16 Eylül 2010 Perşembe

Referandum, MHP ve Ülkücü Düşünce


Referandum süreci çok gergin geçerken en çok anlamadığım ve yadırgadığım tavrı MHP sergilemişti. Genel Başkan Sn. Bahçeli liderliğinde MHP’nin yürüttüğü “hayır” kampanyasının mutlaka elle tutulur bir yanı olduğuna inanmak istiyordum. Çünkü 22 Temmuz 2007 seçimleri akabinde gerek “367” saçmalığının aşılmasında gerekse üniversitelerde kılık kıyafet özgürlüğüne ilişkin Ak Parti ile birlikte hazırladıkları anayasa değişikliğinde oynadığı yapıcı rol ile MHP halkın talep ve istekleri ile doğru paralelde politikalar yürütüyordu. Ayrıca MHP’nin Sn. Bahçeli’nin genel başkan seçilmesi ile birlikte mafya – çete – sokak kabadayılığı üçgeniyle olan mesafesini büyütmesi de MHP’nin değişime olan yakınlığını simgeliyordu. Ancak ne olduysa oldu ve MHP özellikle 2009 mahalli seçimleriyle birlikte adeta tanınamaz bir çizgiye kaymaya başladı. Milliyetçi muhafazakâr düşünce zemininden daha çok Kemalist – Ulusalcı laik çizgiye yakınlaşan MHP, CHP siyasetinin içine doğru çekilmeye başlamıştı. Ak Parti’den kurtulmak pahasına bir CHP-MHP koalisyonu kamuoyunda konuşulurken hiçbir MHP kurmayı buna itiraz etmiyordu. Yılların geleneksel çözüm üreten MHP siyasetinden eser kalmadığı gibi sırf muhalefet etmek maksadıyla üretmeyen ve önermeyen bir MHP üslubu ile karşı karşıyaydık. Doğal olarak Başbakan MHP’yi CHP’nin ruh ikizi olarak nitelemekten geri durmuyor ve eline geçirdiği fırsatla MHP tabanı olarak algılanan  - öyle olmamalı -  ülkücü kitlelerin sempatisini kazanmaya başlıyordu. Ülkücülerin doğal MHP üyesi sayılmasının yanlış olduğunu daha lise yıllarındayken arkadaşlarımızla tartıştığımızı hatırlıyorum ve vardığımız kanı her zaman için “ülkücüler MHP’li olabilir ancak MHP’lilerin hepsinin ülkücü olduğunu söylemek doğru olmaz” şeklindeydi. Ve bugün referandum süreciyle birlikte bu gerçek ortaya çıktı.
            Lise yıllarında ülkücülüğü çeşitli kaynaklardan özünde çok yakın olan ancak çeşitli yerlere yorumlanabilecek şekilde öğrenmiştik. Ülkücülük bizlere göre yaptığın işte en iyisi olabilmekti. Ama eğitimde ama iş hayatında insanlarımızın, özellikle mazlumların yararına ve toplamda ülkemizin menfaatlerine hizmet edebilmekti birçoğumuzun buluştuğu ortak nokta. Bu anlayışa ulaşırken Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti diyorduk. Neden sonra anladık ki kimse menşeini belirlemek lüksüne sahip değildi. Önemli olanın yaşadığı memleket faydasına yaşam sürebilmek olduğu şeklinde evrildi düşüncelerimiz. Adının ne olduğu çok da önemli değildi. Kürt olur, Laz olur, Boşnak olur, Ermeni ve Rum olur… Çünkü idrak ettiğimiz başka bir şey daha vardı. Ülkücü düşüncenin de yaşayan bir varlık olduğuna inanmıştık. Zamanla ve değişen dünya şartları ile birlikte mutlak surette kendimizi yenilemeliydik. Eğer bu topraklarda Türk ve Müslüman olmayan kitleler yaşıyorsa ve bu ülkeye bağlılık hissetmelerini istiyorsak tanımımızı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı gurur ve şuuru, din ve mezhepsel inançlara saygı fazileti olarak değiştirmeliydik. Çünkü nihayetinde ortak talebimiz bu ülkenin müreffeh ve dünya devletler sahnesinde sözü itibar gören güce sahip olmasıydı. Şimdi sorduğumda hiçbir ülkücü kendisini yukarıdaki ortak talebin dışında hissettiğini söyleyemez. İşte tam da bu nedenle kendilerine bağımsız ülkücüler diyen bazı bilinen isimler referandum sürecinde “evet” oyu vereceklerini açıkladılar diye düşünüyorum. Tabii bu açıklama MHP yöneticileri ve başta genel başkan Bahçeli’yi fena halde rahatsız etti. MHP’li yöneticilerin esas rahatsızlığı ise Başbakan’ın ülkücü camiaya yönelik mesajları ile onları adeta sahiplenişiydi. İnanıyorum ki bu açıklamaların ülkücü tabanı ciddi şekilde etkileyip MHP’nin “hayır” cephesine zarar vereceğini Sn. Bahçeli’de biliyordu. Fakat es geçtikleri temel gerçek MHP’li olmak ile ülkücü olmak arasında farklar olduğuydu. MHP’li olmak bir siyasi partinin temel politikaları doğrultusunda hareket etmekti ve partinin dinamikleri dışına çıktığınızda mutlak surette dışlanmaktan başka yol yoktu. MHP kendini değiştirmiş yahut değiştirmemiş bu çok da önemli değildi. Ancak ülkücü olmak dünyayı okumakla, dünya dinamiklerine göre kendini yenilemekle ve herhangi bir iradeye değil yaşayan bir düşünceye bağlılıktı. Dolayısıyla hep söylediğimiz gibi MHP’liler ülkücü olabilirdi ancak ülkücüler MHP’li olmak zorunda değildi. Ülkücü olmak partizan olmak yerine yukarıda da bahsedildiği gibi “Ama eğitimde ama iş hayatında insanlarımızın, özellikle mazlumların yararına ve toplamda ülkemizin menfaatlerine hizmet edebilmekti.” Dolayısıyla siyasi tercihlerinde ülkücüler bu düsturu benimseyeceklerdi. Ve referandumda da bu yaşandı. Aksini iddia edenlerin MHP’nin oy potansiyelinin yüksek olduğu Erzurum, Yozgat, Çorum, Kayseri, Osmaniye gibi illerde çıkan oy oranlarına bakmaları ve iyi bir değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Sanıyorum sağlıklı bir değerlendirme yapılırsa ülkücü ile MHP’li arasındaki farkın da idrak edilmesi mümkün olacaktır.
            Referandum sonrası MHP’den yapılan açıklama bu farkın idrak edilmediği gerçeğini ortaya koyuyor. Türkiye’nin karanlık bir döneme girdiğinin söylenmesi referanduma “evet” veren ve kendi tabanı olduğunu iddia ettikleri ülkücülerle ciddi fikir ayrılığı yaşadıklarını ve aslında MHP tabanında yer alan ülkücülerin de kaybedildiğini gösteriyor. Bu anlayış ile MHP’nin önümüzdeki genel seçimlerde hali hazırda gördüğü yaklaşık %8–9 oranındaki ülkücü oylarında büyük bir kayıp yaşanarak MHP’nin baraj sorunu yaşaması ihtimalini doğuruyor. Önerimiz Sn. Bahçeli’nin etrafındaki ulusalcı laik Kemalist akıl hocalarına çok da kulak asmamasıdır. MHP bu ülkenin köklü bir siyasi partisi olduğu gibi kendini revize etmeyi becerdiği sürece siyaset sahnesinin önemli aktörlerinden birisidir. Soğuk Savaş algısı içerisindeki diplomat eskileri ve ülkücülüğün yaşayan bir düşünce olduğunu idrak etmeyi bırakın kenarından geçemeyen kurmayları Sn. Bahçeli ve Türkiye Siyaset sahnesinin önemli bir aktörü olan MHP’yi bir zamanlar ANAP, DP ve DSP’nin yaşadığı kaçınılmaz sona doğru itmektedir.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Demokrasi Treni

Bu bir 13 Eylül yazısıdır. Türkiye Cumhuriyeti tarihine bir dönüm noktası olarak yazılacak olan ve umuyorum ki geriye dönüp okudukça tekrar tekrar mutluluk duyacağım bir yazı.  Kara Eylül’ün üzerinden geçen 30 yıllık süreçten sonra, bir referandumun ertesinde, “hayır”, “evet” ve “boykot” diyenlerin tamamının oluşturduğu aydınlık bir sabahı yaşıyoruz. Bunu ben değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı söylüyor. Sözde mi özde mi acaba diye soranlar olacak mutlaka, özgüven eksiği yurdumda bir başkasına güvenmeyi beklemek çok kolay değil, bu kişi Başbakan olsa bile. Siyaset o kadar kirli, o kadar düzenbazlık, o kadar hile hurda, o kadar inançsızlık ve o kadar omurgasızlık demek bu memlekette. Ama ile başlayan bir cümleyi kurmak ve siyasetin olumlu, umut verici bir yanını dillendirmek dahi çok kolay değil. Ama ilk kez bir başbakan bu kadar açık ve net, bu kadar samimi bir dille sahipleniyor ve kucaklıyor herkesi. Zafer sarhoşluğundan mı acaba diyorsunuz, gerçekten mi diye soruyorsunuz içten içe… Ya yarın da gömleği değiştirecekse, ya bu demokrasi söylemleri “araç” olduğu için böyleyse diye şüphe ediyorsunuz. Şüphelerinizi de anlamak güç değil. Çünkü yine bu memleketin siyasetçisiydi ümitlerimizi çalan. Din dediler, bayrak dediler, Atatürk dediler, benim memurum işini bilir dediler ve daha nicelerini söylediler ama ne değişti ki şimdi değişsin diyoruz belki de. Üzerimizde sanıyorum yılların yorgunluğu ve yıpranmışlığı hâkim ve maalesef bu yıllanmışlık sanki biz gençlere bile sirayet etmiş durumda.  Gerçekten güvenilecek, herkese sadece insan olduğu için değer verecek, ülkenin tüm vatandaşlarına sahip çıkacak bir yer gösterseler, kuşkusuz orada buluşacağız hepimiz. Nasıl ki basketbol milli takımımıza sonuna kadar güveniyoruz, nasıl ki milli futbolcularımıza kuşkusuz arka çıkıyoruz, bunu yapabilecek bir hükümete, seçilmiş iradeye de ihtiyacımız çok fazla. Peki, bu mümkün değil mi?
 
12 Eylül 2010 günü yapılan referandumla birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının %58’lik “evet” oyu ile yukarıda bahsettiğim düzeni gerçekleştirme şansı Ak Parti iktidarına verilmiş durumdadır. Başbakan Erdoğan’ın yıllar önce dillendirdiği “demokrasi treni” işte bugün onun ve teşkilatının makinistliğindedir ve bugünden sonra demokrasi trenimizin hızı ve ilerlemesi yönünde “önümüzde engeller var” gibi bir bahane ortada kalmamıştır. Başbakan’ın referandum sonuçlarını değerlendirdiği ilk konuşması ise “demokrasi treni” nereye gidecek nasıl gidecek gibi sorulara cevaplar vermektedir. Başbakan konuşmasında “13 Eylül bir milattır”, “yarından itibaren çalışmalara başla Burhan bey”, “önemli ama yeterli olmayan iyi bir başlangıç” ifadelerine yer verirken “yeni sivil anayasa”nın ivedilikle yapılacağının işaretini vermiştir. Başbakan sadece bu mesajı vermekle kalmayıp ayyuka çıkan uzlaşı talebini de göz önünde bulundurarak referandum öncesinde yaşanan gerilimleri işaret ederek hem kendisine ve partisine ithafen söylenen sözler için hakkını helal etmiş hem de kendisinin söylediği sözler için özür dilemiştir. Başbakan bu hareketi ile ivedilikle yeni bir anayasa yazma hedeflerini ortaya koyarken bir yandan da gerekli uzlaşı ortamının oluşması için tevazu ve özveri göstermiştir. Özür dilediği ve hakkını helal ettiği cümlelerin ardından tüm siyasi parti liderlerini işbirliğine davet etmesi de uzlaşı zemininin oluşturulması için Başbakan tarafından atılan olumlu diğer bir adım olmuştur. Başbakan’ın bu olumlu yaklaşımları ile birlikte demokrasi treni için örnek bir makinist profili çizdiğini söylemek zor olmayacaktır.
 
13 Eylül 2010 Türkiye’nin demokrasi treni’nin raylara indiği gün olabilir. Bu fırsat Başbakan’ın ve teşkilatının önlerine sunulmuştur. Bu günden sonra atılacak her adımda Başbakan ve teşkilatı daha büyük sorumluluklar taşımaktadır. Artık ne asker ne de yargı vesayetinden bahsetmek mümkün olmadığı gibi tüm kesimlerce benimsenen yeni bir anayasa isteği ortada dururken, muhalefetin “görüşmeyiz, istemeyiz” gibi demokrasi yolunda raylara engel koyacak hamleler yapması da mümkün değildir. Dolayısıyla demokrasi treninde makinist koltuğuna oturan Başbakan’ın orada oturacağı süre ve samimiyeti önümüzdeki süreçte treni güzergâhından çıkarıp çıkarmaması ve ileri dönük hızı ile hesaplanacaktır. Muhalefetin önünde ise iki seçenek bulunmaktadır. Ya demokrasi trenine itici güç olup Başbakan’ı koltuğunda rahat ettirmeyecekler ya da raylara bomba döşeyerek siyasi varlıklarını sona erdireceklerdir. Referandumdan çıkardığımız önemli bir sonuçta Türkiye Halkı’nın demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, hak ve hakkaniyete olan özlemidir. Artık merkez çevreyi dilediği gibi şekillendiremeyecektir. Merkezi belirlemek isteyen, bu konuda somut talepleri olan bir çevre ile karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Bu durumda da muhalefetin sonuçları doğru okuyup Türkiye Halkı’nın talepleri doğrultusunda politikalar benimsemesi gerekmektedir.
 
Referandum öncesi son yazımda %58-62 arasında bir "EVET" ile "kapsamlı başlangıç" demiştim. Birinci adım gerçekleştiğine göre şimdi kapsamlı başlangıç sürecindeyiz diyebiliriz.

Not: Referandum süreci birçokları gibi benim için de yer yer gergin ve yüksek sesli konuşmalar eşliğinde geçti. Şahsıma yapılan tüm hakaret ve ithamları geride bıraktığımı, bu anlamda herhangi bir hesabımın olmadığını belirtmek isterim. Sürç-ü lisan edip kırdığım yahut üzdüğüm herkesten tüm kalbimle özür dilerim.  
  

4 Eylül 2010 Cumartesi

Bizim Sokağın Halleri

    Bizim sokak için söylenecek çok uzun lafzımız yok. Seneler evvel yaşanan bir olaydan ibretle girelim konuya.
     
 O zamanların tebaası yani bugün deyişiyle vatandaş çıkmış meydana bağırıyor: “Şarap haram, şarap haram, şarap haram…”
    
 Tırnak içerisinde çağdaş, modern bir zat-ı muhterem cevaben: “ Be adam üzüm helalse şarap neden haram?”
    
 Bu cevaba diyecek pek bir şey olmadığını sanan modern, çağdaş insan kişisine cevap tokat gibi geliyor. Pek bir şey bilmediği düşünülen tebaa kişisi: “Muhterem o zaman sana karın helal de kızın neden haram?”
    
 Sokakta, hani bizim sokak dediğimiz yerlerde dolaşıyorum. Konu elbette referandum ve birisi bir kâğıt uzatıyor, “buyur Reis sana da verelim, senin de bir “hayır”ın olsun” diyor. Neden diye sormanın lüzumu olmalı, bir kahvenin bile hatırı olduğuna göre diyerek yakınlaşıyorum konuya. Detaya gerek yok, mevzu bahis değişiklik “pentagonda hazırlandı” diyor.
    
 Sokakta dolaşmaya devam ediyorum ve konu hiç değişmiyor. Bir muhterem yine aynı tavırla konuşurken şahit oluyorum. “Recep Tayip Erdoğan boynuma bıçak dayasa “evet” demem” Pas geçme hakkım olduğunu düşünerek yürümeye devam ediyorum. Ne de olsa sokak epey uzun ve konu muhtemelen hep aynı. Biraz daha adımlarım ilerliyor, birisi dedikodumu yapmakta, “Bizim Burak “evet” diyecekmiş, yazık, yazık, yazık…” Konuya girmek istiyorum ama biliyorum yüzüme söylenmediğine göre, bu konu arkamdan konuşulası bir şey.
    
 Yürümekle yollar aşınmaz demiş ya Demirel, ben de devam ediyorum yürümeye ve tabiî ki düşüncelere dalıyorum. Az önce şahit olduklarımın içinde ben neredeyim? “Burası bizim sokak değil mi yahu” diye sorguluyorum kendimce her şeyi. Ve aklıma geliyor seneler önceki mesele, “şarap haramdır, üzüm haram değilse şarap neden haram ve tokat gibi cevap “karın helalse kızın neden haram”…
    
  “Bir cahil diye bağırdığı zannı ile adama müdahale eden devletlü zat-ı muhterem tokat gibi bir cevap almıştı seneler evvel” diyorum içimden. Şimdi acaba tokat gibi cevap kime kim tarafından ne şekilde verilecek. Bizim sokağın halleri biraz karışık bu ara ama benim duruşum net. “Evet” diyorum demokrasi inancıyla, yetmez diyorum ama yetebilecekleri görebilmek için “evet” işaretliyorum. Ama sevindiğim mesele şu, eskiden sokakta konuşanlar belliydi, şimdi ise herkes konuşuyor. Söz gümüşse sukut altın bile olsa, o evreye geçene kadar en azından herkesin konuşabilme cesaretini kutluyorum.
 
(Herkesin Kadir Gecesi Mübarek Olsun)