19 Mayıs 2014 Pazartesi

Eleştirerek Sahip Çıkma Zamanı

Yasımız devam ediyor ama ateşin düştüğü yerin dışında hepimiz üç-beş bilemediniz 15 gün sonra normalleşeceğiz. Aklımızda "Soma" olacak fakat hiç birimiz kayıpları olan aileler gibi bir ömür ve aralıksız, yaşamımızın her yerine sirayet edercesine yaşamayacağız bu acıyı. Yapılacak tek bir şey var; devletin tüm imkanları ile dul ve yetim kalanlara destek olması, onların en azından maddi ihtiyaçlar açısından kayıplarını hissetmelerini engellemesi.

Yaşadıklarımız her birimiz için birer imtihan mahiyetinde. Oturup üzerine defalarca düşünmek zorundayız. En azından işaret parmağımızla sorumlu gösterirken aynaya bakmayı da ihmal etmemek gerekiyor. Dürüst olmak zorundayız. İçimizde kaç kişi memleketin sorunlarını düşünürken "madencilerimiz, madenlerimiz" diye aklından geçirmişti? Hangimiz bir maden ocağında check-in yapmıştı? Bireysel olarak veya kurumsal olarak, her türlü öz eleştiriyi yapmakla mükellefiz. İşçi sağlık ve güvenliği konusunda kaç tane sempozyum düzenlendi, kaç kere bu konu üzerine anket yapıldı? Ankara'nın parlak zeminli, geniş koridorlu binalarını gezmeye, görmeye ve şık takım elbiseli koltuk sahipleri ile tanışmaya giderken; Dışişleri Bakanlığı, Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, TBMM, Çankaya Köşkü, siyasi parti merkezleri dolaşılırken bir işçi sendikasını ziyaret etmemiş olmamız elbette bugün yaşadığımız facianın sorumluları arasına koyuyor bizleri.

Yerel yönetimleri konuşmayı, ülkeler arası ilişkileri tahlil etmeyi, yaz-kış kampları organize etmeyi, Ankara Eğitim Gezileri tertiplemeyi bilen, beceren insanların memlekete katkı sunacağız, kendimizi yetiştiriyoruz derken işçilere, işe, emeğe, madene, iş kazalarına, standartlara adeta lüzumsuz bir konu gibi yaklaşması gerçeği değişmediği sürece, yani topyekün bir zihniyet değişimi yaşanmadıkça bu faciaları farklı sektörlerde, farklı şekillerde yaşamamak mümkün değil.

Aslında burada öz'ümüzden uzaklaşmamak gerçeğiyle karşılaştığımızı görmek gerekiyor. Kendi baba ve annelerimizin çalışma koşulları üzerinden, yahut bir nesil geriye gidip dede ve ninelerimizin yaşam tecrübeleri ve ortak paydasından düşünmek gerekiyor sanırım. Hızlı kalkınmanın ve zenginleşmenin getireceği farklı ve iyi olmayan sonuçlar olabileceği ihtimaline kafa yormak lazım biraz. Evet zaman zaman bizlerden akıllı olan telefonlarımızdan tutun 21. yüzyılın bilmem kaç türlü harikalığından, güzelliğinden istifade ederken sağa ve sola bakamayacak kadar körleşmeyi sorgulamamız gerekiyor herhalde.

Öz'den uzaklaşmamanın, Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın harikulade deyimiyle "76 milyon yaralı değilmiş bir kişiyi çıkarın" sözlerinde tecessüm eden ve bir madencimizin "çizmelerinin kirinden ambülansın sedyesine zarar gelmemesi" söyleminde hayat bulduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.  Aynı madencinin verdiği mülakatta "temizlik imandan gelir" hadisini dillendirmesi; aslında hepimizin zihinlerini yıkaması gerektiğini görmesi ve "siyaset simsarlığı" bir kenara bırakılıp öz'e dönülmesi gerçeğinin en açık ifadesidir. Öz'ümüz eğer insan olmaksa, insanın başına gelip gelebilecek en ağır facialardan birinde öz'e dönmekten daha anlamlı başka ne olabilir ki? Öz'ümüze sahip çıkmak zorundayız; insanlığımızı, bize verilen vicdan ve aklı birlikte kullanmak ve öz'e eleştiri yapıp ve son kertede ona sahip çıkmak zorundayız.

Bu öz'ün bireysel, kurumsal, siyasal boyutlarını ele almak zorundayız. Fert fert eleştirimizi, hesabımızı verdikten sonra kurumlar olarak siyaset olarak da bu faciadan öz'ümüze bir takım hesaplar, eleştiriler, sorumluluklar ve yarına yönelik yeni politikalar çıkarmak zorunluluğumuz var.

Acı evinde, cenaze makamında diklenmenin değil, feryat edeni, figan eyleyeni teselli etmenin salık verildiği medeniyetteki öz'ümüzü, garip gurebanın ve fakir fukaranın, kimsesizlerin kimsesi olma iddiamızı hatırlamaktan başka herşey, her fırsatta karşımıza dikilen nefreti körüklemektedir ve bu nefret büyüdükçe herkesi içine çeken bir girdaba dönüşmektedir. Sorumlu olmamız için kusurlu olmamız gerekmez ve hiçbir kusur birinci derecede ilgili olanların ilgisizliğini kabul ettiremez.

İlk kez 10 yıllık 20 yıllık 50 yıllık düşünüyoruz, önümüze bu minvalde hedefler koyuyoruz derken bir-iki asır gerilere giden örnekler vermek; günü kurtarma telaşı değilse nedir? Diklenmeden dik durmaktan bahsederken her ne sebeple olursa olsun tekmeler savurur hale düşmek; kontrol edilemez nefrete aynı derecede kontrol edilemez bir refleksten başka ne ile açıklanabilir? Öz'ümüze dönmekten kastımız kalpler nefretle taşlaşmış olsa bile tekmelerle cevap vermek olmasa gerek.

"İyilikle kötülük bir değildir. O halde kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur. Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur... (Fussilet; 34-36)"

Sonuç olarak yaşadığımız musibetten bireysel, kurumsal, siyasal olarak çıkarmamız gereken derslerle birlikte yaşanan bu facianın "kader" ve "olağan" karşılanmasına müsaade etmek mümkün değil. Elbette her inanan için bu bir kaderdir ancak tevekkül kısmını da unutmamak gerekir. Soma'da önce özel sektör sonra siyaset sorumludur ve ilgili kişiler cezalarını çekmek zorundadır. Maden çok iyi denetlenmesine rağmen bu elim olay yaşandığına göre iyi denetlenmemiş yahut denetçiler kandırılmış demektir. 500 kişiyi kurtaracak yaşam odalarının yokluğu önce özel sektöre sonra siyasete ödenecek yüklü bir fatura çıkarmalıdır.

Atılan tekmeleri sahiplenenler, yapılan basın açıklamasını kucaklayanlar, krizin yönetilemediğini kabul etmeyip, her yanlış ve hataya mücadelenin doğası ve egemenlik savaşının olmazsa olmazı olarak bakanların verdiği zararı bir Yılmaz Özdil veremez. Yaşananlar hep birlikte bir komplonun ürünü dahi olsa öz'ümüz yaptığı hataları kabul etmek zorundadır. Elbette ortada bir mücadele var, mutlaka bir iktidar krizi oluşturmak, Soma'da yanan yürekler üzerinden cenazelerle birlikte iktidarı da gömmek isteyenler mevcut ancak buna verilecek tepki diklenmek, tekmeleri sahiplenmek ve sorumluluktan kaçmak değildir. Eğer böyle yapılırsa çizmelerimi çıkarayım mı diyen madencinin ve nicesinin hayalleri de inançları da yıkılacaktır çünkü onlar sizleri onlardan olduğunuz, öz olduğunuz için sevdi ve destekledi, öz'ü eleştirip öz kaldığınız sürece de desteklemeye ve sahip çıkmaya devam edecektir.

NOT: Soma'da yüreğimiz dağlanmışken Bosna-Hersek'te sel felaketi yaşadık. Ölenlere Allah'tan rahmet, kalanların da yaralarını bir an önce sarmalarını temenni ediyorum. 

15 Mayıs 2014 Perşembe

SOrMA Ne Haldeyiz...

Siyasi hesapları bir kenara bırakalım ve yasımızı tutalım dedik diye Başbakanın akıl almaz basın açıklamasını, müşavirinin tekme atmasını görmezden gelmek, üstünü örtmek gibi bir telaşımız yok.

Siyasi hesapları kenara bırakalım dedik, siyaseti değil, çünkü bunun imkansızlığı ortadadır, zira insan politik bir hayvandır ve aldığı nefes dahi siyasetle iç içedir. 

Hele hele bir facia yaşanıyorsa, ihmaller söz konusu, sorumlular varsa insanların susması ne mümkün? 

Konuşmayın da demedim, "siyasi hesap" yapmayalım dedim zira cenazeler soğumadan, acı dinmeden yapılacak siyasi hesabın varacağı yer iyi olmaz, bu milletin, bu toprakların kadim kültürü bunu kabul etmez demek istedim. 

İstifa beklemek, sorumluların cezalandırılmasını istemek olması gereken en tabii şeydir ve özü itibariyle siyasettir, bu taleplere, tepkilere itiraz etmek de mümkün değildir. 

Peki neden siyasi hesap yapma dedim? Niçin yasımızı tutalım, acımızı yaşayalım dedim? Çünkü öfkeyle kalkanın zararla oturacağını, kaybedilmiş canların hesabını sormak için haklıyken haksız duruma düşmemek gerektiğini anlatmak istedim. 

Yoksa ne Erdoğan'ın yaptığı basın açıklaması ne de Yusuf Yerkel'in tekmesi kabul edilebilir değil tıpkı Türkiye'nin ILO'nun maden sözleşmesini 19 yıldır imzalamamış olması, işçi ölümlerinde yapılan sayısız ihmal gibi... 

Keşke canların hesaplarını sormak üzerinden madenleri konuşsaydı siyasi hesapçılar, keşke kaybettiğimiz işçilerin ömür verdikleri davayı, çocuklarını, geleceği, onların neden yerin altına girdiğine dair tefekkür etselerdi. 

Ne mi yaptılar? AK Parti'nin Soma'da aldığı %43'lük oyun sonucu budur diyecek kadar gaddarlaştılar, bilerek veya bilmeyerek; "oy verdiniz ve öldünüz" dediler. Kömür için oy ve can vermekten bahsettiler, Allah korusun bir makarna fabrikasında yangın çıksa ne diyeceklerdi acaba?! 

Birisi, hem de uluslararası hukuk firmasına danışmanlık yapan birisi şu aşağıdaki sözleri sıraladı. 

  
Siyasi hesap yapma derken, öfkeyle kalkıp zararla oturma derken bunu anlatmak istemiştik oysa. "Başbakan istifa etsin, bakanları istifa etsin, bu facianın sorumluları ortaya çıksın" demek kadar meşru bir siyaset ile böyle insani boyutları aşan bir siyaset hesabı arasındaki farkı anlatmak istedik.

Siyasi hesap yapma muhalifler için değildi, iktidarın sarhoşluğuna kapılmış, her taşın altında başka şeyler arayan, "Cehape zihniyeti, Gezizekalılar, Ölüseviciler" gibi ifadelerle insanları yaftalayanlar da siyasi hesap peşindeydi çünkü... 

Neresinden tutsak da bu işi aklasak veya neresinden tutarsak tutalım hükümete, ona oy verenlere çakalım telaşına kapılmak yerine sessizce dua etmeye, yas tutmaya, elinden gelen bir şey varsa onu gerçekleştirmeye davetti bir bakıma "siyasi hesap yapma" demek.  

Hepimizin başı sağolsun, Allah mekanlarını cennet etsin, ailelere sabır dilerim, ne olur dua edelim ifadeleri elbette yeterli değil ama bir o kadar da önemli. Peki ya sonra? Yaşadığımız kaderi kabullenmek mi, olur böyle şeyler demek mi, madenciliğin olağan sonuçları mı ELBETTE HAYIR!

Eğer yeryüzünde bu işi sizden daha iyi yapan birileri varsa ve onları örnek almamışsanız, 10 milyon dolar harcamayı göze alıp "yaşam odaları" yapmamışsanız, denetledik her şey yolundaydı diyerek bu işin içinden çıkamazsınız! 

Siyaset, devlet bu işin denetçisidir ve denetleyemediği, yaptırım uygulayamadığı için sınıfta kalmıştır. Peki ya işletmecisi, sendikası suçsuz mudur?! Siyasete yönelen tepkinin 10'da biri niçin işletme sahibine, sendikacılığa yönelmez anlamış değilim. Siyaseti aklamak, sorumluluğunu hafifletmek değil niyetim ama maliyeti 130 dolardan 26 dolara çektik diyen holding sahibine de sorulacak sorularımız olmalı, onun da vereceği büyük bir hesap olmalı. 

Şimdi işin ötesine girmeyeceğim; işçinin, emekçinin, arkada bıraktığı çocuğunun, babasının maaşının iki katı ücrette telefonu cebinde taşıyanın, gittiği üniversitede ana-baba parasını kayıtsızca harcayıp elle tutulur bir sonuç elde etmeyenin, milletin, yasın, birlikteliğin, ölümün, yaşamın ve diğerlerinin üzerine söylenecek çok söz var. 

Daha ortaokuldayken kendi parasını kazanan, yeri geldiğinde arkadaşları ile top oynamak yerine mecburi istikamet çalışmaya giden, sabah 8'de dükkanın önünü süpürüp gece 10'da yerlerini yıkayan 13-14 yaşındaki çocuk işçiden bahsetmeyeceğim.

Şimdi vefat edenlere Ya'sin okuyup, kalanlara sabır dilerken bu kederli hal ile siyasetten, özel sektöre, medyadan, sendikalara, sivil toplumdan, sivilleşememiş topluma kadar kimin zerre sorumluluğu varsa, hesap vermesini, ilk önce de hepimizin aynaya bakıp kendimizle yüzleşmemizi talep edeceğim. 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Feyzioğlu olmasa da siz "Metin" olun

Ülkemin gündemi, tartışmaları o kadar hızlı ki bir hafta sonu kahve keyfi yapmak bile mümkün olmayabiliyor. Kafe'de oturmuş, kahvemi yudumlarken Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun Danıştay'ın kuruluş töreninde yaptığı konuşma ve Başbakan Erdoğan'ın bu konuşmaya verdiği tepki ile koşar adım eve gelip bilgisayar başına oturdum. Malumunuz algı yönetimi çok önemli bir mesele ve beni kahvemi yarım bırakıp eve getiren de bu oldu. Başbakan Erdoğan'ın Metin Feyzioğlu'na verdiği tepki üzerine sosyal medyada "tahammülsüzlük, sorun ruh hali, sinir, stres" kelimeleri üzerinden Başbakan'a yakıştırmalar yapıldığını görünce ben de tahammül edemedim. :)

Başbakan işte bu kadar tahammülsüz, eleştirilmeye gelemiyor ile başlayan sözler, hele bir cumhurbaşkanı olsun da o zaman görün siz gibi daha hesaplı bir algı yönetimine işaret etmeye başladı. Eğer Erdoğan Danıştay törenine gitmese, ayrımcı, saygısız ve sair yorumlarla eleştirilecekti, gidip bir baro başkanından alanıyla zerre ilgisi olmayan cümleler duyup kendi deyimiyle "haksızlık karşısında hep susacak mıyız" dürtüsüyle itirazlarını dile getirince de tahammülsüz, sinirli, eleştiri kaldırmayan biri olarak lanse edilmeye başlandı. Şunu bir kere hepimizin bilmesi gerekiyor ki karşımızda 20 seneden daha fazla bir zamandır savaşan, hakkını diklenmeyip dik durarak arayan bir karakter var. Uzatmaya gerek yok; Erdoğan'ın Beyoğlu belediye seçimlerinden yakın zamanda yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hangi ayak oyunlarına, kampanyalara maruz kaldığı yakın tarihimizin gizlenemez bir gerçeği.  1989 Beyoğlu seçiminden tutun 1991'de tercihli oy sebebiyle milletvekilliğinin iptal olması, 1994'te İstanbul Belediye Başkanı seçildiğinde başta Aziz Nesin olmak üzere hakkında "şeriatçı" kampanyaları başlatılması, okuduğu şiir yüzünden hapse girmesi, partisi seçim kazandığında başbakan olamaması, ergenekon-balyoz ve bilimum darbe planları, google üzerinden oluşturulan kapatma davası ve daha çok kısa bir zaman önce Anayasa Mahkemesi Haşim Kılıç tarafından yapılan hadsizlik. Erdoğan'ın tüm bu yaşadıklarına rağmen yeterince tahammüllü olduğunu düşünüyorum zira bir benzeri herhangi birimizin başına gelse çoktan ülkeyi terk etmiştik. (Bkz: Fazıl Say)

Şimdi gelelim günümüzün konusuna; Erdoğan Feyzioğlu'na neden "edepsizlik yapıyorsun" dedi? Danıştay başkanının 25 dakika konuştuğu törende yaklaşık bir saat konuşan Feyzioğlu'nun konuşmasını izlemenizi tavsiye ederim. Şu kısacık an bile takındığı tavrı göstermesi açısından yeterli olacaktır. (Feyzioğlu "bitirdim" diyor. ) Kendisi Türkiye Barolar Birliği sıfatıyla çıktığı kürsünden Van Belediye Başkanı yahut Van milletvekili veya Vanlı bir vatandaş gibi "Van'da konteynırda yaşayan insanlardan" bahsediyor. Yer Danıştay, konuşmacı Barolar Birliği Başkanı ve konu Van depreminden zarar gören vatandaşlar. Sonra Erdoğan kalkıyor ve edepsizlik yapıyorsun diyor. Feyzioğlu yine tribünlere oynuyor, demagoji yapıyor, edepsiz kelimesini yakıştıramadığından bahsediyor. Ortam bir sirk sahnesi olsa, Feyzioğlu iyi bir illüzyonist olabilirdi belki ancak devletin saygın kurumlarından birinin kuruluş töreninde yapılan bu demagoji ve alan dışı, siyaseti sıkıştırma odaklı söylemler en hafif tabiriyle "edepsizlik" olur. Feyzioğlu sadece Van'dan bahsetmiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair fikir de beyan ediyor. Kimsenin Feyzioğlu'nun fikirlerini ifade etmesine karıştığı, onu susturmaya çalıştığı yok ancak Barolar Birliği Başkanı sıfatıyla Danıştay töreninde hem de Danıştay başkanından daha uzun bir konuşmanın içeriği herhalde hiç bir demokraside bu değildir.

Erdoğan kalkıyor, yalan söylüyorsun diyor ve giderken ekliyor, "haksızlık karşısında hep susacak mıyız". Erdoğan ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül ve Genelkurmay Başkanı Özel de ortamı terk ediyor. Aslında Gül ile özel "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" söylemine uygun hareket ediyor ve şeytan olmaktan kaçınıyor. Ahmet Necdet Sezer'i hatırlarsınız, hani şu anayasa kitapçığını fırlatan. Belki de hatırlamazsınız. Çünkü kendisi Çankaya'da kaldığı süre zarfında pek hatırlanacak bir cumhurbaşkanlığı süreci geçiremedi. Aklımızda kalan kısmı anayasa fırlatarak çıkardığı kriz ve o krizin ülkemize maliyeti. Şimdi bunun konuyla ne alakası var demeyin. İşte bugün Erdoğan'ın TBB Başkanı Feyzioğlu'na yaptığı "one minute" Türkiye'deki eski alışkanlıkların sessiz kalındığı müddetçe sürdürülmesine koyulan bir tepkidir. Haşim Kılıç ile başlayan ve Feyzioğlu ile devam eden yargı mensuplarının siyasetçiye ayar verme telaşı sanıyorum bu vesileyle son bulacaktır. Dolayısıyla bu demokrasi dışı görülen tablo Türkiye'nin demokratikleşmesine büyük hizmet edecektir. Yapacak bir şey yok; Erdoğan'ın kabadayı, sert, uyumsuz bulduğunuz tavırları olmasa karşıdaki görece kibar(!), entelektüel(!), 3-5 dil konuşan ve Roma hukuku üzerinden millete ayar verme telaşında olanların alışkanlıkları sürmeye devam ediyor. Dolayısıyla şükürler olsun ki Türkiye'ye demokrasi asarak, keserek, işkence ederek, yasaklayarak değil, böyle seviyesi yüksek tartışmalar, itiş-kakışlar ve ayar verme seanslarının heba olması ile geliyor.

Şimdi bu kadar verdik veriştirdik ancak bir başka konuyu da ıskalamamak gerekiyor. Erdoğan her ne kadar haklı ise de onun haklılığını ortadan kaldırma eğiliminde olan çok irrasyonel tepkiler de yok değil. Hukuk ve yargı kurumlarını seçilmiş iktidarın hizmetkarı gören, seçilmişlerin seçildikleri için ne isterse yapabileceğini çağrıştıran yorumlar ve düşünceler mevcut maalesef. Şunu söylemek de yarar var. Hukuk hepimize lazım ve yeri geldiğinde hepimizi siyasetçiden de koruması gerekebilir. Dolayısıyla siyaseti mutlak doğru, hukuku da onun hizmetkarı görmek çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Burada nüans, hangi hukuk hangi anayasa ve yasa sorusunda gizlidir? Milletin evrensel değerleri de gözeterek yaptığı bir anayasa ve onu tamamlayan yasalar işte bu yüzden çok önemli ve acilen yapılması gerekenler listesindedir. Kısacası hukuk milletin çıkarlarını siyasetçilere karşı koruyabilecek, insan hakları ve demokrasiyi tesis edecek bir hukuk olana kadar Erdoğan haklıdır ama Erdoğan hukuktan da, yargıdan da üstün değildir.
       

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?

Toplum turşu değil ki kuralım ve bir kaç ay sonra çıkarıp afiyetle yenilecek hale gelsin. İşte demokratikleşme de lahana, salatalık, biber ve sair turşusu değil ki öyle beklenildiği gibi çabuk otursun. Bazen son söylenecek lafı ilk başta söylemek lazım, hele Türkiye'nin içinden geçtiği şu süreçte belki de bağıra çağıra söylemek lazım çünkü bazı kulaklar sağır ve bazı gözler kör taklidi yapmaktalar. Bir kısmı ise kendi toplumuna, tarihine, kültürüne hakikatten sağır ve kör.

Sevdiğim sözlerden biridir, demokrasi altı delik bir kaba su doldurmaya benzer, siz doldurdukça alttan akıp gider ve dolayısıyla hiç durmadan ve olabildiğince büyük ölçeklerde su doldurmaya devam etmeniz gerekir. Tabi burada kabın şekli, deliğin büyüklüğü falan da çok önemlidir. Eğer alttaki delik çok büyük ise ve kap şekil olarak suyu doğrudan dibe iletiyorsa vay halinize. Suyu doğrudan dibe iletmeyen kap nasıl olur demeyin, eğer "S" şeklinde bir kabınız varsa suyun zemini bulması "I" şeklindeki bir kaba göre daha yavaş olacaktır. Fizik dersinde miyiz yoksa demokrasi mi konuşuyoruz demeyiniz lütfen zira fiziğe göre de yere vurmadan göğe çıkmak ancak ek itici güçlerle mevcuttur ama normal koşullar altında kütlesi olan bir cismi yukarıdan bıraktığınızda herhangi bir dış etken yoksa yere çarpmadan yükselmesi mümkün değildir. Bunları neden anlatıyorum çünkü bizim demokrasi serüvenimiz biraz yere çarpmak ve şeklini, deliğinin boyutunu bilmediğimiz bir kaba su doldurmak gibi. Ayrıca bu konuda çok da sabırsız davranıyoruz ve turşu gibi kışa kıvama gelmesini istiyoruz.

Türkiye'nin 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 yılları hep aynı hikayeyi anlatır, kışlasında canı sıkılan askerler "demokrasi" kurmaya pek de hevesi olmayan siyasilere ayar vermiştir. Diğer yandan o çok eskilere yasladığımız demokrasinin tarihi ancak 1946'da çok partili hayata geçilen ve 1950'de ilk adil seçimlerin yapıldığı yıllara kadar götürülebilir. Dolayısıyla 90 yıllık ülkeye demokrasi getiremedik deyişleri biraz çalınan minareye kılıf hazırlama telaşesidir. Şimdi geç bunları sadede gel demeyiniz lütfen, çünkü ne geldiyse başımıza hep geç bunları demekten geldi. Şimdi elimizdeki kabın kabataslak ne olduğunu bilmek için şöyle bir yakın tarih turu yaptıktan sonra gelelim dibindeki deliğe. Delik de maalesef beklenenden büyük dostlar. Temeli yamaları üst üste gelmiş bir bohça şeklindeki 1982 Anayasası olan bir kaptan bahsediyoruz. Varın gerisini siz düşünün. Askerlerin yaptığı darbe üzerine attıkları temel olan 1982 Anayasası ve bu temele uygunluk denetimi yapan 1963 model bir Anayasa Mahkemesi sizce ne kadar su sızdırır? Diğer yandan Anayasanın temeline hiç girmiyorum sonra bazıları alınıyor, efendim Mustafa Kemal'e düşman mısın, Atatürk karşıtı mısın falan diyorlar ki şu fakirin yaklaşık 70 sene önce hakkın rahmetine ermiş bir insanla ne derdi olabilir. Biliyorum şuan bile dişlerini gıcırdatanlar var ne demek "bir insan" o bir lider, o kurucu, o başöğretmen, o komutan, o deha, o kaç bin kitap okumuş, kaç cephede savaşmış, yoktan bir ülke var etmiş, kadınlara seçme-seçilme hakkı vermiş, ülkeye medeniyet getirmiş, çağdaşlaştırmış, ilerletmiş... Evet ben de biliyorum tüm bunları ve üzerinde tefekkür ediyorum. Bu arada tefekkür Osmanlıca-Arapça bir sözcük olduğu için gerici bir kafayla düşünüyorum herhalde ve bazılarınızla aynı fikri paylaşmıyorum. Peki hangi fikri paylaşıyorum; Mustafa Kemal Atatürk'ün pragmatik, lider ruhlu, ülkesi ve milleti için dertlenen ve bu dertle kendine göre bir takım adımlar atan saygıyla anılacak bir insan olduğuna inanıyorum.

Neyse biz ne diyorduk; demokratikleşme! Evet işte kap belli, zemin belli, sızıntı büyük, turşu kuramıyoruz haliyle. Eh peki hep mi bu geçmişin suçu? Elbette hayır, 12 senelik iktidarında yeni bir anayasa yazamayan AK Parti'nin hiç mi günahı yok? Bazı entelektüellere göre AK Parti oyaladı, yazmadı, iktidarını kalıcılaştırmak istedi vesaire. Bana göre yapamadı, yaptırtmadılar, yapamazdı. Çünkü delik büyüktü, kap kötüydü ve turşu kıvamında değildi. Bak yine AK Parti'yi temize çıkardın demeyin hiç, AK Parti yeni bir anayasa yapamazdı demiyorum ben, "demokratik" bir anayasa yapamazdı diyorum. Demokratik olmayan bir toplumun demokratik bir anayasası olur mu? Temeline "demokrasi ve insan hakları" koyalım, temelinde insan olsun diyeceğimiz bir anayasaya kaçımız evet diyebiliyoruz?

Bugünlerde sıklıkla Alija İzetbegoviç okuyorum. Okudukça demokrasi konusunda kendisinden epey ders alıyorum. İzetbegoviç Bosna-Hersek'in geçtiği dehşet günlerinde bir ülke tasavvur ediyor, merhum Alija gençliğinde "Genç Müslümanlar" üyesi olduğundan ve "İslam Deklarasyonu" adlı eseri kaleme aldığından mütevellit bazıları tarafından "İslamcı" ve İslam devleti kurmak isteyen birisi olarak algılanıyor. Kendisine bunu sorduklarında ısrarla şunu söylüyor, Bosna-Hersek halkı farklı din, dil, kültürlerden oluşuyor, burada bir İslam devleti kurmak "faşizm"den başka bir şey değildir. Biz Bosna-Hersek'te yaşayan Müslüman, Katolik, Ortodoks ve diğer dinlere inanan herkesin özgürce yaşayıp, her türlü haktan yararlanacağı bir demokrasi kurmak istiyoruz diyor. Toplumu İslamca olmayan bir yerde İslamcı bir devlet olmaz demek istiyor. Dolayısıyla şöyle bir dönüp kendimize bakalım, etrafımızı analiz edelim, gündelik yaşam örneklerine baksak yeterli olacaktır. Türkiye toplumu ne kadar demokratik ki bir demokrasi şaheseri kurabilsin? Sakın ha Türkiye halkını küçümsediğim sanılmasın, onların demokratik olmasına ne kadar imkan tanındığı da çok önemli bu noktada ve demokrasi de zaten akşamdan sabaha inşa edilen bir gecekondu değil. 

Devam edeceğiz...