26 Ocak 2011 Çarşamba

Kamu Diplomasisinde Spor Faktörü ve Beşiktaş Örneği


Türkiye’nin yeni dış politika anlayışı tartışılırken özellikle son bir yıldır “kamu diplomasisi” kavramı üzerinde sıkça duruluyor. Kamu Diplomasisi ise kabaca tarif edecek olursak, çeşitli araçlarla amacınız olan kendinizi tanıtmayı ve özellikle doğru bir tanıtımı gerçekleştirebilmektir. Kimileri romantik olarak algılıyor olsa bile bu yeni dış politika konsepti denilen “stratejik derinlik” vizyonunu artık dünyanın da kabul ettiği bir gerçektir. Stratejik derinlik mantığının ise temellerinden birisi “ince güç” unsurunun kullanımıdır. İnce güç ise silahlı güç yerine uzlaşma temeline dayalı, karşılıklı bağımlılığı oluşturacak olan ekonomik entegrasyonu ön gören ve bunu gerçekleştirirken kültür gibi bir özneyi de etken olarak kullanan politika yapım sürecinin temel dinamiğidir. Kabaca ince güç demek, sizin imajınız, karizmanız ve çekiciliğiniz ile karşı tarafta yaratacağınız ilgi üzerinden ilişkileri kuvvetlendirmek, yeni ilişki alanları oluşturmak anlamına gelmektedir. Türkiye dünyanın her köşesi ile ilişki kurmayı hedeflerken ve mevcut ilişkiler ağını kuvvetlendirmek isterken “karizma”, “cazibe”, “çekicilik” üçlemesinin toplamı olarak ifade edilebilecek “ince güç” unsuruna büyük önem vermektedir. Peki, Türkiye’nin dışarıdaki karizması ne durumdadır? Avrupa’dan bakıldığında “barbar”, “yobaz”, terörist” ve buna benzer birçok kelime ile özetlenecek geniş kitlelere yayılan bir algı olduğunu görüyoruz. Bu algının nasıl oluştuğu kısmı bambaşka bir yazının konusu olduğu için burada değinmeyeceğim. 

Bildiğimiz gibi Türkiye’nin devlet politikası haline gelmiş bir Avrupa Birliği üyelik hedefi bulunuyor. Son dönemde her ne kadar Avrupa Birliği bizi zaten almayacak algısı üzerinden Türkiye kamuoyu bu hedefe olan inancını yitirmiş olsa da, yetkili ağızlar her fırsatta üyelik için gereken müzakereleri ısrarla sürdüreceğiz diyorlar. Bir senaryo üzerinden hareket edecek olalım, diyelim ki Türkiye tüm müzakere başlıklarını açıp kapatmış olsun ve nihai karar aşamasına gelinmiş olsun. Bildiğimiz gibi bu aşamada halkoylamasına gidecek ülkeler olacak ve yine hepimizin malumu, 27 üye ülkeden bir tanesi “hayır” dediği takdirde Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olamayacak. O halde Avrupa Birliği üyeliği bir bakıma Avrupalı halkların Türkiye algısından da geçiyor diyebiliriz. İşte bu noktada da “kamu diplomasisi” dediğimiz, “ince güç” yani karizma olayına bakan politikanın önemi ortaya çıkıyor. Yani Avrupalıların Türkiye algısının merkezine iyimser ve olumlu bir iz bırakmak gerekiyor.

Türkiye’nin Avrupa’da tanınmadığı gerçeğini büyük ilgi duyduğumuz futbol ile anlamak güç değil. Avrupa’da top koşturan kaliteli futbolcuların Türkiye’ye gelirken bin dereden su getirdikleri, endişeli ve tedirgin oldukları gerçeğini futbol ile hasbelkader ilgilenen herkes bilir. İşte bunun arkasında yatan temel konu Türkiye’nin imajıdır. Burada ya hiç bilmeden oluşturulmuş klasik Türkiye algısı ile transfer edilmek istenen oyuncu tedirginlik duymakta ya da daha önce Türkiye’ye gelip o veya bu şekillerde haksızlığa veya kötü muameleye maruz kalmış bir başka meslektaşından veya spor adamından duyduklarından etkilenmektedir. Bu anlamda Türkiye ne kadar yanlış tanınıyor ise bir o kadar da kendi karizmasını kendisinin çizdiği söylenebilir. Parasını alamadan giden veya yerli futbolcuların bazıları tarafından dışlanan yabancı teknik direktör ve futbolcu örnekleri hepimizin malumudur. Tabii bu durumda her zaman Türkiye tarafında sorun yoktur, gelen futbolcu ya da teknik direktör de bazen kötü niyetli olabilmektedir. Karşı taraf ne kadar kötü niyetli olursa olsun hukuk çerçevesinde ve gerekli hoşgörü ile Türkiye tarafı her zaman doğru bir imaj çizmek çabasını yitirmemelidir. Özellikle İstanbul merkezli bir futbol camiasına sahip ülkemizin dışarıdan gelen oyuncu ve teknik direktörler için İstanbul özelinde sunabilecekleri çok fazla imkan bulunmaktadır.

Son dönemde Türkiye futboluna ve hatta basketboluna büyük yıldızlar getiren Beşiktaş bu anlamda önemli bir hizmet gerçekleştirme şansına sahiptir. Guti Hernandez gibi dünyaca tanınmış, Allen Iverson gibi NBA’de oynamış, Simao, Quaresma ve Almeida gibi Avrupa’nın önemli futbol kulüplerinde top koşturmuş yıldızların Türkiye ile ilgili kuracakları bir cümlenin oluşturacağı imajın ne kadar etkili olacağı ortadadır. Beşiktaş camiası kendi içerisinde büyük bir şölen yaşarken ve keyifle yıldızlarını izlerken aynı anda Türkiye’nin imaj çalışmaları, yani “kamu diplomasisi” faaliyetleri açısından da önemli bir hizmeti gerçekleştirmektedir. Ayrıca Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün böyle yıldız sporcuları bünyesinde bulundurması diğer spor kulüplerimiz için de bir teşvik oluşturduğu gibi daha fazla yıldız ismin Türkiye’ye gelmesi konusunda bir örnek teşkil etmektedir. Mutlaka Türkiye’ye daha önce de önemli yıldızlar gelmiştir ve bu anlamda diğer spor kulüplerimizin de hizmetleri olmuştur. Ancak Beşiktaş’ın aynı dönem içerisinde bu kadar çok yıldızı, dünyanın çeşitli yerlerinde hayranları olan isimleri bünyesine katması bambaşka bir ilgi uyandırmıştır. Önemli olan bundan sonraki süreçte bu isimlerin Beşiktaş camiası içerisinde olabildiğine mutlu ve keyifli vakit geçirebilmeleri, kendilerini Beşiktaş ve dolayısıyla Türkiye’nin bir parçası sayabilecek kadar rahat hissetmeleridir. Böyle bir entegrasyon süreci neticesinde Beşiktaş özelinde yabancı basına verecekleri her demeç, Türkiye’nin imajı açısından büyük önem taşıyacaktır. Bu demeçlerin pozitif yönde olması ise Türkiye’nin karizmasını arttıracaktır.

Burak YALIM – TUİÇ Genel Koordinatörü             

9 Ocak 2011 Pazar

Muhteşem Yüzyıl’a Başlarken


Yıllardır serzenişte bulunduğumuz konulardan birisi de tarihimizi anlatan film vb. çalışmaların yapılmıyor oluşudur. Büyük bir imparatorluk tarihinden geliyor olmamıza rağmen bu devasa tarihi, (tarihin devasalığını 600 yıla yayılması için kullanıyorum) ya iltifatlarla süslemiş ve tamamen harika bir döneme işaret ettiğini sanmış ya da son dönemdeki çalkantıları bütün bir Osmanlı tarihine atfederek küçümseyici bir bakış açısıyla yaklaşmışız. Aslında buna sebep olan ideolojik saplantılar üzerinden tarih yorumlamamızdır. Bunun en klişe örneği II. Abdülhamit için belli bir çevrenin “ulu hakan” diğer bir çevrenin ise “kızıl sultan” yakıştırmalarıdır. Bu ideolojik saplantıların yanına okullarımızda verilen tarih derslerinin sıradanlığı ve sıkıcılığı da eklendiğinde Osmanlı Tarihi’nin anlaşılmasını beklemek mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişini “atın üzerinde ellerinde kılıçla fetih yapan şanlı Osmanlı”, duraklama ve gerileme dönemini ise “köhneleşmiş ve eski gücünden yoksun kalmış, batıyı yakalayamamış Osmanlı” olarak tanımlayabilen bir genel anlayış bu tarih derslerinin ve tarihe ideolojik yaklaşıyor olmanın sonucudur. Tabii ki köhneleşen ve batıyı yakalayamayan Osmanlı yıkılınca yerine sanki bambaşka insanlarca, bambaşka kurumlar oluşturularak, deyim yerindeyse gökten zembille inmiş gibi bir Türkiye Cumhuriyeti kurgusu oturtulmuş ve bu suretle Osmanlı’nın son Padişahı Vahdettin Atatürk’ün kovduğu pısırık ve hatta düşmanla işbirliği yapan bir figür haline getirilmiştir. Türkiye’de Osmanlı tarihi ile ilgili nesnel bir bakış açısı ancak tarihçi akademisyenlerin evraklar üzerinden yaptığı çalışmalar ile sağlanabilir. Bu anlamda da başta Prof. Dr. Halil İnalcık olmak üzere İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı’nın eserleri büyük önem taşımaktadır. Eğer Osmanlı tarihine nesnel bir bakış açısı ile yaklaşmak isteniyorsa öncelikle bu isimlerin eserlerinin okunması gerekecektir. Fakat Türkiye’de bir başka sorun da okumayı sevmeme ve böyle bir alışkanlığa sahip olmamaktır. Durum böyle olduğu için Osmanlı tarihi ile ilgili bilgiler yüzeysel kaldığı gibi bu yüzeyselliğin bir nedeni olarak da ideolojik saplantılara kurban gitmektedir. Son zamanlarda Osmanlı tarihine artan bir merak özellikle Murat Bardakçı’nın gerçekleştirdiği “Tarihin Arka Odası” isimli programla ortaya çıkmıştır. Sabaha kadar uzanan sohbetlere kamuoyu yüksek ilgi göstermekte ve merak ettikleri konular hakkında doğrudan sorularını iletebilmektedir. Tarihin sevdirilmesi ve bu anlamda toplumun daha derinlemesine bilgilendirilmesi için görsel medyanın kullanımı ve yazımızın başlangıcında da belirttiğimiz gibi dizi ve filmlerin yapımı önemli bir rol oynayacaktır.

Bu anlamda çok tartışılan “Muhteşem Yüzyıl” dizisi her türlü tartışma bir kenara bırakıldığında aslında önemli bir adım olarak düşünülmelidir. Birileri ne kadar şiddetle eleştiriyor olsa da ve eleştirilerinde haklı oldukları taraflar olsa bile bu konunun tartışma haline gelmesi, kamuoyunu meşgul etmesi bile önemlidir. “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile ilgili yapılan eleştirilerin temel nedeni Kanuni Sultan Süleyman’ı harem hayatı ile ele alıyor oluşu ve Kanuni’nin şahsiyetinin harem ve aşk sahneleri ile küçültülüyor olduğu inancıdır. Bu eleştirileri haklı olarak görebilirsiniz ya da tam aksini düşünebilirsiniz. Ancak bu noktada esas önem arz eden konu, “Osmanlı Tarihi’nin kamuoyu tartışması” haline getirilmiş olması ve bu örnekten sonra Osmanlı Tarihi ile ilgili daha çok dizi ve film çalışmasının yapılması ihtiyacının ortaya çıkmasıdır.

Eleştirilerin odak noktasını, Kanuni’nin yaşamı üzerinden Osmanlı padişahlarının şahsiyetleri üzerinde İslami referansları zedelemek ve yanlış tarih anlatımı ile bir unvanı da “halife” olan padişah üzerinden Osmanlı tarihini karalamak oluşturuyor. Aslına bakıldığında Kanuni Sultan Süleyman’ın da bir beşer olduğu düşünüldüğünde mutlak surette hataları olabileceği, hayatının her noktasında mükemmel olamayacağı anlaşılmalıdır. Özellikle eleştirileri gerçekleştiren “Muhafazakar-İslam” çevreleri içinde bir de çelişkili tutum oluşturmaktadır. Mustafa Kemal’in putlaştırılması yoluyla dayatılan ritüellere karşı duran ve bu durumu nefretle eleştiren “Muhafazakar-İslam” çevreleri, benzer bir yanlışa Kanuni veya diğer Osmanlı padişahlarını putlaştırarak düşmektedir. “Muhteşem Yüzyıl” tarih belgeseli değil bir televizyon dizisi olarak piyasaya sürülmüştür. Bu surette mutlaka reyting merkezinde bir ticari amaç taşıdığından senaryoda ilgi uyandıracak bir takım abartılı ve farazi kurgular olacaktır. Ayrıca dizi bir de tarih danışmanı ışığında çekilmeye de çalışılmaktadır. Murat Bardakçı ile birlikte “Tarihin Arka Odası” programını gerçekleştiren ve bir tarihçi olan Doç. Dr. Erhan Afyoncu dizinin tarih danışmanlığını üstlenmiştir. Her şey bir tarafa bu dizi Osmanlı Tarihi’nin önemli bir dönemini sırf harem ve aşk ilişkileri üzerinden anlatmak iddiasını da sahip olabilir. Daha dizi başlamadan önce sert ve şiddetli tepkilerin gelmesi de aslında bir özgüven eksikliği ve “aman efendim tarihimize saldırılıyor mu” cümlesinin dışa vurumu olarak görülebilir. Bu durumda ise oturup etraflıca düşünmemiz gereken özgüven, nesnellik, düşünce ve ifade hürriyeti, meseleleri bizleri bekleyecektir. Son dönemde dünya kamuoyunda adının sıkça zikredildiği ve belki de yeni bir muhteşem yüzyıla girmekte olan Türkiye’de bu gibi meselelerin saplantılardan uzak, kendine güvenen, tarihine ve birikimine güvenen bir şekilde ele alınması için böyle bir tartışmanın başlaması iyi oldu diyebiliriz.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 1-2

Türkiye'nin son dönem dış politikasının kazandığı ivme ile dillere dolanan “Stratejik Derinlik” vizyonunu daha bir yakında incelemek için Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun malum kitabını elime bir kere daha aldığımda fark ettim ki Türkiye'nin dış politika meseleleri ile içinde yaşadığımız günlük hayatın aşk meseleleri birbirine çok benziyor.

Malum herkesin hayalidir ilk sevdiğini hissettiği, elini tuttuğu insanla bir ömür geçirmek. Çok romantik birşeydir bu biliyorum, benim de 5. sınıfa giderken sevdiğimi zannettiğim kıza onu sevdiğimi anlattığım zaman hissettiğim bir ömrü onunla geçireceğim gibi çocukça bir şeydi. Hazır girmişken konuya kıza nasıl açıldığımı anlatmam lazım. Çocuğum ve acaba nasıl söylerim ne ederim ne yaparım diye utanıp sıkılıp duruyorum. Cesaretimi topladığımda okulun bahçesinde bir ağacın altında Zehra ile baş başaydık. Neyse işte Zehra ben birini seviyorum biliyor musun dedim. Pat diye o da ben de birini seviyorum Burak demez mi. Hemen ikimizde birbirimize kim diye soruyu yapıştırdık. Neyse uzatmayalım, baş harflerimizden başlayarak ikinci üçüncü harflerle devam edip tüm isimlerimizi harf harf söylemiştik. İnanılmaz gülmüştük sonrasında da. Buna benzer hepimizin hikayeleri vardır ve önemli olan hepimizin ilk olanı son olacak sanmamızdır. İşte Türkiye'de böyle bir silsileden elimize kalmış bir ülkedir. Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer aldığı üzere 16 büyük devlet kurduğumuza binaen masallar vardır. Eminim Metehan'da ilk Türk devletini kurarken “vaybee kurduk ve sonuna kadar götürürüz” demiştir. Ama maalesef o kadar romantik olmuyor işler ve yıkılıp kuruluyoruz asırlardır. Tıpkı yıkılıp yeniden kurulan yüreklerimiz gibi.

Tabiki uzun soluklu aşklarımız, bizi derinden yaralayan sevdalarımız da yok değil hayatta. Hani her şeyi ona göre planlarken bir anda yok olup ellerimiz arasından kayıp giden aşklar. İşte böylesi bir imparatorluktu Osmanlı Hanedanlığı. Felaket bir aşk; İstanbul'u fethetmiş, kıtalara yayılmış, el alemi kıskandırmış, ta okyanuslar ötesine nam salmış falan. Düşünsenize bir ucu Bosna'da diğer ucu Hazar denizinde. Herhalde Osmanlı sultanlarının devletlerine karşı yaşadığı aşk kadar büyüğü olmamıştır. Nitekim Sultan Abdülhamit Han'ın Balkan Savaşı bozgunundan sonra gözlerinden yaşlar aktığı rivayet edilir. İşte böyle aşklarımız olmuştur bizim de, gözlerimizden sel olup akıtmıştır yaşları ve kor ateşlerde yakmıştır yüreğimizi.

Büyük aşkların bitişi büyük bozgunlar getirir, sarsıntılar yaşarız, bir süre sessizlik ve yalnızlık isteriz. Mektuplarımızı geri bekleriz, hediyeler birer birer iade edilmelidir. Artık ona dair herhangi bir işaret istemeyiz hayatımızda ve devrim olur milat olur yeni başlangıçlar. Tıpkı Bosna-Hersek'e, Makedonya'ya, Bulgaristan ve Kosova'ya giden ve orada Osmanlı olanların geri gelişleri gibidir hediyelerin geri beklenişi. Hüzünlüdür, acı verir. Ve Türkiye Cumhuriyeti gibi milat sayarız hayatımıza girecek yeni birini eski aşkımız Osmanlı'nın ardından. Ama devrimsiz olmaz, eski aşkımıza dair ne alfabe ne takvim ne saat istemeyiz. Artık onu hatırlamak acı verdiği için ona ait ne varsa sileriz hayatımızdan ve kavuşuruz modern Türkiye Cumhuriyeti'mize.

Ama modern zamanlarda aşk başkalaşmıştır. Artık aşk her ağızda sakız olmaya başlar. Çünkü eskisi gibi pencere önü konuşmaları yoktur ve çünkü mektup değil msn ve facebook ile yürür ilişkiler. Tıpkı Türkiye'nin içine girdiği buhranlar gibidir aşkın modern hali. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur ama içerideki sorunlar baş göstermiştir. İsyanlar, illegal örgütlenmeler, hizipleşmeler gruplaşmalar ve ülkeyi dışarıya bağlayacak kararlar vardır gündemimizde. Aşkın aldatmaları, aşkın mutluluk aramaktan öte fazlasını isteyen (aslında ne istediğini bilmeyen) halleri gibi. İllegal işler o kadar kolaylaşmıştır ki tıpkı aldatışların artış oranı gibi. Biri oraya çekmektedir ülkeyi diğeri buraya bir diğeri öteki tarafa ve Türkiye Cumhuriyeti iç siyasi çekişmeler yüzünden huzursuzdur yıllarca. Tıpkı sevgiliye akıl hocalığı yapılması, sevgilinin aklının çelinmesi ve kararsız, takatsiz kalıp kaosa sürüklenmesi gibi. Sonra soğuk savaş dönemi gelir ve dünyayı iki kutba bölmüşlerdir. Türkiye dış politika tercihini batıdan yana kullanmaktadır ama kültürel ve tarihi uzantıları neticesinde yakın olması gereken Ortadoğu bölgesine yabancılaşmaktadır. Balkanlar ile olan ilişkiler ise salt Yunanistan gerginliği üzerine kurulmuştur. Aslında aynı ittifak içinde sorunlar çıktığına da en güzel örnektir bu. Soğuk savaş dönemi git-gel dönemi gibi batı ile beraber ama batı nedeniyle bazen yalnız kalındığı zamanlardır. Aşkın kaotik durumunda aşık olup aşkınla olamamak gibidir.

Ve nihayet kaos bitti demek üzere soğuk savaşın bittiğini anlamışızdır. Aman tanrım sevgiliye kavuşacağız derken o da ne birçok sorunu aslında sadece dondurduğumuzu farkederiz. Bir zamanlar sırtımızı döndüğümüz Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ile ilgili bir stratejimiz bile yokken elimizde, bu bölgelere dair girişimler yapmak durumunda kalmışızdır. Dünya eski dünya değildir ve çok sıkı müttefikimiz sazı eline tek başına almış da olsa artık bir yalnızlık bir tek başına inisiyatif alma zamanı gelmiştir. Fakat o da ne sanki bir asır kadar önceki durum yine başımıza gelir. Biri kalkar Türkçülük der, diğeri kalkar Neo-Osmanlıcılık der ve bir diğeri İslamcılık ister. Soğuk savaşın kaosu bitti derken 90'lı yıllar sendromu başlar ki dikkat etmek lazım 90'lar müzikleri halen daha neslimin aşk hikayelerini tazelemektedir. Aşkların en saf en temiz duygularla anlatıldığı, pop müzik dediğimiz tarzın dejenere olmadığı yıllardır doksanlar. Bunun gibi safdilli bir şekilde Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık politikalarına sarılmıştır devletlu zatlarımız. Ama hiçbiri stratejik bir temellendirmeye sahip olmadığı için saman alevi gibi yanıp sönüvermiştir.

Dünya düzeni üzerine teorisyenlerin büyük büyük düşünceleri vardır. “Huntington'ın Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama'nın “Tarihin Sonu” bunların en bilinen örnekleridir. Süper güç dediğimiz devletlerin bu gibi teorik altyapıya dayanan stratejileri vardır ve dış politikalarını bu stratejilere göre belirlerler. Dolayısıyla artık zaman strateji zamanıdır, teori zamanıdır. Öyle eskisi gibi haydi yürü bakalım atın üstünde fethe gidelim gibi bir mesele yoktur. Aşklar da artık düşünsel bir altyapıya oturmaya başlamıştır. Kaçan kovalanır, bir ileri iki geri gibi taktiksel manevralar ile kız erkek tavlama oyunları at başı gitmektedir. Dolayısıyla artık aşkın saf hali kalmamıştır, üzerine epey düşünce yormanız gereklidir. Tabiki büyük düşünürlerin büyük teorilerini kullanan süper güçlerin yanında büyük devletler vardır ki bu teorilerle oluşan stratejilere binaen taktiksel manevralar yaparak kendi çıkarlarını korumak isterler. Büyük devletler süper güç dediğimiz devletlerin stratejilerini engelleyemezler belki ama en azından taktiksel manevralar ile kendi çıkarlarını maksimize ederler. Aşkın içinde aşk durumu gibi bir şeydir bu. Ortada bir mutluluk pastası vardır ve bu pastayı değerlendirmek isteyen birçok insan. Mesela süper güç bir mutluluk hedefi kestirmiştir gözüne ama büyük devlet buna izin vermemek için elinden gelen her türlü taktiksel manevrayı uygular. Çünkü süper güç eğer mutlu olursa büyük devletin eskisi kadar önemi kalmayabilir. Başka bir yolla anlatacak olursak eğer, süper güç bölgesel güce aşık olur, bölgesel güç ise henüz kararsızdır yahut konjonktürel olarak bu aşka karşılık vermez, burada büyük devletin etkisi mutlaka vardır çünkü bölgesel güç büyük devletten çekiniyor olabilir. İkinci bir mesele de bölgesel gücün küçük devlete karşı olan zaafıdır, ama burada realite önemlidir çünkü küçük devlet çoktan başka bir bölgesel gücün etki alanına girmiştir. O zaman ittifak ilişkileri doğrultusunda bölgesel gücün de süper güçle ilişkisini sağlam tutması gereklidir. Özetle büyükten küçüğe aktörleri sıralayacak olursak eğer; süper güç, büyük devlet, bölgesel güç ve küçük devlet, işte tüm bunların aşk çemberleri karman çormandır artık. Çünkü dünya küreselleşmiştir. Küresel bir köy haline gelen dünyada dünün düşmanları bugünün müttefikleri olabilmektedir. Yani aşk gibidir devletlerin güç çemberleri arasındaki ilişkiler. Birini sevmişsinizdir, o bir başkasını sevmiştir, onun sevdiği ise bir başkası ile birliktedir. Hatta zaman zaman eski sevgiliniz sizin arkadaşınıza aşık olabilmektedir. Etik değilmiş gibi gözükür bu durum ilk başta. Konduramazsınız böyle bir yaşanmışlığı ne kendinize ne eski sevgilinize ne de bir başkasına. Ama aşk böyledir, pragmatiktir günceldir ve gelip geçicidir. Baki kalan mutluluklardır. Devletin çıkarları gibi her zaman mutluluklar baki kalacaktır.

Sonuç olarak, devletlerin etki alanı dediğimiz jeo-politik/jeo-kültürel/jeo-ekonomik hinterlandı göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin saf aşık gibi bir sevgiliye tutulup beklemesi mümkün değildir. Türkiye gerek doğuda gerek batıda ve hatta hemen hemen dünyanın her yerinde aşk yaşama kapasitesi olan tarihi ve kültürel mirasa sahiptir. Önemli olan iç dinamiklerin iyi değerlendirilmesi ve mutluluk dediğimiz çıkarların göz önüne alınarak hareket edilmesidir. İç dinamiklerden kastımız ise moral değerlerin, toplumsal değerlerin ve dışa yansıyan politika ile içeridekinin tutarlılığının sağlanmasıdır.
 (29.12.2009)

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 2
2009'un sonlarına doğru kaleme aldığım yazıya bir ilave olarak 2011'e başlarken Stratejik Derinlik konseptinin neler ifade ettiğini bir kez daha anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz bir yıla bakıldığında hararetli "dış politika" tartışmaları yaşadığımızı ve esasen bunun da insanın aşka düşmesi hali ile benzer olduğunu vurgulamak isterim. Dolayısıyla laf dönüp dolaşıp yine Stratejik Derinlik meselesinin Aşk perspektifine geliyor. Aşk dediğimiz hissiyat eğer tüm uzuvlarımızı ele geçirebiliyor ve bizi tamamen tesiri altına alabiliyorsa, geçtiğimiz bir yılın Türk Dış Politikası da önce Türkiye'yi sonra dünyayı tesir altına aldı diyebiliriz. 

Uluslararası Örgütlerde Temsiliyet
2010 yılında Türkiye'nin en önemli dış politika hamleleri arasında yer alan unsur, uluslararası örgütlerde elde ettiği etkili pozisyonlardı. Türkiye, hikayesini ve varlığını anlatmanın bir yolu olarak ve küresel dünyada aktör olmak hedefiyle elde ettiği bu pozisyonları Stratejik Derinlik felsefesine borçludur diyebiliriz. Tek bir kitap ve kişi üzerinden tüm başarıları adlandırmanın doğru olmayacağını ve başarı olarak saydığım hamleler ve süreçlerin bir başkası tarafından "romantizm" ve "dengesizlik" olarak değerlendirileceğini de biliyorum. Mutlaka Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu ve hatta Afrika ile Latin Amerika dünyanın üzerinde var olan bölgelerdi ve Sn. Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu coğrafyaları keşfetmedi. Ancak var olan bir şeyin üzerinde bir politika tayin etmek ve bu politikayı cesaret-özgüven bileşimi ile uygulama çabasına girişmek de kolay olmasa gerek. Dolayısıyla 1 Mayıs 2009'dan itibaren dış politikanın kaptan köşküne oturan Sn. Davutoğlu'nun Türk Dış Politikasının dünya gündemine oturmasında katkıları ve etkisi çok büyüktür. Bu etkiyi wikileaks sızıntıları ile Sn. Davutoğlu hakkında "tehlikeli", "çılgın" dediklerini öğrendiğimiz Amerikalı diplomatlar da doğrulamış oldular. Afrika açılımı, Ortadoğu'ya eskisine binaen gösterilen önemin artması, Balkan ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi, Latin Amerika açılımı gibi hamleler Türkiye'ye ekonomik anlamda katkılar sağlamakla birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği'ne seçilmesini sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi üyeliği ile birlikte NATO'da elde edilen genel sekreterlik yardımcılığı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı ve son dönemde Pakistan'da yaşanan acı sel felaketi sonrası Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından bölgeye atanan temsilcinin de Türkiye'den olması Türkiye'nin dünya gündemine taşınmasında ve karar süreçleri ile birlikte politika yapım aşamalarında aktif rol edinmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Türkiye'nin önemli anlamda tanınmasını sağlayan diğer bir konu ise uluslararası etkinlik ve toplantılara yaptığı ev sahipliğidir. 2010 Dünya Basketbol şampiyonası ile birlikte NATO, CICA gibi uluslararası örgütlerin toplantılarına ev sahipliği yapılması, Türkiye - Afrika zirvelerinin İstanbul'da gerçekleştirilmesi Türkiye'nin küresel tanınırlığını arttırdığı gibi dünya gündeminde yer almasını kolaylaştırmıştır.

"Eksen Kayması" ve "Sıfır Sorun" Tartışmaları
Türkiye'nin yeni dış politika konsepti olarak sıkça zikrettiğimiz "Stratejik Derinlik", dış politika konularında yeni kavramları da bizlerle tanıştırdı. Bugün Dışişleri Bakanı Sn. Davutoğlu yurtdışında  "Mr. Zero Problem" şeklinde anılmaktadır. Her ne kadar bu kavram etrafında ciddi tartışmalar yapılıp, içinin boş olduğu söylenmiş olsa bile kavramın başlı başına ilgi çekiciliği ve Stratejik Derinlik kitabının birçok ülkede  farklı dillerde birden çok baskı yapmış olması bile önem teşkil etmektedir. Nitekim "komşularla sıfır sorun" şeklinde sloganlaştırılan politikanın da bir motivasyon unsuru olduğu ve "Uluslararası İlişkiler Profesörü" olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun da esasen sıfır sorun gibi bir nihai sonucun gerçekleşmeyeceğini bildiğini düşünmemiz gerekmektedir. Buradaki rahatsızlık ideolojik olmaktan öteye geçmemektedir. Çünkü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" gibi bir motivasyon unsuru varken yeni bir kavramsallaştırmanın Atatürk'ün söyleminden başka söylem geliştirme çabası olduğu düşünülüyordu. Komşularla sıfır sorun politikası ile birlikte önce motivasyonunuzun sorunsuz bir ilişki kurmak olduğunu iddia ediyorsunuz. İkincisi ise komşularla sıfır sorunun temelinde yatan karşılıklı bağımlılık oluşturma ve ekonomik işbirliğini arttırma politikası ile dış ticaret hacminizi arttırıyor ve bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olabiliyorsunuz. Ayrıca etrafı sorunlu olan bir ülkede yatırım yapmaktan tedirgin olacak yatırımcıyı da ülkenize çekebiliyorsunuz. Hal böyle olunca Avrupa ve Batılı ülkelerle var olan ticaretinize yeni bir bölge daha eklenmiş oluyor. Dış ticaret kalemlerinizde Ortadoğu, Asya, Afrika gibi bölge ülkelerinin etkinliği artıyor. Unutmamak gerekir ki ekonomi-politik çok önemlidir. Ekonominiz doğuya doğru kaymaya başladığı zaman ekseninizin de doğuya kaydığı ve hatta Araplaştığınız düşünülmeye başlanabiliyor. Üzerine bir de "Mavi Marmara" hadisesi patlak verdiğinde sadece batı dünyası değil içeride bile "acaba gerçekten Ortadoğululaşıyor muyuz" sorusu -sanki Ortadoğulu olmak suçmuş gibi- sorulabiliyor. Aslında gerçekten Türkiye'nin ekseni kayıyor ve soğuk savaş şartlarında etki edemediği tarihi ve kültürel coğrafyasına doğru ilerliyor ancak bu kaymada ve yönelimde tehlikeli bir şey olmadığı gerçeği, nispeten Avrupa Birliği ile ilişkiler ve nihai olarak "NATO Lizbon Zirvesi" ile teyit ediliyor. Türkiye esasen sadece uluslararası örgütler ile batıyla ilişkiler kurmak ve küresel sisteme entegre olmayı değil, aynı zamanda kendine has politikaları doğrultusunda çıkarlarını maksimize eden bir yaklaşım ile ilişki kurmak istiyor. Bunun adını da "kurulan düzeni koruyan değil kurulacak düzeni belirleyen" olmak olarak ifade ediyor.

Sonuç: Stratejik Derinlik Aşk Kavgası
Tüm bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye yükselen ve hatta yükselmiş olan bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Hem Avrupa Birliği sürecinden vazgeçmeyen hem de imtiyazlı ortaklık, akdeniz birliği gibi ikinci sınıf bir ortaklığa burun kıvıran Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecine olmazsa olmaz olarak  bakmayarak farklı bir denge arayışı içinde olduğunu da gösteriyor. Aynı Türkiye, Rusya ile gerek ticari gerekse siyasi ilişkilerini yükseltirken ABD ile stratejik ortaklığını sürdürme dirayetini gösteriyor ve Çin ile de ortak askeri tatbikat gerçekleştirebiliyor. Bu durum her ne kadar çelişkili görünse de dış politikanın da temelinde bu çelişkiler zemininde dik durabilmek ve gerekli manevraları gerçekleştirebilmenin yattığını unutmamak gerekir. Ortadoğu'nun yaramaz çocuğu İsrail'i tımar etme misyonuna soyunan Türkiye, İran'ın nükleer silahına karşı duruyor ancak küresel sistem ile barışması için de önemli öneriler sunabiliyor. Bunun gibi farklı birçok bölge ve alanda artık Türkiye'nin söyleyeceği bir sözü var. Nitekim NATO Lizbon Zirvesi'nde Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Gül "Türkiye olmasa konuşulacak bir şey yok" anlamını ifade eden cümleler kuruyor. Şimdi gelin böyle bir Türkiye'yi beğenmeyin, sevmeyin ve ona aşık olmayın. 

İşte stratejik derinlik aşk kavgası da tam burada patlak veriyor. Dünyada tanınırlığı ve etkisi artmış bir Türkiye'yi her aktör müttefiki olarak görmek isteyecek ve hatta Sarkozy - Merkel gibileri Türkiye'nin etkisi ve gücünden çekinir bir tavır takınacaktır. İçeride ise böyle bir Türkiye gemisinin kaptanı olmak herkes için önemli ve değerli olduğundan siyasi kavgalar gerçekleşecektir. Türkiye'nin büyümesi, demokratikleşmesi ve küresel bir aktör haline gelmesi mutlaka PKK gibi terör örgütlerinin ve onun yakasından kurtulamayanların da zoruna gitmektedir. Çünkü ellerinde siyaset yapacak, rant sağlayacak kozlar kalmamaktadır. Stratejik Derinlik derken sadece Sn. Davutoğlu'nu kastetmediğimi, Türk Dış Politikasının yapım ve yürütme sürecinde yer alan her kurum ve kişiyi kapsadığımı belirtmek isterim. Sonuç olarak Stratejik Derinlik Türkiye'yi büyütüyor, sözü dinlenen ve merak edilen bir aktör konumuna getiriyor. Böyle bir aktörün varlığı da mutlaka hem dünyada hem de Türkiye'de kavgalara neden oluyor. Neticede insan doğası gereği kötüdür ve kıskançtır.
(03.01.2011)