31 Aralık 2009 Perşembe

Türk Dış Politikası'nda Önemli Meselelerle 2009 Yılı



2009 yılının Türkiye dış politikası açısından bir değerlendirmesini yaparken 1 Mayıs 2009'a kadar olan dönem ile bu tarihten öncesini ayrı ayrı ele almak gerekir. 1 Mayıs 2009 tarihinde AKP hükümetinin kabine revizyonunda Dışişleri Bakanlığı makamına Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun gelmesi ile birlikte üst düzey yetkililerden de duyulduğu üzere dışişleri bakanlığı mensuplarının mesaisi neredeyse iki katına çıkmıştır. Daha önceki dönemde de Başbakan Erdoğan'ın dış politika baş danışmanı görevini yürüten Davutoğlu, bakanlık makamına gelmesiyle birlikte Türkiye'nin dış politika gelişmelerini takip edilemeyecek kadar yoğun bir ivmeye yükseltti. Ahmet Davutoğlu'nun göreve gelmesinin bir başka öneminin de Türkiye'nin Ortadoğu politikalarındaki gelişme ve değişmelerle birlikte “Türkiye eksen mi değiştiriyor” tartışmalarına yol açması olduğu söylenebilir. Özellikle Ahmet Davutoğlu'nun stratejik derinlik eseri üzerine kurulu olduğu düşünülen bu eksen kayması, hem komşularla sıfır sorun politikası hem de Ahmet Davutoğlu'nun yaşam tarzı ve kimlik referansları ile de bire bir örtüşmektedir.

2009 yılına girildiğinde Türkiye'nin BM Güvenlik konseyi geçici üyeliği başlarken aynı zamanda İsrail'in Gazze saldırıları dünyanın gündemine oturmuştu. Türkiye iç kamuoyunda ciddi tepkiler alan Gazze saldırıları Davos Ekonomik Forumu'nda Başbakan Erdoğan'ın “one minute” çıkışı ile birlikte İsrail – Türkiye ilişkilerinde büyük bir kırılmaya neden olmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin muhafazakar dindar kimliği ile birlikte İsrail'e verilen tepkinin sertliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye'nin eksen değiştirdiğine ilişkin yorumlar gerek iç basında gerek dış basında önemli yer tutmuştu. Kırılma noktası olarak nitelediğimiz Ahmet Davutoğlu'nun dış politika gemisinin kaptan köşküne oturmasıyla birlikte İsrail'e karşı sert tutumu ve İslam dünyasıyla ilişkileri arttırma çabaları da Türkiye'nin batı dünyasından koptuğuna ilişkin yorumları arttırmıştı.

Türkiye'nin arabulucu rolü ile Ortadoğu coğrafyasında arttırdığı etkinliği, Suriye ile vize uygulamasının kaldırılmasına kadar ilerlerken, Konya'da gerçekleştirilen Anadolu Kartalı askeri tatbikatına İsrail'in dahil edilmemesi yeni dönemde Türkiye'nin arabulucu olarak tarafsızlığını yitirdiğine binaen açıklamaların İsrail tarafınca yapılmasına neden oluyordu. Yine İsrail Türkiye ilişkileri açısından İran'ın nükleer enerji krizinde Türkiye'nin tutumunun adaletten yana olması ve İsrail'in nükleer enerjiye sahip olmasına rağmen İran'a bu konuda yaptırım uygulanmasına gidilmesini eleştirmesi İsrail – Türkiye ilişkilerini gerdiği gibi Türk-Amerikan ilişkilerinde de Türkiye'nin gözü kapalı stratejik müttefikliğe evet demeyeceğini gösteriyordu.

Barack Obama'nın Türkiye ziyareti ile Türkiye'ye verdiği önemi gösteren açıklamalarının yansıması olarak Ermenistan açılımının gerçekleştirilmesi de 2009 yılında Türk Dış Politikası'nın önemli meselelerinden biridir. Hatırlanacağı üzere ABD Başkanı Ermenistan ile sınırların açılması, Ruhban okulunun çalışmaya başlaması gibi taleplerle Türkiye'den ayrılmıştı. Türkiye'nin bu taleplerden en fazla Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmeye ilgi göstermesi kardeş ülke Azerbaycan ile gel-git lerin yaşandığı bir süreci beraberinde getirmişti. Azerbaycan'a ve Dağlık Karabağ meselesine rağmen Ermenistan ile son dönemde imzalanan protokollerin Azerbaycan'da yarattığı duygusal tepkiler ve şehitliklerdeki Türkiye bayraklarının aşağı çekilmesi sadece Türk-Azeri ilişkilerinin oturduğu kardeşlik zemininden ziyade Rusya'nın da etkin rolü olan bir süreç olarak karşımıza çıkıyordu. Rusya ile ilişkilerin geliştirildiği ve birçok işbirliği antlaşmasının imzalandığı 2009 yılında Türkiye'nin çok yönlü proaktif dış politikası baş döndürücü bir hal almaktaydı.

Ortadoğu ve Kafkaslarda çeşitli girişimlerle arttırılan etki benzer bir şekilde Balkan coğrafyasında da arttırılmaktaydı. Bosna – Hersek ile Sırbistan arasındaki ihtilafa dair yapılan arabuluculuk ve Cumhurbaşkanlığı boyutunda Sırbistan ile Karadağ'a yapılan ziyaretler ile birlikte Türkiye bir nevi Balkan açılımı gerçekleştiriyordu. Kosova'yı ilk tanıyan ülkelerden biri olmasına karşın Belgrad'ta üst düzey diplomatik karşılama ile ağırlanan Türkiye, Bosna – Hersek'te gerçekleştirilen medeniyetler ittifakı toplantısında da Balkanlara olan ilgi ve alakasını göstermekteydi. Özellikle TİKA girişimi ile tarihi ve kültürel varlıkların restore edilmesi yeniden hayata geçirilmesi ve Balkan ülkelerine yapılan yatırımlar da ilişkileri arttırmada önemli rol oynamıştır.

Komşularla sıfır sorun ve yüksek düzeyli işbirliği politikası çerçevesinde gerçekleştirilen açılım ve adımların yanısıra Türkiye Afrika açılımı noktasında da 2009 yılında girişimlerde bulundu. Başbakan'ın Libya ziyareti ve Libya ile yapılan antlaşmalar ile birlikte karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması Türkiye'nin Afrika'ya açılan kapı olarak Libya'yı birincil ülke olarak seçtiğini göstermekteydi. Aynı şekilde İstanbul'da gerçekleştirilen Afrika Ülkeleri toplantıları ile de Türkiye dış politikasında artık Afrika kıtasının da yer alacağı belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu.

Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri ise geçen yılda 12 müzakere başlığının açılması ile tamamlanırken. Türkiye'nin eksen kaymasına ilişkin kaygılar AB'nin Türkiye üzerinde baskı uygulamalarını azaltmıştır. Lizbon antlaşması gibi bir bahanenin de ortadan kalktığı düşünüldüğünde Türkiye'nin gelecek yıl AB ile ilişkilerde daha ciddi adımlar atması beklenmektedir. Lizbon antlaşması bir engel olarak gösterilip ortadan böyle bir engel kalkarken beraberinde bir başka engel karşımıza çıkmıştır. AB Başkanı ve AB Dış İlişkiler Yüksek Komiseri olarak seçilen İngiliz ve Belçikalı yöneticilerin Türkiye karşıtı söylem ve tutumları olumsuz bir hava yaratmaktadır. AB Parlamentosu seçimlerinde Türkiye'nin üyeliğine karşı Sağ grupların daha çok oy almaları da olumsuz gelişmelerin bir diğer örneğidir.

Sonuç olarak Türkiye dış politika'da 2009 yılını baş döndürücü bir ivme ve ilişkiler ağı ile geçirdi. Amerika – Türkiye ilişkilerinin oturduğu stratejik müttefiklik düzleminde şu ana kadar herhangi bir somut gelişme görülmezken, Ermenistan ile imzalanan protokollerin de yürürlüğe girmesi uzun bir zaman alacak gibi görülmektedir. İsrail ile ilişkilerin kırılgan yapısının önümüzdeki 24 Nisan'da ABD kongresine yine gelecek olan Ermeni İddialarına ilişkin tasarıda bugüne kadar aktif desteğini aldığımız Yahudi lobisi üzerinde etkisi merak konusudur. Irak ile ilişkilerde kırmızı çizgi olarak tesbit ettiğimiz ve sürekli vurguladığımız Irak'ın toprak bütünlüğü meselesinin, Irak'ın Kuzey Yönetimi ile üst düzeyde yapılan temaslarda ne ölçüde anlatılabildiği gelecek yılda gerçekleşen gelişmeler ve PKK terör örgütü konusunda atılacak adımlarla birlikte görülecektir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın yoğun çalışmayla noktaladığı 2009 yılının sonunda Türkiye bölgesinde ve küresel ölçekte adından daha çok anılır bir ülke haline gelmiştir. Önümüzdeki yılda da Türkiye'nin küresel ve bölgesel politikalarda yoğun şekilde adının anılacağı ve Türk Dışişleri mensuplarını yoğun çalışma temposunda bir senenin beklediği söylenebilir.



31/12/09

29 Aralık 2009 Salı

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 1-2

Türkiye'nin son dönem dış politikasının kazandığı ivme ile dillere dolanan “Stratejik Derinlik” vizyonunu daha bir yakında incelemek için Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun malum kitabını elime bir kere daha aldığımda fark ettim ki Türkiye'nin dış politika meseleleri ile içinde yaşadığımız günlük hayatın aşk meseleleri birbirine çok benziyor.

Malum herkesin hayalidir ilk sevdiğini hissettiği, elini tuttuğu insanla bir ömür geçirmek. Çok romantik birşeydir bu biliyorum, benim de 5. sınıfa giderken sevdiğimi zannettiğim kıza onu sevdiğimi anlattığım zaman hissettiğim bir ömrü onunla geçireceğim gibi çocukça bir şeydi. Hazır girmişken konuya kıza nasıl açıldığımı anlatmam lazım. Çocuğum ve acaba nasıl söylerim ne ederim ne yaparım diye utanıp sıkılıp duruyorum. Cesaretimi topladığımda okulun bahçesinde bir ağacın altında Zehra ile baş başaydık. Neyse işte Zehra ben birini seviyorum biliyor musun dedim. Pat diye o da ben de birini seviyorum Burak demez mi. Hemen ikimizde birbirimize kim diye soruyu yapıştırdık. Neyse uzatmayalım, baş harflerimizden başlayarak ikinci üçüncü harflerle devam edip tüm isimlerimizi harf harf söylemiştik. İnanılmaz gülmüştük sonrasında da. Buna benzer hepimizin hikayeleri vardır ve önemli olan hepimizin ilk olanı son olacak sanmamızdır. İşte Türkiye'de böyle bir silsileden elimize kalmış bir ülkedir. Cumhurbaşkanlığı forsunda da yer aldığı üzere 16 büyük devlet kurduğumuza binaen masallar vardır. Eminim Metehan'da ilk Türk devletini kurarken “vaybee kurduk ve sonuna kadar götürürüz” demiştir. Ama maalesef o kadar romantik olmuyor işler ve yıkılıp kuruluyoruz asırlardır. Tıpkı yıkılıp yeniden kurulan yüreklerimiz gibi.

Tabiki uzun soluklu aşklarımız, bizi derinden yaralayan sevdalarımız da yok değil hayatta. Hani her şeyi ona göre planlarken bir anda yok olup ellerimiz arasından kayıp giden aşklar. İşte böylesi bir imparatorluktu Osmanlı Hanedanlığı. Felaket bir aşk; İstanbul'u fethetmiş, kıtalara yayılmış, el alemi kıskandırmış, ta okyanuslar ötesine nam salmış falan. Düşünsenize bir ucu Bosna'da diğer ucu Hazar denizinde. Herhalde Osmanlı sultanlarının devletlerine karşı yaşadığı aşk kadar büyüğü olmamıştır. Nitekim Sultan Abdülhamit Han'ın Balkan Savaşı bozgunundan sonra gözlerinden yaşlar aktığı rivayet edilir. İşte böyle aşklarımız olmuştur bizim de, gözlerimizden sel olup akıtmıştır yaşları ve kor ateşlerde yakmıştır yüreğimizi.

Büyük aşkların bitişi büyük bozgunlar getirir, sarsıntılar yaşarız, bir süre sessizlik ve yalnızlık isteriz. Mektuplarımızı geri bekleriz, hediyeler birer birer iade edilmelidir. Artık ona dair herhangi bir işaret istemeyiz hayatımızda ve devrim olur milat olur yeni başlangıçlar. Tıpkı Bosna-Hersek'e, Makedonya'ya, Bulgaristan ve Kosova'ya giden ve orada Osmanlı olanların geri gelişleri gibidir hediyelerin geri beklenişi. Hüzünlüdür, acı verir. Ve Türkiye Cumhuriyeti gibi milat sayarız hayatımıza girecek yeni birini eski aşkımız Osmanlı'nın ardından. Ama devrimsiz olmaz, eski aşkımıza dair ne alfabe ne takvim ne saat istemeyiz. Artık onu hatırlamak acı verdiği için ona ait ne varsa sileriz hayatımızdan ve kavuşuruz modern Türkiye Cumhuriyeti'mize.

Ama modern zamanlarda aşk başkalaşmıştır. Artık aşk her ağızda sakız olmaya başlar. Çünkü eskisi gibi pencere önü konuşmaları yoktur ve çünkü mektup değil msn ve facebook ile yürür ilişkiler. Tıpkı Türkiye'nin içine girdiği buhranlar gibidir aşkın modern hali. Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur ama içerideki sorunlar baş göstermiştir. İsyanlar, illegal örgütlenmeler, hizipleşmeler gruplaşmalar ve ülkeyi dışarıya bağlayacak kararlar vardır gündemimizde. Aşkın aldatmaları, aşkın mutluluk aramaktan öte fazlasını isteyen (aslında ne istediğini bilmeyen) halleri gibi. İllegal işler o kadar kolaylaşmıştır ki tıpkı aldatışların artış oranı gibi. Biri oraya çekmektedir ülkeyi diğeri buraya bir diğeri öteki tarafa ve Türkiye Cumhuriyeti iç siyasi çekişmeler yüzünden huzursuzdur yıllarca. Tıpkı sevgiliye akıl hocalığı yapılması, sevgilinin aklının çelinmesi ve kararsız, takatsiz kalıp kaosa sürüklenmesi gibi. Sonra soğuk savaş dönemi gelir ve dünyayı iki kutba bölmüşlerdir. Türkiye dış politika tercihini batıdan yana kullanmaktadır ama kültürel ve tarihi uzantıları neticesinde yakın olması gereken Ortadoğu bölgesine yabancılaşmaktadır. Balkanlar ile olan ilişkiler ise salt Yunanistan gerginliği üzerine kurulmuştur. Aslında aynı ittifak içinde sorunlar çıktığına da en güzel örnektir bu. Soğuk savaş dönemi git-gel dönemi gibi batı ile beraber ama batı nedeniyle bazen yalnız kalındığı zamanlardır. Aşkın kaotik durumunda aşık olup aşkınla olamamak gibidir.

Ve nihayet kaos bitti demek üzere soğuk savaşın bittiğini anlamışızdır. Aman tanrım sevgiliye kavuşacağız derken o da ne birçok sorunu aslında sadece dondurduğumuzu farkederiz. Bir zamanlar sırtımızı döndüğümüz Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ile ilgili bir stratejimiz bile yokken elimizde, bu bölgelere dair girişimler yapmak durumunda kalmışızdır. Dünya eski dünya değildir ve çok sıkı müttefikimiz sazı eline tek başına almış da olsa artık bir yalnızlık bir tek başına inisiyatif alma zamanı gelmiştir. Fakat o da ne sanki bir asır kadar önceki durum yine başımıza gelir. Biri kalkar Türkçülük der, diğeri kalkar Neo-Osmanlıcılık der ve bir diğeri İslamcılık ister. Soğuk savaşın kaosu bitti derken 90'lı yıllar sendromu başlar ki dikkat etmek lazım 90'lar müzikleri halen daha neslimin aşk hikayelerini tazelemektedir. Aşkların en saf en temiz duygularla anlatıldığı, pop müzik dediğimiz tarzın dejenere olmadığı yıllardır doksanlar. Bunun gibi safdilli bir şekilde Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık politikalarına sarılmıştır devletlu zatlarımız. Ama hiçbiri stratejik bir temellendirmeye sahip olmadığı için saman alevi gibi yanıp sönüvermiştir.

Dünya düzeni üzerine teorisyenlerin büyük büyük düşünceleri vardır. “Huntington'ın Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama'nın “Tarihin Sonu” bunların en bilinen örnekleridir. Süper güç dediğimiz devletlerin bu gibi teorik altyapıya dayanan stratejileri vardır ve dış politikalarını bu stratejilere göre belirlerler. Dolayısıyla artık zaman strateji zamanıdır, teori zamanıdır. Öyle eskisi gibi haydi yürü bakalım atın üstünde fethe gidelim gibi bir mesele yoktur. Aşklar da artık düşünsel bir altyapıya oturmaya başlamıştır. Kaçan kovalanır, bir ileri iki geri gibi taktiksel manevralar ile kız erkek tavlama oyunları at başı gitmektedir. Dolayısıyla artık aşkın saf hali kalmamıştır, üzerine epey düşünce yormanız gereklidir. Tabiki büyük düşünürlerin büyük teorilerini kullanan süper güçlerin yanında büyük devletler vardır ki bu teorilerle oluşan stratejilere binaen taktiksel manevralar yaparak kendi çıkarlarını korumak isterler. Büyük devletler süper güç dediğimiz devletlerin stratejilerini engelleyemezler belki ama en azından taktiksel manevralar ile kendi çıkarlarını maksimize ederler. Aşkın içinde aşk durumu gibi bir şeydir bu. Ortada bir mutluluk pastası vardır ve bu pastayı değerlendirmek isteyen birçok insan. Mesela süper güç bir mutluluk hedefi kestirmiştir gözüne ama büyük devlet buna izin vermemek için elinden gelen her türlü taktiksel manevrayı uygular. Çünkü süper güç eğer mutlu olursa büyük devletin eskisi kadar önemi kalmayabilir. Başka bir yolla anlatacak olursak eğer, süper güç bölgesel güce aşık olur, bölgesel güç ise henüz kararsızdır yahut konjonktürel olarak bu aşka karşılık vermez, burada büyük devletin etkisi mutlaka vardır çünkü bölgesel güç büyük devletten çekiniyor olabilir. İkinci bir mesele de bölgesel gücün küçük devlete karşı olan zaafıdır, ama burada realite önemlidir çünkü küçük devlet çoktan başka bir bölgesel gücün etki alanına girmiştir. O zaman ittifak ilişkileri doğrultusunda bölgesel gücün de süper güçle ilişkisini sağlam tutması gereklidir. Özetle büyükten küçüğe aktörleri sıralayacak olursak eğer; süper güç, büyük devlet, bölgesel güç ve küçük devlet, işte tüm bunların aşk çemberleri karman çormandır artık. Çünkü dünya küreselleşmiştir. Küresel bir köy haline gelen dünyada dünün düşmanları bugünün müttefikleri olabilmektedir. Yani aşk gibidir devletlerin güç çemberleri arasındaki ilişkiler. Birini sevmişsinizdir, o bir başkasını sevmiştir, onun sevdiği ise bir başkası ile birliktedir. Hatta zaman zaman eski sevgiliniz sizin arkadaşınıza aşık olabilmektedir. Etik değilmiş gibi gözükür bu durum ilk başta. Konduramazsınız böyle bir yaşanmışlığı ne kendinize ne eski sevgilinize ne de bir başkasına. Ama aşk böyledir, pragmatiktir günceldir ve gelip geçicidir. Baki kalan mutluluklardır. Devletin çıkarları gibi her zaman mutluluklar baki kalacaktır.

Sonuç olarak, devletlerin etki alanı dediğimiz jeo-politik/jeo-kültürel/jeo-ekonomik hinterlandı göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin saf aşık gibi bir sevgiliye tutulup beklemesi mümkün değildir. Türkiye gerek doğuda gerek batıda ve hatta hemen hemen dünyanın her yerinde aşk yaşama kapasitesi olan tarihi ve kültürel mirasa sahiptir. Önemli olan iç dinamiklerin iyi değerlendirilmesi ve mutluluk dediğimiz çıkarların göz önüne alınarak hareket edilmesidir. İç dinamiklerden kastımız ise moral değerlerin, toplumsal değerlerin ve dışa yansıyan politika ile içeridekinin tutarlılığının sağlanmasıdır.
 (29.12.2009)

Stratejik Derinlik: Aşk Çemberleri 2
2009'un sonlarına doğru kaleme aldığım yazıya bir ilave olarak 2011'e başlarken Stratejik Derinlik konseptinin neler ifade ettiğini bir kez daha anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz bir yıla bakıldığında hararetli "dış politika" tartışmaları yaşadığımızı ve esasen bunun da insanın aşka düşmesi hali ile benzer olduğunu vurgulamak isterim. Dolayısıyla laf dönüp dolaşıp yine Stratejik Derinlik meselesinin Aşk perspektifine geliyor. Aşk dediğimiz hissiyat eğer tüm uzuvlarımızı ele geçirebiliyor ve bizi tamamen tesiri altına alabiliyorsa, geçtiğimiz bir yılın Türk Dış Politikası da önce Türkiye'yi sonra dünyayı tesir altına aldı diyebiliriz. 

Uluslararası Örgütlerde Temsiliyet
2010 yılında Türkiye'nin en önemli dış politika hamleleri arasında yer alan unsur, uluslararası örgütlerde elde ettiği etkili pozisyonlardı. Türkiye, hikayesini ve varlığını anlatmanın bir yolu olarak ve küresel dünyada aktör olmak hedefiyle elde ettiği bu pozisyonları Stratejik Derinlik felsefesine borçludur diyebiliriz. Tek bir kitap ve kişi üzerinden tüm başarıları adlandırmanın doğru olmayacağını ve başarı olarak saydığım hamleler ve süreçlerin bir başkası tarafından "romantizm" ve "dengesizlik" olarak değerlendirileceğini de biliyorum. Mutlaka Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu ve hatta Afrika ile Latin Amerika dünyanın üzerinde var olan bölgelerdi ve Sn. Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu coğrafyaları keşfetmedi. Ancak var olan bir şeyin üzerinde bir politika tayin etmek ve bu politikayı cesaret-özgüven bileşimi ile uygulama çabasına girişmek de kolay olmasa gerek. Dolayısıyla 1 Mayıs 2009'dan itibaren dış politikanın kaptan köşküne oturan Sn. Davutoğlu'nun Türk Dış Politikasının dünya gündemine oturmasında katkıları ve etkisi çok büyüktür. Bu etkiyi wikileaks sızıntıları ile Sn. Davutoğlu hakkında "tehlikeli", "çılgın" dediklerini öğrendiğimiz Amerikalı diplomatlar da doğrulamış oldular. Afrika açılımı, Ortadoğu'ya eskisine binaen gösterilen önemin artması, Balkan ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi, Latin Amerika açılımı gibi hamleler Türkiye'ye ekonomik anlamda katkılar sağlamakla birlikte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği'ne seçilmesini sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi üyeliği ile birlikte NATO'da elde edilen genel sekreterlik yardımcılığı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanlığı ve son dönemde Pakistan'da yaşanan acı sel felaketi sonrası Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından bölgeye atanan temsilcinin de Türkiye'den olması Türkiye'nin dünya gündemine taşınmasında ve karar süreçleri ile birlikte politika yapım aşamalarında aktif rol edinmesini sağlamıştır. Bununla birlikte Türkiye'nin önemli anlamda tanınmasını sağlayan diğer bir konu ise uluslararası etkinlik ve toplantılara yaptığı ev sahipliğidir. 2010 Dünya Basketbol şampiyonası ile birlikte NATO, CICA gibi uluslararası örgütlerin toplantılarına ev sahipliği yapılması, Türkiye - Afrika zirvelerinin İstanbul'da gerçekleştirilmesi Türkiye'nin küresel tanınırlığını arttırdığı gibi dünya gündeminde yer almasını kolaylaştırmıştır.

"Eksen Kayması" ve "Sıfır Sorun" Tartışmaları
Türkiye'nin yeni dış politika konsepti olarak sıkça zikrettiğimiz "Stratejik Derinlik", dış politika konularında yeni kavramları da bizlerle tanıştırdı. Bugün Dışişleri Bakanı Sn. Davutoğlu yurtdışında  "Mr. Zero Problem" şeklinde anılmaktadır. Her ne kadar bu kavram etrafında ciddi tartışmalar yapılıp, içinin boş olduğu söylenmiş olsa bile kavramın başlı başına ilgi çekiciliği ve Stratejik Derinlik kitabının birçok ülkede  farklı dillerde birden çok baskı yapmış olması bile önem teşkil etmektedir. Nitekim "komşularla sıfır sorun" şeklinde sloganlaştırılan politikanın da bir motivasyon unsuru olduğu ve "Uluslararası İlişkiler Profesörü" olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun da esasen sıfır sorun gibi bir nihai sonucun gerçekleşmeyeceğini bildiğini düşünmemiz gerekmektedir. Buradaki rahatsızlık ideolojik olmaktan öteye geçmemektedir. Çünkü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" gibi bir motivasyon unsuru varken yeni bir kavramsallaştırmanın Atatürk'ün söyleminden başka söylem geliştirme çabası olduğu düşünülüyordu. Komşularla sıfır sorun politikası ile birlikte önce motivasyonunuzun sorunsuz bir ilişki kurmak olduğunu iddia ediyorsunuz. İkincisi ise komşularla sıfır sorunun temelinde yatan karşılıklı bağımlılık oluşturma ve ekonomik işbirliğini arttırma politikası ile dış ticaret hacminizi arttırıyor ve bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olabiliyorsunuz. Ayrıca etrafı sorunlu olan bir ülkede yatırım yapmaktan tedirgin olacak yatırımcıyı da ülkenize çekebiliyorsunuz. Hal böyle olunca Avrupa ve Batılı ülkelerle var olan ticaretinize yeni bir bölge daha eklenmiş oluyor. Dış ticaret kalemlerinizde Ortadoğu, Asya, Afrika gibi bölge ülkelerinin etkinliği artıyor. Unutmamak gerekir ki ekonomi-politik çok önemlidir. Ekonominiz doğuya doğru kaymaya başladığı zaman ekseninizin de doğuya kaydığı ve hatta Araplaştığınız düşünülmeye başlanabiliyor. Üzerine bir de "Mavi Marmara" hadisesi patlak verdiğinde sadece batı dünyası değil içeride bile "acaba gerçekten Ortadoğululaşıyor muyuz" sorusu -sanki Ortadoğulu olmak suçmuş gibi- sorulabiliyor. Aslında gerçekten Türkiye'nin ekseni kayıyor ve soğuk savaş şartlarında etki edemediği tarihi ve kültürel coğrafyasına doğru ilerliyor ancak bu kaymada ve yönelimde tehlikeli bir şey olmadığı gerçeği, nispeten Avrupa Birliği ile ilişkiler ve nihai olarak "NATO Lizbon Zirvesi" ile teyit ediliyor. Türkiye esasen sadece uluslararası örgütler ile batıyla ilişkiler kurmak ve küresel sisteme entegre olmayı değil, aynı zamanda kendine has politikaları doğrultusunda çıkarlarını maksimize eden bir yaklaşım ile ilişki kurmak istiyor. Bunun adını da "kurulan düzeni koruyan değil kurulacak düzeni belirleyen" olmak olarak ifade ediyor.

Sonuç: Stratejik Derinlik Aşk Kavgası
Tüm bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye yükselen ve hatta yükselmiş olan bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Hem Avrupa Birliği sürecinden vazgeçmeyen hem de imtiyazlı ortaklık, akdeniz birliği gibi ikinci sınıf bir ortaklığa burun kıvıran Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecine olmazsa olmaz olarak  bakmayarak farklı bir denge arayışı içinde olduğunu da gösteriyor. Aynı Türkiye, Rusya ile gerek ticari gerekse siyasi ilişkilerini yükseltirken ABD ile stratejik ortaklığını sürdürme dirayetini gösteriyor ve Çin ile de ortak askeri tatbikat gerçekleştirebiliyor. Bu durum her ne kadar çelişkili görünse de dış politikanın da temelinde bu çelişkiler zemininde dik durabilmek ve gerekli manevraları gerçekleştirebilmenin yattığını unutmamak gerekir. Ortadoğu'nun yaramaz çocuğu İsrail'i tımar etme misyonuna soyunan Türkiye, İran'ın nükleer silahına karşı duruyor ancak küresel sistem ile barışması için de önemli öneriler sunabiliyor. Bunun gibi farklı birçok bölge ve alanda artık Türkiye'nin söyleyeceği bir sözü var. Nitekim NATO Lizbon Zirvesi'nde Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Gül "Türkiye olmasa konuşulacak bir şey yok" anlamını ifade eden cümleler kuruyor. Şimdi gelin böyle bir Türkiye'yi beğenmeyin, sevmeyin ve ona aşık olmayın. 

İşte stratejik derinlik aşk kavgası da tam burada patlak veriyor. Dünyada tanınırlığı ve etkisi artmış bir Türkiye'yi her aktör müttefiki olarak görmek isteyecek ve hatta Sarkozy - Merkel gibileri Türkiye'nin etkisi ve gücünden çekinir bir tavır takınacaktır. İçeride ise böyle bir Türkiye gemisinin kaptanı olmak herkes için önemli ve değerli olduğundan siyasi kavgalar gerçekleşecektir. Türkiye'nin büyümesi, demokratikleşmesi ve küresel bir aktör haline gelmesi mutlaka PKK gibi terör örgütlerinin ve onun yakasından kurtulamayanların da zoruna gitmektedir. Çünkü ellerinde siyaset yapacak, rant sağlayacak kozlar kalmamaktadır. Stratejik Derinlik derken sadece Sn. Davutoğlu'nu kastetmediğimi, Türk Dış Politikasının yapım ve yürütme sürecinde yer alan her kurum ve kişiyi kapsadığımı belirtmek isterim. Sonuç olarak Stratejik Derinlik Türkiye'yi büyütüyor, sözü dinlenen ve merak edilen bir aktör konumuna getiriyor. Böyle bir aktörün varlığı da mutlaka hem dünyada hem de Türkiye'de kavgalara neden oluyor. Neticede insan doğası gereği kötüdür ve kıskançtır.
(03.01.2011)




28 Aralık 2009 Pazartesi

HIRS - GÜÇ - DENGE

Nicola Machiavelli'nin bireyden devlete olan doğal durum inanışı... Evet işte tam da bunun neden olduğu “insan kötüdür” hallerindeyiz. İnsanlar 3 temel davranışın içindedir diyordu Thomas Hobbes. Bunlardan birisi “rekabet” bir diğeri ise “şan ve şöhret arzusu”. Rekabet kavramını gizlemek için yüzlerde beliren yalancı tebessümler ve bu tebessümlerin perde arkasındaki belden aşağı çalışan cümleler. Bir ikincisi ise birilerinin omuzlarına basaraktan yukarı çıkışa, yani şan ve şöhrete ulaşma arzusu. Bu arzu ki insanları kimliksizleştiriyor ve kimliksiz kalan insan cemiyet hayatından soyutlandığı için bencilce hareket ediyor. Bencillik ile birlikte Machiavelli'nin doğal durumdaki “kötü insan” “menfaatçi yaratık” şekillerine bürünüyorlar. Hayatın temelinde yeralan “çıkar” anlayışı en saf duygu ile elleri semaya açan bireyin bile farkında olmadan için için örümcek ağına düşmesi gibidir. Peki tam tersi mümkün müdür? Çıkarsızca yaşayabilmenin getirdiği mutlak son ezilmektir; başkalarının çıkarları uğruna ezilmek, itilmek, kakılmak, insanca yaşamak gibi bir ümitle yok olmaktır. O halde bu ikisinin dışında yani çıkarları koruyup kollayıp, ezmeden insan onuruna zarar vermeden yaşamanın bir yolu olmalı. Sanıyorum bu, kıldan ince kılıçtan keskin bir yoldur. Hem kendi başını dik tutmak hem de diğerlerinin başlarının ezilmesine imkan tanımamak. Bu anlatılası kolay yaşanılası zor bir insaniyet şeklidir. Hırsların güdülebilmesi ve güç kavramının tehlikesizce kullanılması gerekir.


İnsan doğuşu ile birlikte hep büyük olmak istemiştir, 18 yaşı sendromlarını hepimiz yaşamışızdır. Büyüklüğün sadece yaş ile olmadığı ve bunun için aynı zamanda güce ihtiyaç olduğu bir süre sonra anlaşılır. O durumda güç unsurlarının neler olduğu bulunmalıdır. Ergenlik bu tanımı fiziki güç olarak sunar ancak kısa bir süre sonra gücün fiziki anlamının yetersizliği keşfedilir. Artık para da büyük bir güç modeli olarak zihinlere kazınmaya başlar. Parası olan güçlü ise parayı veren düdüğü çalmaktadır artık. Para ile hırs kavramlarının bileşkesi üzerine bir hayat kurulma tehlikesi ile karşı karşıya kalınan an işte bu andır. Parayı kazandıkça hırsları büyüyen ve hırsları büyüdükçe daha çok para kazanmak isteyenlerin sonu büyük oranla mutsuzluğa itilmiş bir hayattır. Çünkü güç artık paradır onlar için ve cemiyetin güçsüzlüğüne dayalı bir güç odağında bulmuşlardır kendilerini. Somut bir örnek ile 10 kişiye 10 birim düşen bir yerde 1 kişinin birimlere sahip olma hırsları ile birlikte 9 birimi ele geçirmesi, kalan 9 kişinin 1 birimle yetinmesine neden olacaktır ki bunun neticesi, 1 kişinin hırslarının 9 kişiyi insan onuruna uymayan bir hayata sürüklemesidir. Tabiatıyla burada olması gereken iş yetinmeyi bilmek veya kontrol altına alınan gücün kullanımı düzleminde vicdan ve adalet duygusuna sahip olmaktır.

Hırsların çevrelediği güçlü olmak isteği güçsüzlüğe yol açıyorsa, bu durumu dengeleyecek olan şey cemiyet hayatına olan ihtiyacı hissedebilmektir. Birey yapısı ve yaradılışı gereği teklik durumlarına alışkın değildir. Sosyal hayat denilen olgu birey için olmazsa olmazdır. Dolayısıyla sosyal düzende tek başına güçlü olmanın varacağı nokta mutsuzluk olacaktır. Bir topluluk içinde tek başına herşeye sahip olmak ve geriye kalanların hiçbirşeyi olmaması, bu durumda rahatsızlık hiçbirşeyi olmayanlarda olmaz, çünkü onların benzeştiği bireyler mevcuttur ancak bir benzeri olmayan kendini mutsuz hissetmek durumundadır. Somutlaştıracak olursak; gerek fikri anlamda gerekse bireysel inanışlar anlamında, bir futbol takımını destekleyenlerin en çok kendilerini büyük görmek durumu takımlarını destekleyenlerin sayısı üzerinden yürütülen önermelerde görülmektedir. Diğer bir örnek ise siyasal hayatta karşımıza çıkmaktadır. Siyasi partilerin temsil oranları doğrultusunda itibar kazandığı açık bir gerçekliktir. Sonuç olarak birey tekliğin mutsuzluğu yerine çokluğun mutluluğunu tercih etmelidir.

Güç dediğimiz olgu dengelerin varlığı ile birlikte anlam kazanabilir. Gücün tek elde toplandığı durumlarda gücü elinde bulunduran eğer bu gücü diğerlerinin de menfaati için değerlendirmiyorsa lanetlenecektir. Dolayısıyla güç ya tek elden herkese dengeli dağılmalı ya da herkesin elinde dengeli bir şekilde açığa çıkmalıdır. Dengesizliğin yarattığı anarşik durum ile birlikte hayattaki sorunların çıkış noktaları kesişmektedir. Bir baba 3 evladından birine daha farklı bir güç veriyorsa diğer ikisinin cephe alacağı kişi sadece baba olmayacaktır. Tabiatıyla güçten fazla nemalanan kardeşe karşı diğer kardeşler ittifak içine gireceklerdir. Yani güç dengesizliği, gücü çok kullanan ve gücü çok kullanana karşı olanlar arasındaki boşluk nedeniyle kaos yaratır. Dolayısıyla gücün dağılımında da mutlak bir adalete ihtiyaç vardır. Peki bu güç dağılımında liyakat unsuru bir anlam ifade etmez mi? Hakedişlerin getirdiği farklılıklar mutlaka vardır. 1 birim çalışan ile 3 birim çalışan arasında mutlak bir fark olmalıdır. Ancak bu çalışmayı gerçekleştirmek için herkesin her koşulda eşit imkanları olmalıdır. Eşit imkanları ortaya koyacak olan ise düzeni kurandır. Düzeni kuran unsur her ne ise -bu en uzak varoluştan en yakın sisteme değişkendir- kurduğu düzen içinde arzuladığı her ne ise ona göre hareket eder. Kendi kazançları ağır basan düzen kurucuları mutlaka kendilerine kazanç sağlayacak bir sistem inşa etmişlerdir. Sistemi algılamak için en küçük parçaların hareketliliği ve bu hareketlilik içindeki neden-sonuç ilişkileri en önemli şifrelerdir.

Gelinen bu noktada güç kavramı bir sistemli dengeye oturtulmalı ve güç kullananın insafına karşı güçsüzlük ittifağa veya itaate başvurmalıdır. Hırsların bileşkesinde mutsuzluğun ortaya çıkma tehlikesi, güç unsurlarının dengelenebilmesi ile anlaşılabilir. Hırslar mutsuzluk getirmemesi için güç kullanımı bulunulan ortama pozitif etki yaratmalıdır. Kontrol altında tutulamayan güç ve güç kullanımı ise kontrolsüz hırs birikimi ve hırsların esaret altına aldığı sistemin sonucudur. İnsan güce ihtiyaç duyar ve duyacaktır. Gücü oluşturacak hırslar da insanda var olması elzem içgüdülerdir. Mühim olan hırsların getirdiği gücün dengeler içerisinde kontrol edilebilmesi ve yalnızlığı getiren yıkıntılara neden olmamasıdır.

BURAK YALIM
14/11/09


27 Aralık 2009 Pazar

Stratejik Derinliğin Sürekliliği


Türk Dış Politikası'nda Ahmed Davutoğlu'nun dışişleri bakanlığı görevine resmen başlaması ile birlikte yaşanan gelişmelerin kafalarda yarattığı soruişaretlerinin en önemlisi, “Türkiye nereye gidiyor ve bu açılımların sonu nereye varacak” olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye cumhuriyetinin kurulduğu günden daha da eskilere dayanan statükocu yaklaşımın doğal bir şekilde Türk insanının da genetiğine sirayet etmiş olması bu sorunun temel nedenidir. Netice itibariyle bahsi geçen coğrafyanın jeostratejik ve jeopolitik konumu icabı olarak kendi iç barışını korumak kaydıyla dışarıya dokunmamak üzere kurulu dış politika anlayışı 2000 yılından bugüne bırakın yakın çevresini en uzak coğrafyalara kadar etki etmektedir. Türkiye artık sadece bir bölgesel güç yahut orta büyüklükte bir devlet olarak değil, zamanın şartları gereği (konjonktür) küresel politikaların da vazgeçilmez bir aktörü haline gelmiştir. Peki bu değişim, Türkiye'nin eskiye oranla uluslararası politika meselelerinde adının daha sık anılır hale gelmesi, sadece konjonktürel değişimler ile açıklanabilir mi? Konjonktürel etkilerin yanısıra Türkiye'nin kendi iç dinamiklerini farkedebilen ve kullanma yoluna giden bir dışişleri perspektifinin son dönem gelişmelerinde etkisi yok mudur?

Stratejik derinlik vizyonu ile birlikte Türkiye öncelikli olarak düşman komşular anlayışını terkedip etrafında güvenli bir çember oluşturma yoluna gitmiştir. Nitekim Suriye ile son dönemde inanılası zor bir yakınlaşma ve stratejik işbirliği konseptinin geliştirilmesi bunun bariz bir örneğidir. Suriye ile vizelerin kaldırılmasını Libya ve Ürdün'ün izlemesi Türkiye'nin eski osmanlı coğrafyasındaki tarihsel bağını kullanmasının temel bir sonucu olduğu gibi aynı zamanda DAVOS çıkışının da meyvelerini topladığını göstermektedir. Bu gelişmelerin batı dünyasında yarattığı eksen kayması endişeleri Türkiye'nin batı için ne kadar önemli olduğunu gösterirken, Türkiye'nin bölgesinde batılı değerlere en yakın ülke profili olması durumuyla birlikte Avrupa'nın en sorunlu alanlarından biri olan yasadışı göçmenler meselesinde bir ön tampon oluşturması açısından önemlidir. Dolayısıyla Türkiye doğuya gittikçe ve doğu ile ilişkilerini kuvvetlendirdikçe batı için önemi daha çok artmaktadır. Bahsettiğim bu gelişmelerin en önemli etkeni mutlaka küresel çıkarların Türkiye'nin çıkarları ve çevresindeki kriz bölgeleri ile yakından ilgili olmasıdır. Küresel ekonomik krizin çözülme noktaları Ortadoğu, Afrika ve Kafkasya bölgeleridir. Tüm bu bölgelerin teknolojik anlamda ve iş sahası anlamında bakir birer alan olarak dünya ekonomisine entegrasyonu, batının ürettiği değerlerin pazarlanacağı bölgeler olması açısından büyük önem taşımaktadır. Batının istediği artık ortadoğu ve kafkaslarda da huzur ve istikrardır. Huzur ve istikrarın olmadığı yerde yatırımdan ve ticaretten söz etmenin mümkün değildir. Batının ürettiği değerlerini (ekonomik / kültürel) ihraç edebileceği bölgeye en yakın müttefiki Türkiye'dir. Belki de küresel krize dair ilk günden bu yana teğet geçecek güvencesi bu nedenle çok fazla vurgulanmıştır. Türkiye bahsi geçen bölgelere gidecek ve değerlerini pazarlayacak müttefiklerden önce bölgeye güven ve samimiyet yüklemelidir. Dolayısıyla açılan Suriye sınır kapısı ilişkilerin güçlendirildiği Kuzey Irak bölgesel yönetimi ile var olan ticaret hacmi öncelikle Türkiye boyutunda artış gösterecektir.

Türkiye'nin ortadoğu ve kafkasya bölgelerine ilişkin değişiklik gösteren dış politika anlayışının yanısıra Avrupa Birliği ile ilişkilerin de geldiği nokta büyük önem taşımaktadır. Sanıyorum ki Türkiye sadece AB kapısında beklemenin, gerekli reformları gerçekleştirmenin yeterli olmadığını anlamış ve siyasi açıdan da AB ile masada koz olarak kullanacağı hamleleri birer birer gerçekleştirmektedir. Bilindiği üzere AB ile müzakere sürecinde en büyük sorunlardan biri Kıbrıs olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye 2004 Nisan ayında gerçekleştirilen referandumla birlikte Kıbrıs meselesinde Rumları çözüm istemez taraf olarak göstermeyi bilmiş ve bu meselede büyük bir moral kazanç sağlamıştır. Bu gelişmenin yanında son dönemde yaşanan eksen tartışmaları Türkiye'nin AB nezdinde büyük önem atfettiğini ortaya koymaktadır ki Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Türkiye'ye vize uygulamasına dair yaptığı son açıklama Türkiye'nin güçlü konumunu göstermektedir. Ancak ortada bir gerçek var ki AB'de halen daha islam korkusu sürmektedir. Balkan ülkelerinden Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya'ya uygulanan vize liberalizasyonu göz önünde bulundurulduğunda dışarıda kalan Kosova, Bosna-Hersek, Arnavutluk gibi ülkeler ile birlikte Türkiye'nin müslüman nüfusa sahip olmaları nedeniyle vize uygulamasına tabi kılındığı düşünülmektedir. Nitekim Türkiye'de gerekli prosedürleri yerine getirdikten sonra vize uygulaması devam ettiği takdirde karşı vize uygulaması yapmak gibi bir yola gideceğini belirginleştirmektedir. Türkiye'nin AB karşısında bu kadar dik durabilmesi ve devlet politikası haline gelmiş bir konuda böylesine tutarlı adımlar atması da yine stratejik derinlik vizyonu ile yakından alakalıdır. Son ilerleme raporunu değerlendirirken bahsettiğim “AB İlerleme Raporu'nun Dengeleyicisi Stratejik Derinlik” görüşünün ne kadar etkili olduğu, Kıbrıs meselesi önşart olmaksızın 12. müzakere başlığının açılması örneği ve Türkiye'nin eksen kaymasına ilişkin net tutumu ile açıkça ortadadır.

Ortadoğu, Kafkasya bölgeleri ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde yaşanan değişim ve gelişmelerin bir benzeri de Balkan ülkeleri ile yaşanmaktadır. 28 yıl sonra Belgrad'a gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı ziyaretinde uygulanan üst düzey protokol ve bir asırdan sonra Karadağ'a yapılan ilk ziyaret ile birlikte Bosna-Hersek'in NATO üyeliği konusunda katedilen mesafe gözönünde tutulduğunda Türkiye'nin Balkan coğrafyasındaki etkinliği ve güçlü ülke vizyonu ortadadır. Özellikle Sırpların Türkiye'ye neredeyse Rusya kadar önem atfetmesi ve bu önemi Kosova'nın bağımsızlığını ilk tanımış ülkelerden biri olmasına rağmen gerçekleştirmiş olması dikkat çekicidir. Türkiye gerek tarihi gerek kültürel bağları neticesinde Balkan coğrafyasına hiçbir zaman uzak kalamamıştır. Ekonomik, siyasi ve kültürel alanda son döneme kadar normal bir şekilde seyreden ilişkilerin Davutoğlu'nun dışişleri bakanı olması ile birlikte bir anda üst düzeye çıkarılıyor oluşu da yine kafaları karıştıran bir meseledir.

Sonuç olarak Türkiye büyük bir dış politika değişimi içerisindedir. Yukarıda anılan tüm gelişme ve değişmelerin konjonkrürel etki ile gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Mutlaka konjonktürün de etkisi ve sunduğu fırsatlar vardır ancak bu fırsatları okuyup yorumlayacak iyi bir dış politika yapıcısı gereklidir. Dolayısıyla Erbil'e gittiğinde Saraybosna'da ne olacağını düşünen bir Dışişleri Bakanı olarak Ahmet Davutoğlu'nun bu süreçte etkisini yadsımamak gereklidir. Türk dış politikası artık izlenemeyecek kadar hızlı ve kapsamlı bir gelişme değişme sürecindedir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu hangi gün nerede ne açıklama yapıyorsa bunu izlemek ve analiz etmek zorlaşmıştır. Bu durumda Türkiye'nin genişleyen vizyonu ve küresel politikalarının yükünü kaldıracak nitelikli analistlere ve akademisyenlere ihtiyaç duyulduğu gibi daha önce hiç gidilmemiş ülkelerin ve genişleyen perspektifin içinde yer alan coğrafyaların dillerini kültürlerini ve şartlarını bilen ve bilecek gençlere ihtiyaç vardır. Dışişleri Bakanlığı stratejik derinlik vizyonuna bu noktada herhangi bir planlama yapmış değildir. Ülkenin başarıya aç ve sadece çalışmak isteyen gençlerine gerekli imkanlar sunulmamaktadır. Dolayısıyla sadece devlet erkanı ve üst düzey temaslar ile gidilen bölgelerde kalıcı olunamayacağı gerçeği ortadayken, sivil diplomatlık misyonu üstlenecek, kamu diplomasisini gerçekleştirecek gençlere projeler doğrultusunda imkanlar tanınmalıdır. Devlet eliyle gerçekleştirilecek olan bu projeler neticesinde Türkiye'nin stratejik vizyonunun sürekliliği ve geleceği teminat altına alınacaktır.

Burak YALIM

26 Kasım 2009 Perşembe

Bu Kadar Uzun Yazıyı Kim Okur?


Ve anlarsın... Bedenin özgür kalsa neye yarar, acıtır ruhunu içinde kalanlar, dönemezsin artık geriye, tek yön seçtiğin tüm yollar... Manga'nın şarkı sözleri. Yazmaya başladığım günden itibaren hayır yazmayacağım dememe rağmen bir şekilde elim gidiyor klavyeye. İçimde kalsın, kimsecikleri üzmesin dediğim geçmişte yaşadıklarımın bugün canımı ne şekillerde yaktığı ortadayken, daha fazla içine atmanın manası yok, yazarak bir nebze olsun rahatladığımı biliyorum. Gerçi ülke gündemindeki meseleler kaç kişinin canını sıkıyordur, kaç kişi benim yazdığım meseleler yüzünden geceleri uyumuyor veyahut bunlar üzerine düşünüyordur o da ayrı bir muamma. Ama ne olursa olsun, en bencil duygularımla kendimi rahatlatmak için bile olsa yazmak seçtiğim yollardan biri oldu.

Şimdi neresinden başlasam diye düşünmeden edemiyorum. Kafamda o kadar çok mesele olmaması gereken mesele var ki. Mesela arefesinde olduğumuz Kurban Bayramı. Öncelikle tüm insanlık alemine.... huzur, sağlık mutluluk getirsin klişesini inanmadan söyleyelim. Ne de olsa birileri bu dünyayı yine mahvedecek, birileri çıkarları uğruna insanları öldürecek, birileri rahatları için birçoklarını fakirliğe mahkum edecek. O zaman hakettiğimizi almak ümidiyle demekte fayda var. Herkese hakettiğini umduktan sonra televizyonlara yansıyacak kareleri anlatmaya gerek yok. Kaçan boğalar kovalayan kasaplar(!). Güzel yurdumda herkes bir şekilde günü gelince her mesleği yapabildiği için, kesilen kollar bacaklar ve kaçan kurbanlıkları yine izleyeceğiz. Kasaplık mesleği - içinde olduğumdan biliyorum- zordur. Bıçakla dans etmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. Maalesef bizim ülkemizde birileri her kurban bayramında kasap kesilir, ruhsatsız, belgesiz sırf ceplerini doldurmak için bu işe koyulurlar ama hem kendilerini rezil ederler hem de işlerini yaptırmak için onlara güvenen insanların bayramlarını. Dolayısıyla biz de uzmanlık önemsenmez, elinden geliyorsa kör topal yap gitsin denir. Halbuki her mesleğin kendine göre bir zorluğu ve ayrıntısı vardır. Umuyorum ki Avrupa Birliği normları ile birlikte bu magandavari durumlar hızla ortadan kalkacaktır.

Avrupa Birliği demişken Avrupa Birliği Zirve toplantısı ile ilgili birkaç şey söylemek gerekli. Bilindiği gibi troyka toplantısı Türkiye'de yapıldı ve AB Dönem Başkanı İsveç'in Dişişleri Bakanı Carl Bildt Türkiye'nin AB üyeliği için iyimser bir yorum yaptı. Carl Bildt, “Avrupa Birliğine üyelik için ülke büyüklüğü ve müslüman olmaması gibi koşullar bulunmamaktadır” mealinde bir açıklama yaptı. Burada tabiki işaret edilen ülke Türkiye'dir. Avrupa'da Türkiye'nin üyeliği için bunun gibi olumlu görüş bildiren bürokrat sadece Carl Bildt değil ancak Lizbon antlaşmasının yürürlüğe girmesi ile birlikte Belçikalı Herman Van Rompuy'un AB Konseyi Başkanı olarak seçilmesi AB-Türkiye ilişkileri açısından maalesef olumsuz bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Belçikalı politikacının 2004 yılında yaptığı bir konuşmasında Türkiye aleyhtarı tutumu net bir şekilde ortada. Herman Van Rompuy 2004 yılında yaptığı bu konuşmasında:“Türkiye Avrupa'nın parçası değil ve asla olamayacak...Avrupa'da aynı zamanda Hristiyanlığın da değerleri olan mevcut evrensel değerler Türkiye gibi bir islam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirecektir...” gibi ifadelere yer vermiş. Anlaşılan o ki Avrupa'da Türkiye karşıtlığı halen daha güçlü konumunu koruyor. Nitekim Belçikalı AB Konseyi Başkanı seçilmesinde de Merkel-Sarkozy ikilisinin büyük rol oynadığı düşünülünce ve Merkel-Sarkozy ikilisinin Türkiye değerlendirmeleri hatırlanınca aksini düşünmek mümkün değil. Avrupa Birliği çıpası Türkiye için büyük önem taşıyor ancak bu konuda Türkiye'nin attığı ve atacağı adımlar da belirleyici role sahip. Avrupa değerler sistemine entegre olabilmek için Türkiye'nin demokratikleşme, fırsat eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi konularda ciddi adımlar atması gerekiyor derken hemen aklıma Danıştay kararı ile iptal edilen katsayı meselesi geldi.

Üniversite giriş sınavlarında meslek liselilere uygulanan katsayı uygulamasının kalkması yönünde YÖK tarafından alınan karar Danıştay tarafından iptal edilmiş. Gerekçe Türkiye'nin önü alınmaz tehlikelere doğru yol alacağı gibi bir nedene dayandırılıyor. Fırsat eşitliğinin olmadığı bir ortamda haklı bir rekabeti beklemek mümkün olmadığı gibi meslek lisesinde okumakta olan öğrencilerin hayalleri bu kararla bir kez daha suya düşürüldü. YÖK itiraz edeceğini açıklamasına rağmen Türkiye'deki kemik bürokrasi yapısı düşünüldüğünde bu konuda adım atmanın güçlüğü ortada. Avrupa çıpasına tutunacak dediğimiz Türkiye'de böyle bir fırsat eşitsizliğinin yaratılması, hangi akla hizmet ediyor merak ediyorum. Avrupa Birliği üyeliği ile de doğrudan ilgili olan başka bir konu ise memurların geçtiğimiz günlerde uyguladığı grevdir. Malum ülkemiz demokratik açılım daha doğrusu açılımlar konusu ile epey meşgul bir durumda. Demokratik açılımı bu kadar önemseyen iktidar partisinin eski milli eğitim bakanı ve bugün başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik bir açıklama yapıyor ve diyor ki, “bu grevi masumane bir tutum olarak göremeyiz”. İnsanın aklına ister istemez takılıyor, acaba grev ve lokavt hakkı demokrasilerin demokratikleşmenin temel taşlarından birisi değil midir? Yoksa bu açılım meselesi ile hedeflenen gerçek bir demokratikleşme değil midir?

Hazır söz iktidar partisine gelmişken Sayın Başbakan'ın Manchester United-Beşiktaş maçından sonra Beşiktaş Jimnastik Kulübü Başkanı'nı araması ve tebrik etmesini alkışladığımı belirtmek isterim. Sayın Başbakandan bu hareketlerin devamını bekleriz. Netice itibariyle Beşiktaş Manchester United'ı mağlup ederken Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmiştir. Böyle galibiyetler böyle sevinçler hepimizin sevinci olabilmelidir. Başbakan'ın bir Fenerbahçe taraftarı olmasına rağmen bunu yapmasına karşılık olarak muhalefet partilerinden MHP'nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli Beşiktaşlı olmasına rağmen böyle güzel bir harekete imza atmamıştır. Milliyetçilik konusunda çok hassas olduğuna şüphemiz olmayan bir siyasi partiye Sayın Başbakan büyük bir örnek oluşturmalıdır. Bu konuda sayın Başbakan örnek teşkil ederken bir başka konuda büyük bir yanlışın içine girmektedir. Bilindiği gibi demokratik açılım sürecine en sert yaklaşan partilerden biri MHP'dir. Sayın Başbakan MHP'nin bu tutumunu eleştirirken MHP'nin eski lideri rahmetli Alparslan Türkeş'ten örnekler vermekte ve MHP'ye, sizin lideriniz böyle derken siz ne yapıyorsunuz mealinde eleştiriler yöneltmektedir. Sayın Başbakan'a yakın geçmişteki liderinin kendileri için arka kapıdan kaçanlar dediğini hatırlatmak isterim. Kendilerine gelince geçmişi inkarın o kadar kolay olduğu durumlar varken başkaları için geçmişten örnekler verip hassas noktaları kaşımanın yarar getirmeyeceğini umarım Sayın Başbakan'da bilmektedir. Mutlaka Devlet Bahçeli'de Alparslan Türkeş'in hangi konuda ne tutum sergilediğini bilmektedir. Dolayısıyla Devlet Bahçeli'ye bu konularda hatırlatma yapacak kişi Sayın Başbakan değildir. Eğer Sayın Başbakan geçmişe bu kadar önem veriyorsa Necmettin Erbakan'ın onlara verdiği yol haritalarını kendisi ne ölçüde uyguluyor bunun cevabını vermelidir. Sayın Başbakan geçmişteki politikaların kendilerini nasıl bir “kafes” e soktuğunu sanıyorum iyi hatırlıyordur. Şahsen bu kafeslemeleri desteklemediğim gibi inatla bazı şeyleri gerçekleştirmek gibi bir tutumunda çok sağlıklı olmadığına inanıyorum.

Kafes planları konuşulurken bir güvercin kafesten uçtu gitti bilmem haberiniz var mı? Hulki Cevizoğlu ve Rahşan Ecevit hanımefendinin yeni güvercinli partisinin eski güvercinden nasıl ayırt edileceği merak konusu. Türkiye'de siyasi parti sayısı şuan kaçtır bilmiyorum ama birbirinin benzeri birçok siyasi parti var. Dolayısıyla bu partilerin yüzde on gibi bir baraj uygulaması karşısında ne yapacaklarını çok merak ediyorum. Bir siyasi partinin iktidar olmak ya da en kötü ihtimalle barajı geçmek gibi bir amacı yoksa ve bu amaç gerçekçi değilse neden kurulduğunu da anlayamıyorum. Son dönemde sağda solda birlikler gerçekleştiriliyor, gerçekleştirilmek isteniyor ama ne kadar samimi oldukları kurulan ve var olan partilerin sayısı ile ortada. Halen daha tepede ben olacağım kaygısı ile hareket edenlerin, emekliliğini yaşamak yerine ülke yönetmek için atağa kalkanların var olduğu siyaset sahnesinde, biz gençler nasıl yer bulabiliriz? Tüm siyasetçiler gençlere güvenden, geleceğin gençler olduğundan dem vurdukları kadar, gençler için, gelecek için birşeyler yapsa keşke. Bu da başka bahara kaldı demekten başka çaremiz yok anlaşılan.

Ve bitirirken... Karman çorman bir yazı okudunuz. Aslında Başbakan'ın Libya gezisi ve Dersim Saçmalığı ile ilgili de bir iki laf etmek istiyordum ama... Başka bahara kalan umutlarımız gibi bu iki konuyu da başka yazıya bırakıyorum. Belki yazmam bile. Yazdıklarım ile ilgili birçok olumlu görüş almama rağmen bazen öyle acı olumsuzluklar duyuyorum ki lanet ediyorum yazmaya. En son birisi “Kürt Açılımı” ile ilgili fikrimi sormuştu ve ben de yazdığım yazıyı göstermiştim. Aldığım cevap, “bu kadar uzun yazıyı kim okuyacak şimdi” oldu. Belki de bu yazı o nedenle bu kadar kısa oldu. Hepinize hakettiğiniz bir bayram diliyorum. Sevgiler, Selamlar, Saygılar...

12 Kasım 2009 Perşembe

1 Soru, 3 Cevap

10 Kasım nasıl anılmalı?, Açılım 10 Kasım'a denkgetirilir mi?, MHP Kongresi demokratik miydi?, Bahçeli ile Baykal siyasetten ne zaman çekilir?, Recep Tayyip Erdoğan 2011'den sonra Çankaya'ya mı çıkacak?, Domuz gribi büyük tehdit mi?, Domuz gribi aşısını olalım mı, olmayalım mı?, Yoksa Amerikalılar mı bize musallat etti domuz gribini?, Merkez sağ birleşebilir mi?, Merkez dediğimiz yere hem sol hem sağı koyarsak nasıl olur?, Dursun Çiçek suçlu mu?, Dursun Çiçek'in imzasına destek mi olmak lazım?, Siyaset ile asker ilişkileri nereye gidiyor?, Cavalli'nin sonbahar kış kreasyonunu beğendik mi?, Berat Özipek doğru mu dedi?, Defne Samyeli Eren Talu'yu boşamakla iyi mi etti?, Vize sınavları yaklaşıyor hazır mıyız?... Sorular, sorular ve sorular...

Cevaplar kısmı öylesine zor, öylesine çetrefilli olan yukarıda kısmen yazdığım “sorular buhranı” ile başbaşayım son günlerde. Herkes kendi meşrebince bir cevaplar listesi hazırlayabilir ve hatta işi abartıp her bir soru ile ilgili birer yorum yazısı da kaleme alabilir. Mutlaka konu ile ilgili bilgi sahibi olmak gerekmez(!). Hemen bir google taraması yapılır ve birilerinin dedikleri üzerinden bir iki kelam edilir. Birileri dediklerimiz önemlidir, herkes bugüne kadar kendine yakın olduğuna inandığı kişinin yorumuna bakacaktır. Mesela benim bir yakınım Emin Çölaşan okumadan duramaz. Emin Çölaşan ne yazmışsa, bizimki de “evet bak aynen öyle” der ve gün içinde Emin Çölaşan abisi ne yazmışsa o da onları gelene gidene satar. Hep merak etmişimdir, acaba ben herhangi bir yazının altına Emin Çölaşan imzası atsam onu da onaylayıp, “valla helal olsun bak” diyecek midir? Emin Çölaşan ve benim yakınım bu konu ile ilgili bir örnektir, bunun benzerlerini başka yazarlar ve başka kişilerle de yapabilirsiniz. Türkiye'de buna benzer örnek birçok konuda karşımıza çıkmaktadır ve bu uzunca bir süre daha böyle olmaya mahkumdur. Mesela bir çoban için ülkenin dışişleri bakanı olmak ve dış politika ile ilgili meseleleri yürütmek hiç zor değildir. Buradaki çoban örneği mesleği veyahut çobanları aşağılamak maksatlı değildir. Aynı şekilde bir bürokrat da tarla-tokat edinip (kiralayıp) buğday-patates ekerek para kazanmayı bildiğine inanır ki bu konu ile ilgili birçok örnek vardır. Çünkü bürokratlarımızın da bir kısmı köy kökenlidir ve köydeki arazilerini değerlendirmekten keyif duyarlar. Diğer bir mesele ise büyük-küçük arasındaki “biz sizin yaşınızdayken neler yapmazdık” sendromudur. Şartların değişmesi ve dün ile bugün arasındaki farkın idrak edilmesi ile yapabilitenin değişmeyeceğine inanır büyükler. Tam tersten bakmak çok kolaydır aslında. Ellerine bilgisayarı ve cep telefonunu alıp kullanmak da zorluk çeken birçok büyüğümüz vardır. Ama herşeye rağmen onların küçükken yaptıklarını biz asla yapamayız ki bu doğrudur ama buradaki hata küçükken yaptıklarını bizlerin de yapmasını beklemeleridir. Başka bir mesele ise bilmediğimiz bir konu ile ilgili birisinin söylediklerine verilmeyen önemdir. Çünkü bizim herşey ile ilgili birazcık da olsa – atacak tutacak kadar- bilgimiz olmalıdır. Karşımızdaki anlamadığımız birşeyi konuşmaya başladığında bizim canımız sıkılmaya başlar ve argo tabirle “hava basıyor şerefsiz” deriz bazen.

Yukarıdaki örneklemelerin kilit noktasındaki kelimeler “uzmansızlık - mesleksizlik” ve bunun yanına eklenmesi gereken kelime de “tahammülsüzlük”tür. Bizim ülkemizde herşeyden herkesin anlaması çok sık rastlanır bir durumdur. O nedenle mesleğiniz nedir sorusuna karşı cevaplar bazen ardı sıra uzayan mesleki terimler içerir. “Ben, eğitimci-matematikçi-yazar-mühendisim”ya da “gazeteci-işadamı-eğitmenim” gibi cevaplar duyabilirsiniz. Cevaplar tam anlamıyla böyle olmasa bile ilgi alanlarını da içine katan cümleler dizisi halindedir. İkinci kelime ile ilgili durum ise klişedir. Bilinmeyen bir mesele ile ilgili konuşan insan pek dinlenmez ve insanlar o ortamı terketmek için çeşitli bahaneler üretirler. Dolayısıyla bizim toplumumuzda sorular çoktur ve cevaplar sorulara oranla daha da çoktur. İlgili ilgisiz herkesin her konuya söyleyeceği bir cümle vardır. Bu nedenle toplumumuzda tahammül seviyesi de düşüktür. Herkes herşeyi bildiği zaman insanların birbirine tahammülü olması da beklenmemelidir. İşin en tehlikeli boyutu ise herşeyi bildiğini sanmanın neticesinde edinilen bir fikirdir. Her fikri bildiğini sanan insan içinden birini seçtiği vakit ve o fikre baş koyduğu zaman olaylar içinden çıkılmaz bir hal alır. O nedenle rahmetli Uğur Mumcu'nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın” çağrısını sık sık hatırlamakta fayda vardır. Aksi takdirde Sakallı Celal'in dediği gibi “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olabilir.” !

9 Kasım 2009 Pazartesi

Ölenle Ölmemek ve Atatürk'ü Eserler İle Yaşatmak

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosuna liderlik eden Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün 71. yılını saygı ve dua ile anıyor ve bu konu ile yeri gelmişken aklımdaki birkaç düşünceyi şöyle bir kurcalamak istiyorum. Aslında Sn. Başbakan'ın TRT kanalına verdiği mülakatta söylediği “ölenle ölmüyoruz ve öleni eseler ile yaşatıyoruz” cümlesi benim düşündüklerimle çok ilgili. Çünkü ölüm yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk'ü anarken, ölenle ölmek veyahut ölmüşlüğünü kabul etmek arasındaki çizginin hassasiyetine vurgu yapmak istiyorum.

Yıllar önce bir gazetenin ilk sayfasında farkettiğim çelişki bu konu ile ilgili okyanusumun kapağını aralamıştı. Neredeyse %99'u islam inancını taşıyan Türkiye'de sanıyorum ki bir kandil gününün ertesinde gazetenin ilk sayfasındaki iki başlık çok etkileyiciydi. İlk başlıkta “Bu çağda bu zihniyet, ölüden medet umuluyor” yazmaktaydı ve bir önceki gün kandil vesilesi ile türbeleri ziyaret eden vatandaşlara ağır bir eleştiri yapılıyordu. İkinci başlık ise “Yetiş atam kurtar bizi” şeklindeydi. Cümleleri tam doğru olarak hatırlayamıyor olabilirim ama başlıklardan çıkan mesajlar tam olarak bu şekildeydi ve ikinci başlığın hemen altında büyükçe bir Atatürk fotoğrafı vardı. İlk bakışta gayet mantıklı gelen bu haber bir düşününce aslında fena halde saçmaydı. İlk başlığa göre ölüden medet umulmazdı ama ikinci başlıkta ölüden medet umuluyordu. İkinci başlığın altındaki fotoğraf Atatürk olduğuna göre sanıyorum Atatürk'ün ölü naaşından medet ummak meselesi çok da garip gelmemişti. Tabiki orada başka bir mesaj ile Atatürk değerleri de işaret ediliyor olabilirdi. Ancak ne olursa olsun işin trajikomik yanı ölüden medet ummamayı çağdaşlık olarak gösterirken ölüden medet umabilmekti. Tabiki bu meseleyi farkedince benim gözümde bir Atatürk küçümsemesi olmadı, Atatürk üzerinden birileri birşeyleri ve diğerlerini aşağılamaya çalışmaktaydı. Konuyu paylaştığım insanların bir kısmı bunu yapanları rozet Atatürkçüleri olarak değerlendiriyordu kimileri ise herşeyin çok normal olduğuna işaret ediyordu.

Bu örneği yaşadıktan sonra defalarca Anıtkabir'i ziyaret ettim. Hatta geçenlerde bir proje için Ankara'ya gittiğimde Anıtkabir'e bir kez daha gittim. Her Anıtkabir ziyaretimde aslında bazı gözlemlerde yapıyordum. Özellikle Anıtkabir'de insan davranışları beni çok etkilemişti. Bildiğiniz gibi ve bence olması gereken bir kabir ziyaretinde dua edilir. Çünkü kabir dediğiniz şey yaşamını yitiren kişinin cenazesinin defnedildiği yerdir ve oraya gidilerek eller semaya açılır ve dua edilir. Ben bunu sanıyorum ilk kez bayram namazlarından sonra yapılan kabir ziyaretleri ile babamdan öğrenmiştim. Fakat Anıtkabir'de yaşanan kabir ziyaretlerinde, insanların mozolenin önüne gelişleri, mozolenin önündeki davranış şekilleri beni şaşırtmıştı. Bir keresinde başörtülü bir teyzenin mozoleye geldiğinde başörtüsünü başından çıkarttığını görüp çok şaşırdığım gibi birçok seferde insanların sadece kafa sallayarak mozoleyi selamlamasını garipsiyordum. Anıtkabir'e yaptığım son ziyarette ben yine mozoleye geldim ve ellerimi semaya açarak dua ediyordum. Şöyle bir etrafa bakınca insanların bir kısmının beni garip bakışlarla izlediğini farkettim. Kendimi bir anda yabancı gibi hissettim. Sanki ben başka bir ülkeden gelen bir turisttim ve insanlar bana öyle bir hisle bakıyorlardı. Ben büyük liderin ruhuna bir fatiha armağan ederken aslında çok da rahat değildim. Çünkü dua okumak için gerekli olan abdest durumu için Anıtkabir'de herhangi bir abdesthane veya bu işi görecek bir yer yoktu. Bu durumu da diğer selamlama meselesi ile birleştirince kendimce acaba burası AnıtKABİR mi, AnıtMÜZE mi diye soruyordum. Tabi bunları anlatırken aklıma Volkan Konak'ın söylediği “çorap kokulular Anıtkabir'e gitmesin” sözü de aklıma takılmıyor değil. Şarkılarını çok sevdiğim sevgili Volkan Konak bu cümlesi ile kendisine olan saygımı yitirmeme neden oluyordu. Anıtkabir'e gidebilecek veya gidemeyecek olan insanları bir sanatçı kendisinin dünya bakışı ile nasıl belirlemek isterdi? Ayrıca Anıtkabir'e girebilecek veya giremeyecek insan modelleri olabilir miydi? Mevzu Anıtkabir olduğu için aklıma bir mesele daha takılıyor. Anıtkabir'in aslanlı yol adı verilen kısmında yere döşenen taşların rastgele ve aralıklı olarak yerleştirilmesinin manasızlığı... Aslında ilk bakışta çok manidar. Düşünce o taşların aralıklarına insanların basmaması için başlarını aşağıya eğmek zorunda kalarak önlerine bakmasının sağlanmasıymış, bu da Atatürk'e giderken başın öne eğilmesi ve saygı gösterilmesi ile ilgiliymiş. Şimdi benim canımı sıkan ve anlamsız bulduğum mesele “başını öne eğmenin” zorla sağlanarak zorla saygılı bir yürüyüş tertip edilmek istenmesi. Sanki Mustafa Kemal Atatürk saygıyı haketmez veyahut zorla saygı duydurulması gereken bir insanmış gibi bir yaklaşım. Bana kalırsa insanımız ve insanlar Mustafa Kemal Atatürk'e canı gönülden büyük bir saygı duymaktadır ve esas olanda budur.

Şimdi birileri bu yazının içeriğini gereksiz bulabilir. Art niyetli olduğumu düşünebilir. Hatta bana dümdüz küfür bile edebilir. Ancak benim temel olarak anlatmak istediğim; zaten büyük olan, herkesin büyüklüğünü ve dehasını kabul ettiği, onun büyüklüğünü anlatmak ve ona saygı duydurmak gibi bir gereksinim olmayan Mustafa Kemal Atatürk'ün, onu sevdiğini, onu saydığını ve tüm insanlara onu saydırtmak gibi bir durumu misyon edinmişlerce daha çok küçük düşürüldüğüdür. Türkiye'de halen daha birileri Mustafa Kemal Atatürk üzerinden nemalanmaya çalışmakta ve hatta bu konuda gayet de başarılı olabilmektedir. Ancak bunu yapanlar sembol ve rozet Atatürkçülüğünden öteye geçemedikleri gibi Atatürk'ün en çok sevdiği milletine de hizmet noktasında hiçbirşey verebilmiş değilllerdir. Anıtkabir'e yarın birçok insan gidecektir, Ata'yı saygı ile anacaklardır.

Benim en büyük temennim; Mustafa Kemal Atatürk'ün sadece ölüm günleri ve önemli günlerde anılması yerine, Türkiye'de afedersiniz kuş pislese Anıtkabir'e koşulması yerine, ciddi anlamda anlaşılmaya çalışılması, kişiliği ve eserlerinin tartışmaya açılabilmesi ve cumhuriyeti emanet ettiği gençlerce revize edilebilmesidir. Herhalde kimse dünyanın halen daha 1938 şartlarına göre döndüğünü iddia edemeyecektir. Atatürk öldükten sonra dünya, bir sıcak savaş ve hemen akabinde uzun yıllar süren bir soğuk savaş dönemi geçirmiştir. Artık herkes takdir etmelidir ki 20. yüzyıl kafası geride kalmış ve 21. yüzyıla ulaşılmıştır. Dünya'nın etrafında döndüğü dinamikler epey değişmiştir. Mutlaka büyük lider Mustafa Kemal Atatürk geleceği de gören bir takım değerlere sahipti. Mutlaka kendisinin bıraktığı eserler bizlere ışık tutacaktır. Ancak artık Mustafa Kemal ölmüştür, kendisi Anıtkabir'de bizler için büyük bir sembol olarak yatmaktadır. Bize düşen ölenle ölmek yerine geleceğimize yön verecek eserlere imza atmaktır.

Burak YALIM 10/11/09

7 Kasım 2009 Cumartesi

"E Pluribus Unum": Sayın Obama!

İran'da yaşanan olaylar tüm dünya medyası ve özellikle batı medyasında önemli bir yer tutmuştu. İran'da yaşanan ve halen devam eden olaylar birçok kişi tarafından kaçınılmaz değişimin başlangıcı olarak gösterildi. 1979 devriminin sancıları maalesef yıllarca konuşulamamış, İran'ın içerideki olağan hesaplaşması bugüne kadar gerçekleşmemişti. Neticede tabloya baktığımızda bu verileri doğrulayacak çok fazla emare bulabiliyoruz. Bugün İran'daki olayların içinde 1979 devriminin ve sonraki sürecin ana aktörleri birbiriyle mücadele etmekteler. Seçimlere yüksek sesle itiraz eden Musevi devrimin ilk yıllarında başbakanlık, Kerrubi ise iki dönem meclis başkanlığı görevini yürütmüş isimler ve bugün protestoların başını çekiyorlar. Bu isimlere destek veren Hatemi ise İran'da iki dönem devlet başkanlığı yapmış bir isim. Tüm bu kişiler etrafında İran'da yapılan son seçimlere yönelik itiraz ve protesto göterileri devam etmektedir. Diğer tarafta ise İran İslam Cumhuriyeti Dini Lideri Ali Hamaney ve seçimlere göre yeniden Devlet Başkanı olarak seçilen Mahmud Ahmedinejad bulunmaktadır. Dini lider Hamaney seçimlerin usulüne göre olduğunu belirtirken, Devlet Başkanı olması konusunda Mahmud Ahmedinejad'ı desteklemiştir.



Ahmedinejad devlet başkanı olduğu günden itibaren İsrail ve ABD başta olmak üzere batı dünyasına karşı çok sert bir cephe almıştı. İran'ın içindeki sorunlar yerine dış tehdit algılaması üzerinden politika yürütüyordu. Batı karşıtlığı ile bir bakıma ciddi bir destek topluyordu. Çünkü geçtiğimiz dönem ABD'nin İran'a ne zaman ne şekilde saldıracağına ilişkin senaryolar ve dedikodular ile tamamlanmıştı. Dolayısıyla İranlıların böyle bir tehdit algılaması varken içeride ne gibi sorunları olduğunu konuşamamaları normaldi. Bu durum ABD başkanlık seçimleri ve Barack Obama'nın ABD başkanı olması ile değişti. Değişim mesajları ile ABD Başkanlık koltuğuna oturan Obama yüksek sesle İran'a zeytin dalı uzatıyor ve İran'ın savaşla değil diplomasi yoluyla kazanılacak bir dost olduğunu ileri sürüyordu. Obama'nın Türkiye ziyaretindeki konuşmasında İran'a uzattığı dost eli ve Nevruz bayramında yayınladığı barış temalı kutlama mesajı, İran'da mevcut dış tehdit algılamasını yavaş yavaş kırmaya başladı ve İranlılar içerideki ekonomik ve sosyal sorunları konuşma fırsatını ele geçirdiler. Tüm bu verilerden sonra İran'ın bugün içinde bulunduğu sürecin ABD başkanlığının değişmesi ile başladığını düşünürsek çok da yanılmış olmayız. Neticede ABD Başkanı Barack Obama'nın Kahire'de yaptığı konuşmada da islam dünyasına dost elini uzatışı ve demokratikleşmeye yaptığı vurguyu unutmamak gerekir. ABD'nin İslam ile savaşta olmadığını vurgulayan Barack Obama, bir anlamda Ahmedinejad'ın dış politika algısında İslam düşmanlığı üzerinden yaptığı primi elinden alıyordu. Obama'nın kadınların eğitim hakkı ile ilgili söylemleri ile İran sokaklarındaki protestolarda yer alan kadınların yoğunluğu arasında bir bağ kurmak sanırım çok da paranoya olmasa gerek.



Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi İran'da yaşananlar Batı tarafından demokrasi yolunda ciddi adımlar olarak algılanmaktaydı. Ortadoğu'ya demokrasi getirmek üzere Irak ile başlayan süreç İran'da bir rejim veyahut iktidar değişikliği ile mi sürdürülmek isteniyor? Niyetim klasik ABD düşmanlığı yapmak ve herşeyin altında bir ABD eli aramak değil. Ortadoğu'ya demokrasiyi getirme telaşı batının çok uzun dönemdir dillendirdiği bir şey. Nitekim Lübnan'daki Hizbullah muhalefetine karşı başlatılan Sedir devrimi de batı medyasında çok ilgi uyandırmıştı. Ancak tüm bunların yanında İşgal altındaki Filistinde, Hamas 'ın kazandığı ve demokratik olduğu düşünülen seçimler itibar görmedi. Aksine Hamas terör örgütü olarak addedildi. Bunun yanısıra nedense Ortadoğuya ve arap dünyasına ihraç edilmeye çalışılan demokrasi, ABD güdümündeki Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün ve Mısır gibi demokrasiden nasibini almamış ülkeler için konuşulmuyor. Suudi Arabistan ve Ürdün halen daha monarşi ile yönetiliyor, Mısır'da ise adı sözde cumhuriyet olan ve 1981 yılından beri Hüsnü Mubarek'in cumhurbaşkanlığında devam eden bir yönetim anlayışı var. Bunlarla birlikte bir çok arap hükümetinin siyasi parti kurulmasına bile karşı olduğu bilinen bir gerçek. Hatta Mısır'daki parlamento ve başkanlık seçimleri hileye sahne oldu ancak bu durum batı dünyası ve medyasında ilgi uyandırmadı.



Tabi burada herşeyin sorumlusu olarak birilerini göstermek de doğru olmaz. Netice itibariyle sokaklara dökülmek konusunda İranlılar gibi diğer arap ülkelerinin halkarı da hevesli olabilmeli. Ortadoğu'da demokratik devletler görmek ve halkın refah düzeyinin yükseldiğini görmek elbette olumlu gelişmeler olacaktır. Ancak bu konuları tartışırken 21. yüzyıl dünyasında 4 milyar insanın açlık sınırında olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. BM çatısı altında Afrika Kıtasındaki halklar için birşeyler yapılmaya çalışılması, Afrika yılı, Kalkınma yılı vb. organizasyonların pek de yeterli olmadığı ortadadır. Afrika'da halen daha açlıktan çocuklar ölürken oraya buraya demokrasi götürmenin insanlığa ne denli hizmet etmek olduğu tartışılmalıdır. Muhakkak devletler çıkarları ile yaşamaktadır. Elbette fakirlik ve yoksulluk tek bir devletin mücadelesi ile değişmeyecektir. Ancak dünyanın komutanlığına soyunmak ve bunu yaparken İslam Dünyası ile dostluk kardeşlik mesajları vermek yeterli değil icraat gerekiyor. Başka ne diyor Barack Obama: “Dünyanın her bir köşesinden, her bir kültür sayesinde şekillendik ve kendimizi tek bir fikre adadık: E pluribus unum: Yani, çoktan tek.” Evet çoktan tek olabilmek için mücadele edebilmek gerekli. Arabıyla, Amerikalısıyla, İranlısıyla, Afrikalısıyla, Asyalısıyla ve bizim ülkemiz gibi arada kalmışlığımızla, hep birlikte çoktan tek olan İNSAN için mücadele edebilmek...
 
1/7/2009

İran - Türkiye Senkronizasyonu: "Tamamen Duygusal"

Revaçta, “Belge” meselesi ve “İran” karmaşası var. İkisinin de birbiri ile farklı ve benzer yönleri olduğunu düşünüyorum. Belge kimin belgesi, doğru mu değil mi diye tartışmak yerine böyle bir gündeme sahip oluşumuzun henüz demokrasi anlamında nerelerde olduğumuz gerçeğini gösterdiğini düşünmekteyim. Peki ya İran'da ortaya çıkan “seçimler sahte” tartışmaları ve kanlı olaylara dönüşen seçim protestolarına ne demeli? Acaba bu iki örnek bize ne kadar benzer olduğumuzu göstermiyor mu?

İran özelinde demokratik bir ülkedir. Çünkü İran ortadoğunun en demokratik ülkelerinden birisidir. Lübnan, Filistin, Irak gibi ülkelerin yanında İran demokrasisinin hatrı sayılır bir yeri vardır. Türkiye ise bölgesindeki en demokratik (!) ülkedir. Her ne kadar darbelenmiş de olsak, halen daha darbe günlüklerini konuşuyor da olsak bizim demokrasimizin de İran'a nazaran hatrı büyüktür. Fakat dikkat çekici bir nokta batının bu iki tür demokrasiye yaklaşımıdır. Türkiyedeki cumhuriyet mitingleri, muhafazakar-islamcı iktidarı dengelemek isteyen Laik, Cumhuriyetçi grupların gösterileri, tepkileri olarak yansıtılıp, iktidarın önünün kesildiği söylenirken, İran'daki reformistlerin sokaklara çıkması demokrasinin en güzel örneği olarak algılanmaktadır. Sanırım “batı” bu işi de yine işine geldiği gibi algılamaktadır. Burada dikkat çeken bir noktada İran'da yaşananlara ses çıkarmayan ABD yönetimidir. ABD'nin ses çıkarmasının normal olduğunu düşünmemekle birlikte alışılagelmiş demokrasi, insan hakları v.s. çağrılarını duyamamak aklımı kurcalamaktadır. Obama'nın değişim sinyallerinin ve İslam dünyasına yaptığı şirinliklerin arkasında acaba birşeyler mi var? Özellikle Obama'nın “İran'a dost elini uzatıyorum ama kayıtsız da kalamam” sözleriyle birleştirdiğimde tablo hayli düşündürücüdür. Neticede İran, ABD'nin Obama'dan önceki en büyük tehdit olarak gördüğü ülkelerden biriydi. Hatta G.W.Bush şer üçgeni tanımlamasına İran'ı sokmuş ve Bush döneminde sürekli ABD İran'a ne zaman askeri müdahale yapacak sorusu tartışılmıştı. Başkanlık değişimi ile birlikte ABD İran'a zeytin dalı uzatmış ancak elle tutulur herhangi bir yanıt alamamıştı. Belki de Obama'nın sessizliği İran'da ki Musavi yanlılarının sesinin daha çok çıkmasına neden oluyor. Bunun da klasik paranoya ile bilinçli yapılan bir şey olduğunu düşünmek anormal olmasa gerek. Türkiye'de de bir zamanlar yönetim böyle değiştirilmemiş miydi? İki grup ellerinde silahlar ile birbirine girmişken büyük(!) ordumuza vazife düşmüş ve yönetime el konulmamış mıydı? Dışarıdan yapılacak bir mudahale yerine içeriden yapılan müdahaleler her zaman için kamuoyunu yanına alabilir. Nitekim ABD'nin uzun zamandır planladığı söylenen İran müdahalesi de bu şekilde yapılıyor olabilir.

Türkiye'de bugün konuştuğumuz darbe planlarının başarısızlığı da dış desteği bulamamış olması değil mi? Az önce belirttiğim gibi batının Türkiye'de yapılmış ve yapılan cumhuriyet mitinglerini iktidarın önünü kesmek olarak algılaması ile İran'da yapılanları demokrasi gösterisi olarak algılamasının ilintisiz olduğu düşünülemez. Türkiye'de yapılacak bir darbe batının işine gelmiyor. Buna mukabil İran'da ise reformistlerin çabaları sessizce ve Obama'nın “İran'ın içişleridir bir şey söylemem doğru olmaz” kabilinden açıklamaları ile destekleniyor.

Peki bunca şey yaşanırken biz sade vatandaş olarak bu işlerin neresinde yer alabiliyoruz? Mantığımıza yatan taraflardan birine destek veriyor ya da hiçbirini önemsemeyip eve götürebildiğimiz ekmeğin derdine düşüyoruz. Ama neticede önemsemediğimiz olaylar bizim evimize götürdüğümüz ekmeğin fiyatını belirliyor. İran veya Türkiye'de yaşananlar salt düşünce farklılıklarından kaynaklanan mücadeleler değildir. Bu işin sonundaki pasta payı herkesin ağzını sulandırmaktadır. Yani mesele tamamen duygusaldır(!). En özelinde Türkiye'de yaşanan Devrimci – Karşıdevrimci mücadelesi pastadan kimin ne kadar pay alacağı ile ilgilidir. Yıllardır pastayı tek başına pay edenler şimdi bir başkasının bunda söz sahibi olmasından rahatsızlık duymaktadır ve biz demokrasi teorisine sıkı sıkı sarılmadıkça, açık toplum olma yolunda adım atamadıkça, bu mücadelede etkisiz eleman rolünü oynamaya devam edeceğiz.



Burak YALIM 23/06/09

30 Ekim 2009 Cuma

Darbe'ye Darbe İndiren Sözde Demokrasi

Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelişinden bugüne kadar vesayet rejimi (Askeri Dikta) konusunda Türkiye her yeni günde önemli ve demokratik gelişmelere doğru adım atmıştır. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği makamının sivilleşmesi ile başlayan süreç, en son askerlere sivil yargı yolunu açan anayasa değişikliği ile devam etmektedir ve dikkat edildiğinde artık askerler de eskisi gibi canları sıkıldığında basın ve medyayı karşılarına alıp açıklama yapamamaktadır. Türkiye'nin demokratikleşmesine dair atılan bu adımların ardında hep alkış tutanlardan biri olarak sürekli "şeriat mı istiyorsun", "rejim ile ilgili sorunların mı var" şeklinde sorulara (hatta soru değil baskılara) maruz kaldım.
Türkiye kurulduğu günden itibaren "cumhuriyeti koruma ve kollama" cümlesinin ardına gizlenen bir askeri vesayet altında bugünlere ulaşmıştır. Nitekim 1960'tan başlayarak günümüze kadar gelen ve en son günümüz şartlarına uyarlanmış şekliyle (post-modern) 27 Nisan E-Muhtırası ile sonlanan ve devamının olmamasını dilediğimiz asker müdahaleleri demokrasimize sürekli olarak darbeler indirilmiştir. Artık inanıyorum ve temenni ediyorum ki "askeri darbe" Türkiye'de yaşayan ezici çoğunlukça meşru kabul edilmeyen bir yöntemdir. Keşke ezici çoğunlukla meşru kabul edilmeyen tabiri yerine Türkiye'nin tamamı diyebilme şansımız olsaydı ancak en son "irtica ile mücadele eylem planı" olarak aylar önce medyaya yansıyan ve "kağıt parçası" olduğu dile getirilen belgenin de gerçekliği tespit edildiğine göre, TSK içinde halen daha "darbe" kavramının meşru algılandığını görüyoruz. Darbenin ordu içinde meşru kabul edilmesinin bir anlamda kabul edilebilirliği olduğunu anlayabilmek için Türkiye Siyasi Tarihi'ne bakmak yeterlidir. Bizim daha büyük endişemiz bu duruma çanak tutan ve destek verenlerin varlığı ile ilgilidir. Nihayetinde ordu içindeki darbe yanlılarının varlığı, yıllardır süregelen geleneğin kırıntıları olarak adlandırılıp bunlar yeri geldiğinde temizlenebilir ancak "zihniyet" olarak halen daha darbeyi kabullenenlerle nasıl mücadele edeceğiz? Zaman akışı mutlaka bu darbe yanlısı zihniyeti de temizler diye düşünerek umutlarımızı arttırmak mümkün ancak darbenin ikamesinin demokrasi olarak Türkiye siyaset zeminine ve Türkiye toplumsal yaşamına yansıması ne zaman olacak?
Yukarıda sorulan son sorunun altında yatan nedenler, tıpkı yıllardır ürktüğümüz darbe planları ve darbeciler gibi bir başka gücün de demokrasi özlemimize set vurduğuna işaret edebilir. Gündemdeki Albay Dursun Çiçek imzalı "irtica ile mücadele eylem planı" adlı belgenin aylar sonra birileri(!) tarafından davanın bakıcısı olan Ankara Cumhuriyet Savcılığına değil de İstanbul Cumhuriyet Savcılığına gönderilmesinin altında yatan nedeni sorgulamak isteğimiz, mevcut egemenin de yarınlarımızda görmek istediğimiz "demokrasi" ile ilgili sorunları olup olmadığına dair kendimizi emin kılmak isteğimizdendir. Konuya ilişkin aynı amacı taşıyan başka soru ise "belgenin neden bu kadar zamandır ortaya çıkmadığı ve anlaşıldığı üzere bir askerin elinde bulunmasına rağmen neden vaktinde gerekli makama teslim edilmediği" şeklindedir. Her ne kadar Deniz Baykal beyefendinin bu konuya ilişkin masum bir yanı olmadığını biliyor olsak da, kendisinin son vakaya ilişkin söylediği "zamanlama" meselesinin ardında başka nedenler mi vardır? Demokratik açılım meselesinin hayli karışık bir halde devam ettiği ve şehit aileleri ile gazilerin sinirlerinin yüksek dozda yıprandığı son dönemde acaba TSK'nın tavrının belli başlı nedenlerle kontrol altına alınması mı gerekiyordu? Sorular benzer meallerle arttırılabilir. Sorulara verilecek cevapların ise tatmin edici olmaması ve hatta henüz bu gibi sorulara binaen açıklama yapılmamış olması, "darbe" lafından ürktüğümüz gibi "sivil otokrasi" kavramına karşı da korkularımızı arttırıyor. Konu ile ilgili az da olsa geçtiğimiz hafta tanıtımı yapılan bir gençlik projesinin iktidar partisinin gençlik kolları toplantısında, "üniversitelerde çok zayıfız ve bu proje ile 'inşallah' üniversitelere de hakim olacağız" şeklinde yorumlanması ise kaygılarımızın çok da yersiz olmadığına işaret etmektedir.
Türkiye'de kutsallar (din-bayrak-milliyet-vatan-mezhep-cemaat v.b.) üzerinden siyaset ile yıllarca, "anadolulu" diye anlandırdığım milyonlarca insanımız emeklerinin karşılığını alacaklarına inandırılmış ancak her seferinde olan yine anadolulu insana olmuştur. Türkiye'nin seçkin elitist kitleleri iktidarda olmadıkları zamanlarda bile bürokrasi nimetiyle semirirken, "anadolu", yine anadolu içinden çıkan ve anadolulu rolü oynayanlarca adeta sömürülmüştür. Bugün ise tüm kutsalları bir kenara koyarak siyaset yapmaya çalıştığını iddia eden bir siyasi iktidar mevcuttur. Bu siyasi iktidarın en çok kullandığı söylemlerden biri "milli irade" ikincisi ise "demokrasi ve demokratikleşme" şeklinde hafızalara kazınmıştır. Demokrasi ise öyle kolay bulunası bir nimet olmadığı gibi doğulu toplumlarda tezahürü çok geç kalan bir anlayıştır. Doğu halkları üzerinde uygulaması gayet zor ama gerekli olan demokrasi anlayışının ısrarla dile getirilişi umut verici olduğu gibi çok manidardır. Nitekim söz ile eylem farkı göz önüne alındığında bizim ülkemizde "sözde demokrasi" olduğuna dair örnekler haddinden fazladır. Sözüm ona darbeye karşı darbe indirenlerin demokrasi anlayışlarının zayıflığı da maalesef geçtiğimiz 7 yıl uygulamasında görülmüştür. Evet "darbe istemiyoruz" ve hayır bazıları gibi "şeriat getireceksiniz" de demiyoruz. Bizim korkumuz, darbe üzerinden hareketle sözde demokratik imparatorluğunuzu kurma girişiminizdir. Ve unutulmaması gereken bir laf vardır, "kişi ağzına doladığı laftan yana zaafa sahiptir". Sayın Başbakan'ın da ağzına en çok doladığı kelime, DEMOKRASİ'dir...