemde komşularımızla yaşadığımız ve uluslararası kamuoyuna mal olan bazı sıkıntıların bu ilkeyi işlevsiz bıraktığı eleştirilerine katılıyor musunuz?

Bizim en başından beri yaptığımız temel hata Komşularla Sıfır Sorun (KSS) ilkesini yahut politikasını gündelik düşünmek veya ham bir hedef olarak algılamaktı. Çelişkilerin yönetildiği ve farklı çıkarların uzlaştırılmaya çalışıldığı bir alan olarak dış politikada sıfır sorunlu bir alanın varlığını düşünmek ve bunu bugünden yarına gerçekleşecek bir hedef gibi algılamak pek rasyonel değil. Dolayısıyla Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konulan KSS söyleminin bu kadar tartışılıyor ve gündelik gelişmeler üzerinden eleştiriliyor olması kavrayıştaki sorunlardan kaynaklanıyor. Bir de konunun iç politika malzemesi olarak kullanılabiliyor olması bu sıkıntılı bakış açısını perçinliyor. Bana kalırsa KSS politikası bir motivasyonu ifade ediyor ve bu motivasyonun belirli bir dönem içerisinde çok da işe yaradığını gördük. Suriye ile bugün yaşanılan kriz üzerinden yapılan değerlendirmeler, sınırların anlamsız hale geldiği, Suriye ve Irak ile yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseylerinin ile kurulduğu günlerde yapılmıyordu mesela. Bugün yapılan, dün başarılı olan KSS bugün neden yürümüyor sorusunu sormak yerine yaşanan krizler üzerinden naif bir dış politika eleştirisidir. Oysa Türkiye’nin KSS politikasını motivasyon olarak görebilsek ve değişen dinamikleri okuyabilsek bugün bu kolaycılığa kaçmayız. Arap Baharı olarak anılan olaylar yaşanmaya başlayana kadar KSS çok iyi gidiyordu ancak bölgede yaşanan istikrarsızlık haliyle Türkiye’yi ve dolayısıyla Türkiye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini de etkiledi. Ben burada bir başka konuya da dikkat çekmek istiyorum. Bugün Türkiye’de dış politikada yaşanan zorluklara ve sıkıntılara KSS çöktü genel çerçevesinde yaklaşanların büyük bir kısmının bu durumdan sanki keyif alırmışçasına bahsettiklerini gözlemliyorum ve bu çok ciddi bir sorun. Çünkü dış politikada yaşanan başarılar veya başarısızlıklar iktidar partisini değil tüm Türkiye’yi ilgilendirmektedir ve bu anlamda iktidara da muhalefete de düşen birbirlerini dış politika üzerinden yıpratmak yerine en azından bu alanda istişare ve işbirliği mekanizmalarını çalıştırabilmeleridir.

Değerli vaktini ayırdığı için dostumuz Burak Yalım’a çok teşekkür ediyoruz.

Ahmet Ceylan
24.07.2012

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Neden Uluslararası İlişkiler?






CUMARTESI, 21 TEMMUZ 2012 23:19
BURAK YALIM

Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) dün itibariyle açıklandı. Puanları yeterli olan üniversite adayları 23 Temmuz ile 3 Ağustos tarihleri arasında önlerindeki 4-5 yılı ipotek altına alacakları tercihlerini gerçekleştirecekler. İpotek altına alacaklar diyorum çünkü yapacakları yanlış tercihler sonucunda kazandıkları bölümlere gidip daha sonra vazgeçmeleri mümkün olmakla birlikte, LYS sınavına bir kere daha hazırlanmaları gerekecek ve bu durum pek de tercih edilen bir yol değil.

Ülkemizde hepimizin malumu bir sınav sorunu var. Liseye giriş, üniversiteye giriş, memur olmak için kamu personeli sınavı, bu yetmezmiş gibi üzerine kurum sınavları, dil sınavları, uzmanlık sınavları, yüksek lisans ve doktora için ALES gibi anlamsız bir sınav daha vesaire… Bu sınav çokluğu veya sınavların doğruluğu ayrı bir tartışma konusu ama şu koşullar altında LYS’nin üniversiteye girecek öğrencileri belirlemede en uygulanabilir eleme aracı olduğu da muhakkak.
Üniversiteye giriş sınavına hazırlanmak ve o sınavda dilenen başarıyı göstermek kolay iş değil ama bir o kadar zor olan şey de alınan puan ile birlikte doğru bir tercih yapabilmek. Doğru tercihten kastımız üniversite seçiminden çok okunacak bölümle alakalı. Üniversiteler arasında da ciddi farklar olmakla birlikte bu yazının konusu okumak üzere tercih edilecek bölümün önemi ve bu anlamda uluslararası ilişkiler bölümüne yönelik genel bir perspektif sunabilmek.

Uluslararası İlişkiler bölümü mezunu ve hatta yüksek lisansını tamamlamasına bir adım kalan bir birey olarak elbette bölümümü herkese tavsiye edebilirim. Henüz lise ikinci sınıftayken uluslararası ilişkiler okumaya karar verdiğim için hiç pişman değilim. Belki de pişman olmamamın en önemli nedeni bu bölümü okumaya kendi başıma ve henüz lise ikinci sınıfta karar vermiş olmamdır. Üniversite öğrencisi olmaya taze aday arkadaşların mevcut halini az çok kestirebiliyorum. Anne bir tarafa, baba diğer tarafa, arkadaşlar bambaşka yöne ve öğretmenler hepsinden başka alanlara yönlendirme veya yönelmesi için baskı yapmakla meşguller ve bu durum aday öğrencileri inanılmaz bir karmaşaya sürüklüyor. Tüm adaylara ilk tavsiyem herkesi dinlemeleri ancak kararlarını kendi iç seslerini dinleyerek vermeleridir. Aksi takdirde başkalarının size çizdiği bir geleceği belki de hiç istemediğiniz bir alanla meşgul olarak geçirme tehlikesi ile karşı karşıyasınız demektir.

Sizin bu karmaşanıza biraz da ben dahil olup hali hazırda hepinizi uluslararası ilişkiler okumaya davet etmişken en azından üzerime vazife olanı da gerçekleştirip biraz olsun uluslararası ilişkilerin muhtevasından bahsetmeliyim. Her şeyden önce uluslararası ilişkilerin bir sosyal bilim alanı olduğunu ve bu alanın bir laboratuarı olmadığını bilmenizi isterim. Yani bu alanda 2+2=4 şeklinde bir sistematik maalesef yok ama işin de bana göre eğlenceli tarafı bu. Mesela suyun 100 derecede kaynadığını hepimiz biliriz ama konu uluslararası ilişkiler olduğunda su bile 100 derecede kaynamayabilir. Çünkü uluslararası ilişkilerde kesin yargılar yoktur ve çalışma alanımız her zaman gridir. Eğer gri şeyleri seviyorsanız bu alan size yakındır diyebiliriz. İkinci olarak uluslararası ilişkiler adından da belli olduğu üzere Türkçe, Türkiye ve Türkiye’ye ait şeylerle yapılamaz. Dolayısıyla sizin en önce İngilizce ve akabinde başka dillere ilgi duymanız, ülkeniz dışında gelişen olaylardan etkilenmeniz ve yabancı yahut size farklı gelen herşeyi sevmeniz, sevmeseniz bile onlara meraklanmanız gereklidir. Uluslararası İlişkiler ile ilgili üçüncü önemli nokta ise çok okumaya ve bu okumalardan yazılar devşirmeye istekli olmanızdır. Tarih, politika, hukuk, ekonomi, teoloji, sosyoloji sözcüklerinden karma bir alandır Uluslararası İlişkiler ve günümüz dünyasında bireyin ilgilendiği hemen her şey, toplumsal talepler ve çıkar, güç, denge gibi kelimelerin kesiştiği yukarıda da belirttiğim gibi gri bir alandır. Özetle uluslararası ilişkiler her şeyden bir şey bilmenizi ama her şeyin içindeki bazı şeyleri çok iyi bilmenizi ve en nihayetinde her şeyden bir tanesini de çok ama çok iyi bilmenizi gerektirir.

İnsan bu kadar çok şeyi bilince herhalde her şey olur diye düşünebilirsiniz. Uluslararası İlişkiler mezunları da aşağı yukarı her şey olabilecek iş yelpazesine sahiptirler. Henüz Türkiye’de çok yeni olan think-tank diye tabir edilen düşünce kuruluşlarında uzman olarak çalışabilir, üniversitede araştırma görevlisi – asistan olarak kalmak suretiyle akademik kariyer yapabilir, uluslararası örgütler diye adlandırdığımız Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği vb. kurumlarda çalışabilir, Dışişleri Bakanlığı’nın sınavını kazanıp meslek memuru veya bilinen adıyla diplomat olabilir, özel sektörü seviyorum diyerek firmaların dış ticaret ve ihracat birimlerinde yer alabilir, medyanın dış haberler bölümünde muhabir, editör, gibi görevler alabilir, idari hakimlik sınavını başarıyla tamamlayıp hukuk alanında kariyer sahibi olabilir, kaymakamlık sınavını halledip iç işleri bakanlığı bünyesinde çalışabilir veya en olmadı bankacılığı da tercih edebilir… İşte tüm bunlar uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olanların yapabilecekleri arasındadır. Ayrıca sivil toplum kuruluşlarında çeşitli roller de uluslararası ilişkiler mezunları için tercih edilebilir iş imkanı olabilir.

Uluslararası İlişkiler bölümüne ilişkin yukarıda saydığımız genel özelliklerden sonra belki de bu kadar geniş bir yelpazesi olan alanda nereye nasıl yönelmek gerekir sorusu akla gelebilir. Bana kalırsa Türkiye’nin koşullarını da düşündüğümüz zaman akademik alana yönelmek anlamlı olacaktır. Uluslararası İlişkiler alanında ciddi bir akademisyen ve uzman açığı olduğunu söylemek yanlış olmamakla birlikte var olan uzmanların da belirli alanlara yöneldiği ve farklı alanlarda ciddi açıkların olduğu ortadadır. Somutlaştıracak olursak eğer Türkiye’de ciddi oranda Ortadoğu, Avrupa Birliği ve Türk Dış Politikası’nın temel sorunlu alanları olan Kıbrıs, Ermeni Sorunu gibi konularda çalışmalar yapan akademisyenler olmakla birlikte günümüzün gereği olan ülke uzmanlığı açığı mevcuttur. Çin, Japonya, Brezilya, Nijerya, gibi ülkelerle birlikte Latin Amerika, Afrika, Uzak Asya gibi bölgelere ilişkin kapsamlı ve derinlikli analizlerin yapılamadığı ve bu anlamda uzman ve akademisyen açığı bilinen bir gerçektir. Küreselleşen dünyada teknolojinin gelişmesi ve bilginin çok daha kolay ulaşılabilir olması ile birlikte henüz çalışılmamış bu alanlara yönelik meraklı gençlerin uluslararası ilişkiler bölümünü seçerek bu konulara yönelmesi iş bulma konusunda sorun yaşamamalarını beraberinde getirecektir. Türkiye’nin dış politikasının kaptan köşkü olan Dışişleri Bakanlığı’nda bile henüz Ermenice, Sırpça, Arapça, Kürtçe, Afrika Dilleri vs. lisanların bilinirlik düzeyinin az olduğu düşünüldüğünde var olan sorunu bir fırsata çevirerek bu lisanların öğrenilmesine yönelmek bir uluslararası ilişkiler öğrencisi için garanti iş anlamına gelebilir.

“Neden Uluslararası İlişkiler” sorusuna verilecek cevap çok daha geniş olmakla birlikte yukarıda çizdiğimiz genel perspektif tercih yapacak adaylar açısından yeterli olacaktır. Zaten bölüme adım atıldığında meraklı ve isteyerek gelmiş olanlar bölümleri ile ilgili daha detaylı bilgilere sahip olmak için çaba gösterecek ve nihayetinde bu bilgilere ulaşacaklardır. Bundan beş yıl önce bu anlamda ancak hocaları vesilesiyle bu bilgilere erişebilecek öğrenciler için bugün Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) gibi Uluslararası İlişkilerci ve bu alana ilgi duyan gençlerin, uzman adaylarının oluşturduğu bir çatı platform, sivil toplum örgütü de artık mevcuttur. TUİÇ (www.tuic.org.tr) gibi bir sivil toplum örgütünün oluşturulmuş olması da aslında uluslararası ilişkiler öğrencilerinin yaşadığı sorunların doğurduğu temel bir ihtiyacı karşılama dürtüsüdür.

“Neden Uluslararası İlişkiler” başlıklı yazımıza bu soruyu yönelttiğimiz bazı akademisyen ve büyükelçilerin vermiş olduğu cevaplarla son vermek, alanın içinde yılların tecrübesine sahip isimlerin görüşlerini edinmek açısından yararlı olabilir. Bu soruyu yönelttiğimiz Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Ünal Çeviköz: “Öğrenciler hangi dalı seçerlerse seçsinler onu sadece sevdikleri için seçmeli. Severek yapılan her is makbuldür ve başarı getirir.” cevabını verirken, Belgrat Büyükelçisi Ali Rıza Çolak: “Politikayı, diplomasiyi, gazeteciliği, akademik hayatı, vizyona sınır tanımamayı, zihinsel dinamizmi sevenler neyi seçecek ki” şeklinde bir yorum yapmıştır. Bunun yanı sıra AK Parti MKYK Üyesi, Dış İlişkiler Koordinatör Başkan Yardımcısı, TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi, Türkiye-ABD Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanı ve NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi görevlerini yürütmüş ve yürütmekte olan Suat Kınıklıoğlu: “Seçmesinler ortalıkta bir sürü gereksiz sözüm ona "Uluslararası İlişkiler uzmanı" var... Bu işi hakkıyla yapacağım diyen varsa eyvallah.” şeklinde biraz sitemkâr bir yorum yaparken, TV Program yapımcılığı, gazetelerde köşe yazarlığı ve dergi yayımcılığı yapmış olan Mustafa Sami Atalay: “‎Dört yabancı dil, özellikle, yakın geçmiş tarih, sosyoloji ve hukuk üzerinde çalışma yapabilecekler ise öneriyorum... Yoksa sıradan bir üniversite mezunu olurlar... Oğluma önerim bu oldu...” şeklinde cevap vermiştir.

Yukarıda belirli alanlarda tecrübe sahibi ve uluslararası ilişkiler alanıyla ilgili önemli görevler üstlenmiş büyükelçi, siyasetçi, gazeteci isimlerin görüşlerine de yer verdikten sonra “Neden Uluslararası İlişkiler” şeklinde kafasında soru işaretleri olan üniversite adaylarına son sözümüz;  “Bu alanı seviyorlarsa ve ilgi duyuyorlarsa seçmeleridir. Girdikten sonra severim, ismi cazibeli, babam yahut annem bunu okumamı istiyor gibi yaklaşımlarla uluslararası ilişkiler okumak ve uluslararası ilişkilerci olmak pek akıl karı olmayacaktır.

NOT: Uluslararası İlişkiler okuyorum-okuyacağım diyenlere el kitabı: 
"TÜRKİYE'DE ULUSLARARASI İLİŞKİLERCİ OLMAK" 

Burak YALIM
Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği Başkanı
http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/34-burak-yalim/3330-neden-uluslararasi-iliskiler

Komşularla Sıfır Sorun Demokratikleşmeye Bağlı


Türkiye’de son 10-15 yıllık dönemde olan en hayırlı işlerden birisi dış politika konularına ilginin çok üst düzeye çıkması ve en sorunlu konulardan birisi de artan bu ilginin güncel siyasi meseleler üzerinden ve ideolojik bir kutuplaşma ile yorum ve analiz haline getiriliyor oluşudur. İç-dış politika ayrımının küreselleşme süreci ile birlikte neredeyse imkânsız hale geldiği gerçeğini kabul etmekle birlikte dış politika gibi bir alanın kısır iç politik hesaplaşmalara konu edilmesinin ciddi sorunlar oluşturduğu son Suriye ile yaşanan uçak hadisesi ve bunun üzerinden şiddetle vurgulanan “Komşularla Sıfır Sorun Politikası Çöktü” argümanı ile görülmektedir. Her şeyden önce bir eylem veya eylemsizlik halinin tek boyutlu olduğu düşünülerek yapılan bu değerlendirmenin eksik olduğu, yapılan eleştirilerde AK Parti hükümeti ve Türkiye’nin politikaları üzerinden konuşuluyor olmasıyla sabittir. “Karşılaştırmalı Dış Politika Analizi” adıyla derslerin verildiği uluslararası ilişkiler bölümlerini okuyanların ve uluslararası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olanların “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” hakkında yaptığı değerlendirmelerin birçoğunda Türkiye’yle sabit kalan bir bakış açısını ve karşılaştırmalı analiz metodunu göz ardı ettiklerini sıkça görmekteyiz. Türkiye’nin AK Parti hükümetleri ile birlikte izlemeye başladığı “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” yaklaşımının lineer şekilde devam edeceğini düşünmek dış politika alanında gerek bölgesel gerekse küresel düzeydeki aktörlerin farklı çıkar ve yaklaşımlarını yok saymak ve konjonktür olarak ifade ettiğimiz dönemsel gelişmeleri dışlamakla birlikte dış politikanın doğası olan uzun erimli hedeflere inişli-çıkışlı bir seyirle ulaşma mantığına ters düşmektedir. Komşularla Sıfır Sorun yaklaşımı bir motivasyon ve uzun erimli bir hedefi işaret ederken münferit olaylar üzerinden değerlendirmeler yapılarak çöktüğüne kanaat getiriliyor olması dış politika stratejisinin gündelik ve dönemsel gelişmeler üzerinden yapılmasıyla eş değerdir ve bu yaklaşım bölgesel güç – bölgesel lider ve nihayetinde küresel aktör olma arzu ve hedefi taşıyan bir ülke için geçersiz olacaktır.

PAZARTESI, 16 TEMMUZ 2012 12:15
BURAK YALIM













Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde son dönemde yapılan eleştirilerin en yoğun olduğu konu Suriye ile ilişkilerin kardeşlik ve dostluk çizgisinden savaş olasılığı taşıyan bir boyuta gelmiş olmasıdır. Bununla birlikte Irak yönetimi ve İran ile yaşanan negatif ilişkiler, Ermenistan ile gerçekleşen protokol sürecinin akamete uğraması ve İsrail ile ilişkilerin seyri medya ve akademi dünyasında Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın iflas ettiğine dair yorum ve görüşlerin sıkça yer almasına neden olmaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun henüz bakan olmadan önce danışman sıfatıyla önemli roller üstlendiği ve bizatihi kendisine ait olan Komşularla Sıfır Sorun Politikası 2002’den 2011 yılına kadar AK Parti’ye karşıtlık düzeyindeki eleştiriler dışında çok somut ve yoğun şekilde eleştiriye maruz kalmamıştı. Bu dönemde Suriye ile vizeler kaldırılmış, Irak ile ortak bakanlar kurulu toplantısı düzeyinde görüşmeler gerçekleştirilmiş ve Ermenistan ile sınırın açılmasını gündeme getirecek protokol sürecine girilmişti. Bugün ise karşımızda tüm bu ülkelerin yönetimleri ile ciddi anlaşmazlıklar yaşayan bir Türkiye var. Başbakan Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esed ile kurduğu samimi ilişkilerin bugün hasım ilişkileri haline dönüşmesi, Irak’ta Başbakan Maliki ile yaşanan gerilim ve Suriye konusu üzerinden İran ve yine Irak ile oluşan çıkar ve politika çatışması Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın komşularla sırf sorun haline geldiği gibi bir izlenim oluşturmakta. Kamuoyunda ve medyada yapılan tartışmaların temel ekseni bu ilişkilerin neden sorunlu hale geldiği veya neyin değiştiğinden çok sorunlu alanların hemen hepsinin bir arada toplanarak sunuluyor. Oysa Türkiye’nin Suriye, Irak, İran, İsrail ve hatta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaşadığı sorunların her biri kendine münhasır özellikler taşımakla birlikte bölgesel ve küresel bir rekabetin de izdüşümünü oluşturuyor. Örneğin Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı krizde Rusya ve ABD arasında yaşanan pazarlığı görmek gerekiyor. Diğer yanda Suriye krizinin İran ve Irak ile ilişkileri etkilediği de çok açık.  İlginç olan, tüm bu sorunların bir arada gösterildiği tartışma ve yorumlarda Tunus, Libya, Mısır gibi uzak komşularla ve Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan gibi yakın komşularla devam eden ve iyiye giden ilişkilerden söz edilmiyor oluşudur.
Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na yöneltilen eleştirilerin ağırlıklı olarak Suriye meselesi üzerinde toplanması ve dış politika yapıcılarının Suriye’deki Baas rejiminin dönüştürülemeyeceğini okuyamadığı ve hatta Arap Baharı adıyla anılan süreci ön göremediği eleştirileri dış politikada dönemsel bir gelişmeye işaret etmekle birlikte toplamda ortaya konulan motivasyon ve hedefi ortadan kaldırdığını ve akamete uğrattığını iddia etmek çok da iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin Arap dünyasında Tunus ile başlayan gelişmelerde ısrarla ve altını çizerek vurguladığı “halkların yanında olacağız” söylemi dışlanarak Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çöktüğü eleştirisine ulaşmak yukarıda da anıldığı gibi dış politikanın uzun erimli ve iniş-çıkış arz eden doğasına uygun düşmemektedir. Tunus, Libya ve Mısır’da halktan yana tavır alan Türkiye’nin uzun vadede kazançlı çıkacağı bugün yaşanılan gelişmelerden anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Suriye’deki olaylara ilişkin tavrı da Suriye halkının yanında olarak uzun vadede kazançlı çıkmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin Suriye’deki Baas rejimini dönüştürme arzusu yanılgı olarak değerlendirilebilir ancak bugün Suriye halkının yanında yer alması ve demokratik dönüşümü desteklemesi yine uzun vadede Suriye’de yaşanacak dönüşümle birlikte Türkiye’nin Yeni Suriye ile birçok Arap ülkesinden de daha etkin şekilde ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın diktatör ve halkını karşısına alan Baas rejimi ile veya Irak’ta mezhepçiliği körükleyen bir yönetim ile başarıyla sürdürülmesi mümkün olmayacaktır. Askeri vesayeti gerileten, demokrasisini nispi anlamda daha ileri taşıyan Türkiye’nin; Suriye’de Baas rejimi, Irak’ta mezhepçi bir yönetim, Ermenistan’da radikal milliyetçilik ve İsrail’de hukuk tanımaz idareciler ile sıfır sorunlu ilişkiler yürütebilmesi mümkün olmayacaktır. Türkiye kısmen demokratik dönüşümünü gerçekleştirip, tarihsel manada yaşadığı kimlik ve özgüven bunalımını nispi oranda aşarken halen daha Sykes-Picot ve Soğuk Savaş düzeninin hâkim olduğu bir coğrafya ve yönetimleri ile sıfır sorunlu ilişkiler oluşturamaz. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki demokratik dönüşümü destekleyen ve bölge ülkelerinin halklarının yanında yer alan tavrı uzun vadede kendi demokrasisini geliştirdiği oranda Komşularla Sıfır Sorun Politikası açısından da başarılı olabilir. 
Özetle, Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın uzun vadeli hedeflerinin dönemsel gelişmeler ekseninde yapılan değerlendirmeler ile yok sayılması bugün için haklı değerlendirmeler olarak görülebilir.  Ancak uzun vadede komşuları ve yakın coğrafyası ile ekonomik ve siyasi anlamda karşılıklı bağımlılık alanı oluşturma noktasında Türkiye’nin zor ve riskli ancak toplamda çıkarlarıyla örtüşen bir çizgide olduğu görülmektedir. Türkiye için Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çökeceği nokta kendi demokratikleşme sürecinin yavaşlaması ve bunun paralelindeki ekonomik büyümenin durağanlaşmasıdır. Eğer Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na eleştiri getirilecek ve çöktüğü iddia edilecekse bu Suriye ile ilişkiler ve Irak ile ilişkiler düzeyinden çok Türkiye’nin halen daha çözüme ulaştıramadığı Kürt Sorunu – Alevi Sorunu ve dolayısıyla demokratikleşme sürecindeki durağanlık üzerinden yapılırsa daha anlamlı olacaktır. Suriye halkının ve Arap halklarının yanında yer aldığı savına sıkı sıkıya bağlı olan Türkiye’nin kendi halkını yok sayması ve iç sorunlarına dönük demokratik çözümler üretememesi uzun vadede Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın da sağlayacağı pozitif etkileri ortadan kaldıracaktır. 

Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı

Beraber Yürümedik Biz Bu Yollarda Ama Erdoğan’a Lazımsın



Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye geçip geçmeyeceği henüz kesinleşmiş değil ama geçmeyeceğine yönelik herhangi bir belirti de yok. Şu an karar aşamasında olan şey sanıyorum ki HAS Parti’nin lağvedilip tamamen AK Parti’ye mi geçeceği yoksa partiden Numan Bey ve beraberindeki arkadaşlarının ayrılıp AK Parti’ye mi dahil olacağıdır. HAS Parti denildiğinde Numan Bey'den sonra akla gelen ilk ve etkili isim Mehmet Bekaroğlu, AK Parti ile birleşmeye dair tavrını en net biçimde ortaya koyan oldu ve hatta Numan Bey'in Başbakan ile görüşmesini de onun söylemleri sağladı diyebiliriz. Zira medyada çıkan birleşme dedikodularından sonra Mehmet Bekaroğlu Numan Beyin tatmin edici bir açıklama yapması gerektiğine işaret etti ve akabinde Numan Bey "Bu konuda benim muhatabım başbakandır" dedi. Sonrası hepimizin malumu olan Başbakan’ın daveti ve Numan Bey ile görüşmesi.
Numan Bey ama arkadaşlarıyla birlikte ama partisini lağvederek AK Parti’ye katılırsa ne olur? Bu ittifak bize neyi anlatır? Günlerdir bu konuda yazılıyor, konuşuluyor ve birçok senaryodan bahsediliyor. Bana kalırsa Numan Beyin AK Parti’ye katılması kendi açısından iyi olmamakla birlikte AK Parti’ye ivme kazandırabilir. Numan Bey için iyi olmayacaktır zira iktidarın içinde olup iktidara muhalefet etmek pek olası ve kolay değil. Türkiye’nin ihtiyacı da iktidarın güçlenmesi değil aksine yapıcı ve etkin bir muhalefet.  HAS Parti bu muhalefeti çok ses getirerek olmasa bile doğru bir söylemle gerçekleştirmeye çabalıyordu. AK Parti iktidarının %50 dolayında oy aldığı son seçimlerden sonra alabildiğine otoriterleştiği, Başbakan Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkan sözlerle hareket eden bir yığın görüntüsü aldığı ve devletleşmeye başladığı hepimizin bildiği bir gerçek. Böyle bir ortamda Numan Kurtulmuş gibi bir figürün AK Parti’nin önemli bir mensubu haline gelmesi çok küçük bir ihtimal de olsa AK Parti’deki bu kötü gidiş olarak nitelediğim devletleşme ve tek adamlaşma sürecine olumlu yönde tesir edebilir. Numan Bey en azından AK Parti içerisinde yer alarak partinin 3 yıllık iktidar yorgunluğuna, ağır bir itham olsa da AK Parti içerisindeki yozlaşmaya karşı iyi bir panzehir oluşturabilir. Muhtemelen AK Parti içerisinde iktidarının ve konumunun baki kalmasını isteyenler için Numan Kurtulmuş ve ekibinin ve hatta henüz belirginleşmese de kulislerde konuşulan Süleyman Soylu’nun partiye katılmaları ciddi rahatsızlık oluşturacağı gibi bir tehdit algısı oluşturarak dinamizm kazanmalarına sebep olabilir. Numan Bey’in AK Parti’ye katacakları bununla da sınırlı olmayacaktır. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimini de dahil ettiğimizde çok kısa zaman içinde gerçekleşecek üç seçim süreci mevcut. Yerel-genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye önemli bir katkı koyacağı da yadsınamaz bir gerçektir. AK Parti içerisindeki elitler her ne kadar rahatsız olursa olsun Numan Bey’in AK Parti’ye katılımı parti tabanında da coşkuyla karşılanacağı gibi küçük de olsa bir bütünleşme hamlesi ve sembolü olarak görülerek Milli Görüş çizgisinden AK Parti’ye önemli bir oy taşıyacaktır.
Numan Beyin katılımı AK Parti’ye ve özellikle Başbakan Erdoğan’a yarayacaktır. 2010 referandumunda %58’lik “evet” cephesi çok kısa bir zaman sonra gerçekleşen seçimlerde AK Parti’nin aldığı yaklaşık %50’lik oy ve yeni cumhurbaşkanını halkın seçecek olması birlikte düşünüldüğünde Başbakan Erdoğan’ın Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu gibi isimleri partisine dahil etme girişimi çok pragmatik görünmektedir. 12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin aldığı %50’lik oy geniş kesimlerce başarı olarak değerlendirilmişti. Başarısızlık olarak lanse edilmesi zor olmakla birlikte bu seçimlerden çok kısa zaman önce yapılan 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” cephesine verilen %58’lik destek göz önüne alındığında AK Parti’ye olan desteğin 8 puan gerilediğini söylemek zorlama bir yorum olmayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın bugün Numan Kurtulmuş’la başlayan ve Süleyman Soylu ile devam edeceği söylenen ittifak çağrısına bakıldığında kendisinin de böyle bir okuma yaptığını söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan böyle bir okuma yapmıştır çünkü şuan tartışmasız tek hedefi olan Çankaya Köşkü’ne çıkması için %50’nin üzerinde bir halk desteğine ihtiyacı olmakla birlikte birinci turdan bu desteği hem de en üst seviyelerde alarak Başkanlık veya Yarı-Başkanlık sistemi için de meşruiyet aramaktadır. “Milli İrade” söylemine sıklıkla başvuran, milletimin işaret ettiğini yaparım diyen Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha ilk turdan %60 civarında ve hatta üzerinde oy alması Başkanlık veya Yarı-Başkanlık için milletten ruhsat alması anlamına gelecektir.
Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye epey yarayacağı ortadayken Numan Bey bu süreçten kendisi ve bugüne kadar ortaya koymaya çalıştığı vizyon adına ne devşirecektir? Numan Kurtulmuş 1998 yılında Fazilet Partisi çatısı altında Rahmetli Erbakan ile siyasete başladığı günden bu zamana kadar Milli Görüş çizgisi içerisinde ve genel olarak AK Parti’nin çekirdek kadrosunun da temsil ettiği “yenilikçi” çizgide yer aldı. En son “Medeniyet Siyaseti Hareketi” çevresinde bütünleştiği arkadaşları ile birlikte HAS Parti’yi kurdu ve her zaman vicdanlı, ilkeli, mütevazı kişiliği ve siyasi duruşu ile bilindi. Şimdi AK Parti’ye katılımı halinde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ile birlikte Başbakan olacağı konuşuluyor ve hatta bizzat bu teklifin yapıldığı dillendiriliyor. Bana kalırsa Numan Bey’in AK Parti içerisinde Başbakanlık kadar önemli bir göreve getirilmesi mümkün olmayacaktır. Bunun sebebi 2002’den bugüne parti içerisinde yer alanların “beraber mi yürüdük bu yollarda” sorusunu soracak olması ihtimali ve elbette Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması durumunda çok etkili ve aktif bir başbakanı istemeyecek olmasıdır. Numan Bey’in hangi gaye ve hedeflerle AK Parti’ye katılmak isteyeceğini bilemiyorum ancak hedefleri ne olursa olsun çok kolay ve rahat bir şekilde gerçekleştirmesinin de mümkün olmayacağını söyleyebilirim. Gerek Numan Bey’in 1998’den günümüze izlediği siyasi çizgi ve yaşadığı ayrılıklar gerekse AK Parti içerisindeki yapı düşünüldüğünde bu çok kolay anlaşılabilecektir. Bunlar düşünüldüğünde Numan Bey’in AK Parti içerisinde  – eğer dahil olursa –  çok uzun bir süre barınabilmesi bile mümkün olmayabilir.
Takip Et (twitter): @burakyalim

15 Temmuz 2012 Pazar

Kapasite Meselesi: 10 Yılda 15 Milyon Genç ve Suriye


 Burak Yalım burakyalim@haberx.com 
01.07.2012 18:35
Kapasite Meselesi : 10 Yılda 15 Milyon Genç ve Suriye


Türkiye’nin bir jeti düşürülüyor, iki pilotu -ölü veya diri- halen daha ortada yok. Düşen jet Amerikan malı vuran roket Rus... Olay Suriye ile Türkiye arasında gibi görünen bir küresel hegemonya meselesi. Sıfır sorun olmuş sırf sorun, bu AK Parti’nin dış politikası da zaten başından beri tutarsızdı ve-veya AK Parti savaşa girmeyecek kadar sağduyulu bir iktidar ve dostluğumuz kadar gazabımız da büyük olacak ama dur bir dakika olay başka, hem zaten milli meseleyi siz nasıl AK Parti’nin başarısızlığı olarak görürsünüz..! Dalkavuk ve hain misiniz!?
Siyasi angajmanlarımız veya olaylara bakışımızın siyasi tercihlere göre şekillenişi o kadar bariz ki, savaş çığırtkanlığı yapanlar ve iktidarı suçlayanlar ile itidalli olduğu iddiası ile iktidarı kollayanlar arasında gelip gidiyoruz. Başbakan Erdoğan çevir kazı yanmasın durumunda neyi nasıl açıklarımın derdinde müzmin muhalefet Kılıçdaroğlu ve Bahçeli iktidara talip olmak yerine iktidarı düşürmenin derdinde… Arada çok fark var! İktidara talip olmanız için mevcut iktidarı kötülemek değil yapamadığı ve göremediği şeyi yapmak ile söylemek varken yaptıklarına alternatif üretmeksizin karalamak kadar işte.
Anketlerde AK Parti halen daha %50’nin üzerinde görünüyorsa bunun bir anlamı olmalı ve bu anlam benim nazarımda kötüye gidişimizin nişanesidir. Ustalık dönemine gelmiş birini tehdit edemeyen çırak mı utansın yoksa ustalığı çıraklığından berbat olan mı bilemiyoruz. Görünen ve gösterilen ustaya tevessül ve hatta tahammül edişimiz biraz da bundan ileri geliyor herhalde.
Türkiye’nin Suriye’ye savaş açması felaket olur o ayrı bir konu ama zaten o savaşı açabilecek bir kapasitesi mevcut mu diye hiç sorgulamıyoruz sanırım. Alt okumaları buram buram Osmanlıcı olan ve içimizi okşayıp hoşumuza giden retorik/söylem fiiliyatta neye tekabül ediyor sizce? 1974’te anladığımız bir şey vardı; o da kendi uçağımızı, silahımızı, cephanemizi vesairesi ile milli savunmamızı tesis etmemizin kaçınılmaz olduğuydu ve o gün bugün kör topal ilerliyoruz bu yolda.
Henüz bir hafta kadar önce Hür Kuş’a binebilecek kadar geciktiğimizin farkında olmalıyız artık. Zaten Hür Kuş adlı savaş uçağını yapan ekibin başındaki kadın mühendis de (kadın vurgusu önemli) ifade ediyor çok geç kaldığımızı, bu zamana kadar bunu yapabilirdik diyor. Niye yapmadık sorusuna aranacak cevabı ise bir seyahat esnasında havacı subaydan dinlemiştim; Amerikalılar sizin yerinize biz yaparız demişlerdi ve biz de kolaya kaçmıştık. Eh Amerikalı yapınca Rus da indiriyor aşağı, işte gördük. Biz yapsak daha iyisi olur muydu bilmem ama en azından Suriye semalarında dolaştığında Rus füzesine vurulma riski daha az olabilirdi.
Hatırlar mısınız 10 yılda 15 milyon genç yaratmıştık her yaştan! Ayrıca demir ağlarla da ördük anayurdu 4 baştan! O yüzden bugün Suriye’ye açacağımız savaştan da açık alınla çıkabilir miyiz mesela? 10 yıldaki her savaştan öyle çıkmışız ya! Ama 10 senedir AK Parti’nin yönettiği bir ülke olarak bunu yapamayız, bunlar memleketi sattı! 1923’ten bugüne biriktirdiğimiz sermayeyi, oluşturduğumuz milli savunmayı, yetiştirdiğimiz insan kaynağını, denizciliği, havacılığı, karacılığı ve hasılı tüm KAPASİTE’mizi bunlar 10 yılda yok etmeseydi şimdi biz var ya dünyaya meydan bile okurduk! Ama işte neylersin bu AK Parti sıfır sorun diyerek, Araplara yüz vererek, Emperyalist ABD ile işbirliği yaparak ve Büyük Ortadoğu Projesine eş başkanlık ederek memleketin tüm birikimlerini(!) alt üst etti ve bu hale geldik.
Şimdi oturup başımızı ellerimizin arasına alıp derin derin düşünmek ve bir muhasebe yapmak zorundayız. Dün ne yaptık, bugün ne yapıyoruz ve yarın ne yapmalıyız? Dünyanın en önemli coğrafyasında bulunduğumuz için dünyanın en önemli gücü ile ittifak edip zaman zaman o gücün istekleri noktasında mı pozisyon belirleyeceğiz, zira kapasitemiz kendi başına hareket etmeye yetecek boyutta değil. Yoksa kapasitemizi arttırma işine daha fazla sarılıp mümkün olan en kısa zamanda daha kolay manevra yapabilecek bir konuma mı geleceğiz? Kimsenin birincisini tercih edeceğini sanmıyorum ama ikincisinin de kolay bir şey olmadığını bilmemiz gerekiyor. Buna karar verirken de kimsenin kimseyi kandırmasına gerek yok.
Durum çok açık ortada, ne 10 yılda 15 milyon genç yaratabilmişiz ne de bugün kullandığımız yüksek perdeli ve güçlü söylemin arkası dolu. Cemil Meriç’in dediği gibi “Bilmek kıyas etmektir. Kendimizi tanımadan başka ülkelerle nasıl karşılaştırabiliriz?” Bizim yapmamız gereken ne arkası dolmayan söylemlere sığınıp eylemsizliğimizi örtmeye çalışmak ne de yaptık diye kendimizi kandırmaktır.
Ahmet Telli’nin söylediği gibi söz ile eylemin yüzleşeceği olgu etiktir ve sanıyorum ki biz etik olmayan bir söylem-eylem pratiğini tercih etmeyecek kadar feraset ve derinlik sahibi bir yaşayış tarzını tarihe mal etmiş bir toplumun çocuklarıyız. Şimdi uçağımız düşürülmüş daha önce de 9 vatandaşımız öldürülmüştü, unutmayalım ki Cemil Meriç Üstadın söylediği gibi “şuur uçurumların önünde uyanır ve düşünce buhranların çocuğudur”.