27 Nisan 2014 Pazar

Gençler Ne İstiyor? Ne kadar haklılar?

Küçükken babam anlatırdı da inanmazdım; bak burası hep tarlaydı, biz şurada top oynardık, buradaki tarlada çalışırdık, bir tastan yemek yerdik, şunu bulamazdık, böyle bir şey hiç olmazdı ve sair anlattıklarının hemen hepsi bir film şeridi gibi gözümün önüne gelirdi de gerçekliğine inanmam mümkün olmazdı. Baba bırak bunları anlatmayı bak bugün her şey bambaşka, imkanlar değişti diyerek söylediklerine burun kıvırırdım. Sanıyorum benzer şeyler birçoğunuzun da başına gelmiş olsa gerek.

Bu genç yaşta babamın konumuna düşeceğim de pek aklıma gelmezdi doğrusu. Yahu bakın 10 sene önce, 7 sene önce hatta bilemediniz 5 sene önce şu haldeydik diyerek katedilen mesafeyi anlatma çabasına gark olduğum şu günlerde sık sık babamın hikayelerini anımsıyorum ve haksız yere burun kıvırdığımı düşünüyorum.

Türkiye'de sadece 5 sene önce "demokratik açılım" yapıyoruz diyen hükümete verilen tepkiyi, 7 sene önce 367 gibi rezil bir karar ile "sözde değil özde laik bir cumhurbaşkanı seçtirme" çabalarını, başörtülü veya türbanlı gençlerin üniversite kapılarından geri çevrildiği zamanları çok net hatırlayınca bugün "ama demokrasi yok" diye bağıran kitleleri anlamakta zorlanmak çok doğal olsa gerek. Saydıklarım devede kulak kalır; 2008'deki AK Parti kapatma davasını, 2009 yılında Demokratik Toplum Partisi'nin kapatılmasını, Ergenekon'u, Balyoz'u, Cumhuriyet Mitinglerini, Hrant Dink'in katledilişini ve toplumun tepkisini... cilt cilt yazmak icap eder.

Geçtiğimiz hafta 9 Eylül Üniversitesi İşletme Kulübü Uluslararası İlişkiler zirvesi düzenledi ve ben de konuşmacılar arasındaydım. Oturumda Balkanlar ve Türk Dış Politikası konuşuldu. Program bittiğinde ise bu harika etkinliği hazırlayan ekiple birlikte çaylı-kahveli bir sohbet gerçekleştirdik. 15-16 kişilik bir grup harika bir etkinlik çıkarmıştı ama konu Türkiye siyasetine geldiğinde pek de mutlu ve umutlu değillerdi. Genel olarak iktidarın onları baskı altına aldığını, Türkiye'de demokrasi olmadığını, çocukların, gençlerin öldürüldüğünü, ülkenin bölüneceğini, hukuka güven diye bir şey kalmadığını dillendirdiler. Hepsini dinlemeye, kaygılarını anlamaya çalıştım. Zaman zaman hakarete varan söylemleri olsa da kulak asmadan, birikmiş duygularını dışa vurmalarına olanak tanımak istedim. Konuyu kişilere indirgemeden ve hatta siyasi partileri de bir yana bırakarak tartışmaya çabaladım ancak söz hep dönüp dolaşıp Recep Tayyip Erdoğan'a geldi. Belli ki ulusal ve uluslararası medyanın Erdoğan karşıtı kampanyası yerini bulmuş ve gençler siyaseti de bir kenara bırakıp Erdoğan'ın şahsında nefret biriktirmişlerdi. Onlar konuştukça ben araya girmeye, durumun sandıkları gibi olmadığını izaha çalıştım. Maalesef kıyas edemiyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları tarih boyunca bildikleri bir Başbakan vardı; Recep Tayyip Erdoğan! 

Yaşı 18 ile 22 arasındaki bir gencin gönül gözüyle görüp bildiği bir tek başbakan ve Türkiye var. Aldıkları eğitim süresince yaşadıkları endoktrinasyon, yani resmi tarih okuması onları haliyle AK Parti ve Erdoğan'a düşman ediyor. Onlara göre Atatürk'ü silmeye, ülkeyi bölmeye ve kendi sultanlığını kurmaya çalışan bir Erdoğan var. Demokratik açılım, komşularla sıfır sorun, ekonomik refah, demokratikleşme falan hiç umurlarında değil ve hatta tamamen yanlış adımlar olduğunu düşünüyorlar. Bunları tanıyoruz ve biliyoruz, "Gezizekalılar" diyerek geçiştirmek pek mümkün olmadığı gibi doğru da değil. Nihayetinde bu genç kitlenin de bu ülkede yaşadığını, yaşayacağını ve bizim çocuklarımız, arkadaşlarımız olduğunu unutmamak gerekiyor. İçlerinde gözü-kulağı tamamen kapalı olanlar kadar, derdini anlatmaya, dinleyip anlamaya çalışanlar da var. Fakat kendilerini değerli hissetmedikleri, onlara değer verilmediğini düşündükleri her hallerinden belli oluyor. Buna sebep olan iktidarın söylemleri ve kendilerinin bir kısır döngü içerisinde aynı söylemleri tekrarlıyor oluşu. Bu durumu değiştirmek elbette tek başına iktidarın sorumluluğu olmadığı gibi iktidara da düşen görevler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Gençlerin de özeleştiri yapması, kendi dar çemberlerinden çıkması gerekiyor. 

Onları dinleyip, size bir tek soru soracağım ve evet ya da hayır şeklinde cevap istiyorum dediğimde hepsi kulak kesildiler. Hepinizin şikayeti demokrasi üzerinden, ülkede demokrasi yok diyorsunuz peki yarın sil baştan anayasa yazmaya ve temeline Atatürk İlke ve İnkılapları yerine "insan hakları ve demokrasi" koymaya var mısınız diye sorduğumda içlerinden sadece birinin "evet" dediğini duymak her ne kadar hayal kırıklığı oluştursa da daha sonra bir anayasanın temelinin neden Atatürk, Erdoğan ve hatta Hz. Muhammed olmaması gerektiğini anlattığımda daha uzlaşır bir tavır takındıklarını gözlemledim ve görece umudum arttı.

Ayşe Arman gibi muhafazakar mahalleye gittim, şöyle düşünüyorlar, böyle davranıyorlar tarzı bir yazı yazmaktan imtina ederim ancak muhafazakar mahalle ile endişeli modern mahallenin arasındaki mesafenin bu kadar açılmasına da tahammülüm yok. En azından gençlerin birbirleri ile tartışabilmesi, hakaret etmeden fikir yarıştırabilmesi Türkiye'nin yarınları için çok önemli. Sanıyorum burada en büyük sıkıntı herkesin işaret parmağı ile karşıyı göstermesi ve diğer üç parmağının kendine dönük olduğunu unutması. Kısacası özeleştiri ve farklı düşüncelere tahammül eksikliği. 

Demokrasi talebiyle yola çıkmadan önce kendi kutsallarımıza dönük eleştirilere ne kadar tahammül edebildiğimiz ve demokrasi dediğimiz şeyi en çok karşımızda olduğunu düşündüklerimiz için isteyip istemediğimiz çok önemli. Ben endişeli, umutsuz ve hayal kırıklığı yaşayan arkadaşlarıma kulak kabartarak bunu aşmaya çalışıyorum. Bugün eksiğiyle gediğiyle daha demokratik bir ülkede yaşadığımız gerçeğini inkar ederek değil atılan adımların eksikliğini tamamlayarak daha çok demokrasi tesis edebileceğimizi bilmelerini istiyorum. Eğer dün yaşadığımız ceberut devlet anlayışının bir benzeri olsaydı, başörtüsüzler üniversitelere giremez, Ne Mutlu Türk'üm diyene sözünü eden hapse girer, dindar yaşam tarzına sahip olmayanlar hukuken, fiilen dışlanırdı. Bunu şunun için söylüyorum; unutulmaması gereken bir şey var ki temelsiz bina sağlam olmaz, biz maalesef halen daha yeni bir anayasa yazamadık, yamalı bohça ile gidebileceğiniz yol sınırlıdır ve bohçanın içinden bazı şeylerin düşüp kırılması, eksilmesi ihtimal dahilindedir. 1960 darbesinin ürünü olan Anayasa Mahkemesi ve 1980 darbesinin ürünü olan Anayasa ile "hukukun üstünlüğü savunması" yapmak ve işi siyasal sonuçlar devşirmeye getirmek, demokrasi diye yola çıkıp Mustafa Kemal'in Askerleriyiz diye bağırmaktan ileri gidecek bir tavır değildir. Unutulmaması gereken bir başka konu ise demokrasinin mükemmel, her şeyi doğrulayan bir turnusol kağıdı olmadığı gerçeğidir ama ADALET demokrasiye de hukuka da temel oluşturmak mecburiyetindedir.

NOT: Başbakanlık tarafından 24 Nisan'da yapılan ve Ermeni toplumunun acılarını paylaşan akil açıklama için bir teşekkürü borç bilirim.            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder