8 Aralık 2012 Cumartesi

Fakir Edebiyatından Eşitlik Çıkmaz


Hükümet okullarda kılık-kıyafeti kısmen özgürleştiren bir adım attı. Kısmen özgürleştirdi diyorum çünkü tüm kademelerde başörtüsüne özgürlük gelmediği gibi şortla-kolsuzla okula gitmek de mümkün değil. Sakal-bıyık ve okul rozeti dışında herhangi bir sembol taşımak da yasaklar listesinde. Şu satırları yazarken, yani sakal-bıyık ve örtü-şort üzerinden konuşurken inanılmaz rahatsızım. Çünkü devletin görevli memuru dışındaki vatandaşına, yani hizmet alana kıyafet dayatmasını aklım bir türlü almıyor. İnsanlar kıyafetleri ile ağırlanıp fikirleri ile uğurlanır diye bir atasözümüz var. Fakat biz kıyafetlerimiz ile ağırlanmakla kalmıyoruz kıyafetlerimizle değerlendiriliyor ve hatta kendi kendimizi de öyle değerlendiriyor ve “fikri” bir kenara atıyoruz. Şahsi görüşüm kıyafetin bir ihtiyaç olduğu ve insanın kendine yakıştırdığını kendince giymesi yönünde. Bunu da söyleme gereği hissediyorum zira örtünün hangi şekilde bağlanınca bilmem ne ifade ettiği ile de zerre ilgilenmiyorum. Ama ilgilendiğim bir şey var; o da sene 2012 ve ülkemin gündeminde neyin nerede neden giyilip-giyilemeyeceğinin tartışılıyor olması.

Hükümetin kısmi özgürleştirici adımına başıma çok bela olan “yetmez ama evet” mantığı ile yaklaşıyorum. Biraz özgürleşmeyi hiç özgürleşmemeye tercih ediyorum. Hoş bireysel anlamda benim için hiçbir şey ifade etmeyen (okul biteli yıllar oldu) bu reformu sadece şeklin yerine içeriği ön plana taşıma ihtimali yüzünden bile önemsiyorum. Nedir içeriğin öne çıkıp şeklin önemsizleşmesi diye soracak olursanız ona da bir şarkı sözü ile yanıt verebilirim; “fikrim hevesimi alt etsin”. Ancak bunu biraz daha açmak istiyorum. Bana göre hepimizin mavi renkli beyaz yakalı önlükler giymesi hiç birimizi eşit kılmadığı gibi fakir-fukara çocuklarını zengin veya belli kimselerin çocuklarının karşısında/yanında en fazla eşitMİŞ hissiyle donatmıyor, öyleyse bile ortada bir kendini kandırma söz konusu. Eğer beyaz yakalı mavi önlükler bizleri eşit yapıyor ise -ki birisinin beni buna inandırması lazım- lütfen bunu sadece ilk-orta öğrenimle sınırlamayalım, üniversite de dahil olmak üzere sosyalleştiğimiz her alana yaygınlaştıralım. Sanıyorum ki çocuklar-gençler birbirleri ile sadece okulda görüşmüyorlar, okul dışında yaptıkları her buluşma için de kural koyalım ve hepsini tek tip kıyafet giymek zorunda bırakalım. Ancak eşitmiş gibi hissetmemiz için bu da yetmeyecektir. Derhal okullar veya yetkili merciler bir mont-kaban tipi geliştirsinler ve hatta kışlık bot ve yazlık ayakkabı modeli önersinler ki bu alandaki eşitsiz görüntüyü de ortadan kaldırabilelim. Muhtemelen bu anlamda bir cep telefonu ve aksesuar kuralı da koymamız gerekecek. Zira birisi elinde akıllı telefon ile gelirken diğerinin çok daha eski model telefon kullanması da eşitmiş hissimizi zedeleyecektir. Anne-baba statülerinden kaynaklanan eşitsizlikleri ise hiç saymak istemiyorum.

Yukarıdaki tüm şekilsel eşitliği sağladıktan sonra eşitmiş hissini oluşturmak için çok başka şeyleri de yasaklamamız veya kısıtlamamız gerekecek. Mesela anne-babalar çocuklarını okullara arabayla bırakmayacak veya bırakacaksa da hepsi eşit arabalar kullanacak. Servisle okula gitmek her öğrenciye sağlanacak bir hizmet olacak ve ücret talep edilmeyecek ya da servis falan olmayacak. Okul kantininden her öğrenciye günlük kumanya çıkarılacak ve bunun dışında herhangi bir şey tüketmeye izin verilmeyecek. Buna benzer yığınla önlem almamız gerekecek çünkü aksi takdirde eşitmiş gibi hissetmemiz mümkün olmayacak ve psikolojik olarak fakir çocukları etkilenecek. Ayrıca zengin çocuklarının okulda akşam evde ne yedikleri, ailesiyle hafta sonu ne yaptıkları, tatillerini nerede geçirdikleri gibi şeyleri anlatması da yasaklanacak. Peki, tüm bunları da yapsak sizce fakir öğrenci ile zengin öğrenci arasındaki eşitsizliği sona erdirebilecek miyiz? Gerçekle yüzleşmeyi bir kenara bıraktığımızda birbirimizi kandırmaktan öteye geçemeyeceğimiz gayet açık olduğu gibi fakir ama zenginle eşit hissiyatına sahip bireyleri de daha sonra yüzleşmekten kaçamayacakları bir travmaya hazırlamaktır bu. Düne kadar eşittik şimdi ne oldu da bu çocuk yurtdışına master yapmaya gitti sorusunu sormaktansa benim daha çok çalışıp burs imkanı oluşturmam lazım, benim ailemin imkanları şunlara yetiyor o halde bu imkanları genişletmek için ayrıca şunları da yapmam, daha fazla çalışmam lazım bilinciyle mi yetişmek bana daha makul görünüyor. Neticede birileri zengin birileri de fakir, bunu aynı elbiseleri giydirmek suretiyle değiştirmemiz mümkün değil. Bunun değişmesi fakirin daha başarılı olmayı arzulaması, içinde bulunduğu koşulların farkında olup daha kaliteli yaşam seviyesine ulaşmak için daha çok çalışması ile mümkün olabilir. Yoksa kimse aynı kıyafetleri giydiği için bir diğerine hadi sen de benimle aynı arabayı kullan, aynı yere tatile git, aynı mekanlarda yemek ye falan demiyor ve demeyecek. (Burada zenginlerin fakirleri sömürmesi, kendi zenginliklerini büyütmesi ve fakiri belirli ekonomik seviyenin üstüne çıkarmaması için elinden geleni yapması konu edinilmemiştir)

Sonuç olarak fakir öğrenci ile zengin öğrenci arasındaki fark bana göre bir kılık-kıyafet tek tipçiliği ile giderilemez. Kıyafet tek tipçiliğinin ortadan kaldırılmasına karşı bu argümanı savunmak da eski solculuk, olmayan komünistlik veya en hafifi AK Parti karşıtlığından başka bir şey değil. Şeklin içeriği esir aldığı bir toplumsal tablonun demokratikleşmesi de, özgürleşmesi de pek mümkün değil. Çocuklarımıza asker-polis muamelesi yapmayı bırakalım. Kılık-kıyafet konusunda yapılan düzenlemeyi yeterli bulmadığımı söylemiştim. Zaten halen daha şekil üzerinden tartışıyor olmamız da anlamsız. Tek tip kıyafeti aştık diyelim, halen daha tek tip öğrenci yetiştiren müfredat yok mu? Kemalist-Militarist olmayan bir idarenin kemalist-militarist öğrenciler yetiştirdiğini görmüyor muyuz? Halen daha andımızı okuyan ve varlığını Türk varlığına armağan eden, rahat-hazır ol komutları eşliğinde askeri düzende sıraya geçen çocukların kıyafetleri tek tip olsa ne olur olmasa ne olur.

(http://www.konseptdisi.com/burak-yal%C4%B1m/fakir-edebiyat%C4%B1ndan-e%C5%9Fitlik-%C3%A7%C4%B1kmaz-833)

18 Kasım 2012 Pazar

Açlık Grevleri ve İnsani Duruş


Her yeni güne umutla başlamak isterim. Karamsarlığa da kolay pabuç bırakmam ve güzel günlerin geleceğine dair ısrarcıyımdır. Zira umut tek başına yetmez yanı başında bir çaba ve ısrar gerektirir çünkü siz “iyi” yapacağım derken bazıları “kötü” için çoktan çalışmaya başlamıştır. Kime göre neye göre iyi diye sormayın, her ne olursa olsun bir insanın yaşamasından yana tavır almak ile bilmem ne suçundan, ahlaksızlığından ötürü onun “gebermesini” savunmak arasında tercih yapmak durumunda kalıyorsanız, eğer böyle bir tercihe itilmişseniz ve zihninizden bu geçiyorsa zaten konuyu burada kapatalım. Bir insan bir başkasının yaşama hakkına kast etmiş hatta bir tanesinin değil bin tanesinin yaşama hakkını elinden almış olsun. Kalkıp o insana yaptığı yanlışı anlatırken siz de onun canını mı alacaksınız? Evet, şu sıralar başbakanımız da idamı isteyen kitlelerden bahsediyor, ölüm cezasını dillendiriyor ve belki de tehdit unsuru olarak kullanıyor. Peki, ölümlere neden olduğu için birisine ölüm cezası vermek aslında öldürenle aynı safa geçmek olmuyor mu? Katili katlederek mi terbiye edeceksiniz ve bu sizi katilleştirmeyecek mi?

Bugün uyandığımda hepimizin malumu açlık grevinde olan 600 küsur kişiye dair aynı kurumda yöneticilik yaptığım bir arkadaşımın desteğini(!) gördüm. Öyle bir destek ki “gebermelerini” temenni ediyor ve dünyayı “pisliklerden” arındırdığına inanıyordu. Yanılmıyorsam Hitler için de öldürdükleri pisliklerdi ve Hitler’e sorsanız dünyanın en güzel temizliğini yapıyordu. Benzer şekilde Miloseviç-Kradziç-Mladiç üçlüsünün kafasındaki temizlikti, etnik bir temizlik ile Bosna-Hersek’i Boşnaklardan arındıracaklardı. Peki ya Sabra-Şatilla’da ve bugün Gazze’de İsrail’in yaptığına ne demeli? Netanyahu, Şaron ve diğerleri Kutsal Yahudi topraklarından Filistinli pislikleri temizliyorlar kendilerince! Olayı abartmıyorum çünkü biliyorum ki halen daha Kandil’i bombalamak suretiyle çözümü getireceğine inanan bir sürü insan var.

Şimdi diyeceksiniz ki Yahudiler Hitler’e, Filistinliler Yahudilere ve Boşnaklar Sırplara ne yaptı ki ölümü hak edecekler ama bugün konu olan kişiler eli kanlı teröristler, mahkum edilmişler ve kalkıp açlık grevi yaparak hak talep ediyorlar. Karadziç de kalkıp açlık grevi yaparak hak mı talep etsin gibi kendinizce haklı sorular sorabilirsiniz. Ancak bugün açlık grevi ile “anadilde savunma – Öcalan’a tecrit” isteyenler ile Karadziç arasında kocaman bir fark olduğunu görmelisiniz. Bugün açlık grevi yapanlar ne Karayılan, ne Bahoz Erdal ne de Öcalan değil. Çocuk ve genç yaştaki insanların da dâhil olduğu 600 küsur kişiden bahsediyoruz. Ayrıca talep edilenlerin hangisi hak ve hukuk çerçevesinde meşru değil? Anadilde savunma hakkının Lozan’ın 39/5 maddesinde olduğunu bilmeyen kaldı mı? Ayrıca bunu izah etmek için illa Lozan’a kadar gitmek mi gerekiyor? Müebbet hapis yatıyor dahi olsa mahkûmun tecride maruz kalması hukuki mi?

Zaten bu işlerin böyle olmadığı en nihayetinde hükümet tarafından da kabul edilip anadilde savunma ve Öcalan’a uygulanan tecritle ilgili olumlu hamleler atıldı/atılıyor. Peki, biz hangi yetki ile çemkirip “gebersinler” diyebiliyoruz?

Yetki ve sorumluluğu da bir tarafa koyalım ne zaman vicdanımızı kaybettik, PKK’nin askerlerimizi şehit etmesi ile yine PKK’nin talimat vererek bu genç-çocuk 600 küsur kişiyi greve başlatması arasında ne fark var?

Hadi talimatla değil de gönüllü olarak açlık grevine gitmiş olsunlar. Talep ettiklerinin meşruiyeti bu grevi haklı kılmaz mı? PKK talimat verdi, onlar da zaten mahkûm teröristler diyerek grevcileri ölüme göndermek onulmaz yeni yaralar mı açacaktır yoksa sorunu mu çözecektir? Acıların üzerine yenilerini eklemek mi istiyoruz yoksa hukuk çerçevesinde çözüm üretmek mi? İktidarın anadilde savunma ile ilgili tasarıyı bakanlar kurulundan geçirip CMUK 202’ye ekleme girişimi takdire şayandır. Öcalan’ın tecrit edilmediği, edilmişse de bunun kendi isteğiyle gerçekleştiği, isterse yakınlarının görüştürüleceğinin hükümet sözcüsü tarafından duyurulması da durumu rahatlatmıştır. 
Başa dönecek olursak eğer bugün en kolayı “öldürmek” ve toplumun hassasiyetlerine matuf cümleler kurarak alkış almak olabilir. Şehit/Terörist karşıtlığı ve PKK/Devlet bakış açıları üzerinden yapılacak söylemler üzerinde büyük kitleler uzlaşıyor olabilir ama bunlar ölümleri durdurmadığı sürece bir anlam ifade etmeyecek. Siyaset, öldürmek için değil aksine yaşatmak, daha yaşanılabilir bir ortam hazırlamak için var. PKK’nin Şemdinli’de öldürdüğü 11 yaşındaki Faris’e nasıl üzüldükse ve bunun hangi sorunu çözdüğünü sorguluyorsak, yarın açlık grevindekilerin ölümü de bizleri üzecek ve herhangi bir çözüme hizmet etmiş olmayacak.

Her insan suç işleyebilir, cinayet işlemiş ve hatta terör eylemine de katılmış olabilir, bunların hiç biri meşru değildir ve hukuk karşısında cezaları neyse verilir ama her ne olursa olsun bir insanın yaşama hakkına göz dikmek affedilebilir bir şey olmadığı gibi katilimize benzemekten başka bir şey değildir.

@burakyalim 

http://www.haberx.com/aclik_grevleri_ve_insani_durus(19,w,12326,262).aspx

3’ü Bir Aradanın Vesayeti Altında Demokratlık



Türkiye’de herkes biraz demokrattır ve kendine göre en demokrattır. Bizim demokratlarımız hem Atatürkçü hem demokrat, hem milliyetçi hem demokrat ve hem muhafazakar hem demokrat olmak üzere çok çeşitlidir. Demokrasinin özü çeşitliliğe atıf yaptığından mütevellit olsa gerek biz de bu çeşitli demokratlık kategorilerine dağılmışızdır. Liberal demokratlar ile sosyal demokratlar bu paylaşımda nerededir diye sorarsanız; onlar toplumun en ücra köşelerindedir ve en silik grubu oluştururlar çünkü Atatürkçü, milliyetçi ve muhafazakar değillerdir ve hatta bu kavramların içinin boşluğuna atıf yaptıkları için “hain-satılmış” kategorisine girmektedir.  Zaten “liberal” diye bir şey de yoktur o olsa olsa liboştur. Sosyal demokrasi ise CHP’nin tek olamadığı ancak bıkmadan usanmadan olacağını zannettiği şeydir.

Bir de malumunuz demokrasinin “ileri” versiyonu var. AK Parti’nin vatana millete armağan ettiği ve hepimizin bundan mutlu olmamızı beklediği şey işte “ileri demokrasi”. Yürürlükte olan 1982 anayasasına rağmen hedefleyebildiğimiz “ileri demokrasi” için umutluyum zira bu dar alanda bu kadar büyük ufuk çizmek umut arttırıyor. Her ne kadar 12 Eylül 2010 tarihinde malum dar alanı nispeten genişletecek desteği vermişsek de bu nispi genişlemenin yetmezliğini de haykırmıştık ve haykırıyoruz. Peki, sesimizi duyan var mı? İşte o sesin duyulup duyulmaması biraz da malzemenin ne olduğuna bakıyor. Bilirsiniz ses yalıtımı yapılır binalarda, yan komşuyu duymayalım yahut sokak sesi evin içini rahatsız etmesin diye. Şimdi bakıyorum da ülkece yalıtılmışlığımızı ve yanıltılmışlığımızı ve elbette 10 yılda 15 milyon genç yaratmışlığımızı eksik teşebbüslü demokrasimize borçluyuz herhalde. Biz bırakın sokaktaki seslere aşina olmayı yan komşuda ne olup bittiğinden bihaber yetiştik ve yetiştirildik. Varsa yoksa evin içindeki tablolara, nutuklara ve babamızın buyurduğu tek kimliğe adadık hayatlarımızı. Birisi aksi istikamette konuşunca ailenin birliğine, evin bölünmezliğine ihanet ettiği yanılgısıyla dışladık yahut cezalandırdık. Kısacası evlere ses girmesin diye olumlu manada kullanılan yalıtım sistemi bizim hayatlarımızı olumsuz manada etkiledi. Kocaman bir duvar ördük bizden farklı olana, dışarıya ve dünyaya karşı. Ve nihayetinde arkasına demokrat sıfatı eklediğimiz –ci –cu –ist ve –izm’lerimiz oldu bizim.

Demokratlığı önceleyemedik maalesef. Atatürkçü, milliyetçi, İslamcı/muhafazakar demokrat da olmak mümkündü ama biz içini dolduramadığımız izm’lerimizin vesayeti altına ittik demokrasiyi. Şimdi kalkıp nerede ileri demokrasi diyoruz ve bunu akşamdan sabaha tesis etmedikleri için birilerine yükleniyoruz. Atatürkçü demokrat, milliyetçi demokrat ve İslamcı demokrat kitlelerin cirit attığı bir ülkede “ileri demokrasi” ortamını tesis etmek hem de bunca yıllık yalıtılmışlığa ve tek tipleştirmeye rağmen ne kadar çabuk ve kolay olabilir ki? Atatürkçü olmayanı “yobaz”, milliyetçi olmayanı “hain”, İslamcı/muhafazakar olmayanı “dinsiz-kitapsız” ilan ettiğimiz bir ortamda bırakın ilerisini demokrasinin kendisi nasıl mümkün olacak? Kişiler Atatürkçü olsun, milliyetçi olsun, İslamcı olsun ama bunu topluma dayatmak sevdası niye? Biz hep birlikte Türkiye’yiz derken Türkiye’deki Ermenileri, Yahudileri, Rumları saymaktan imtina etmekle Atatürkçü ve milliyetçi olmayanları hain ilan etmek arasında herhangi bir fark görebiliyor musunuz? Hep birlikte Türkiye olacaksak kimsenin etnik ve mezhep olarak kimliğine bakmayacağız, vatandaşlık hukuku bizi eşit kılmak için tek çare. Hatırlıyorum ben küçükken ilk kez bir uzun saçlı ve küpeli bir genç gördüğümde “satanist” demiştim. Şimdi bir sürü satanist arkadaşım, dostum var. Demokratlık biraz büyümekle, farklılıkları tanımakla, olgunlaşmakla ve kendinizi iç dünyanıza kapatmamakla alakalı da bir şey. Türkiye’nin ne kadar olgunlaştığına, büyüdüğüne, kendisini dışarıya açtığına, farklılıkları tanıdığına ben değil hep birlikte karar verelim ve “ileri demokrasi” beklentimizi o bağlamda yeniden konuşalım isterim. Neticede hepimiz 3’ü bir arada sevdik ve demokrasiyi Atatürkçülük, milliyetçilik, İslamcılık/muhafazakarlık vesayetine terk ettik biraz.

Not: Demokrasiye bir adım daha yakınlaştığımız bir bayram olması temennimle büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden ve akranlarımın da yanaklarından öperim. J

Twitter’da takip et: @burakyalim

http://www.haberx.com/3u_bir_aradanin_vesayeti_altinda_demokratlik(19,w,12253,135).aspx

2 Ekim 2012 Salı

En Amatör Asker Bizim Asker


Biliyorum başlık bile içinizi gıcıklatıyor, bu adamın işi gücü yok bir fırsat bulsam da askere çaksam diye pusuda bekliyor diye düşünüyorsunuz. Keşke mevzu o kadar naif olsaydı ve ben askeri kendine hedef seçmiş bir meczup olsaydım. Maalesef durum öyle değil ve bizim “En Büyük Asker Bizim Asker” sloganımız bolca nefes tüketilip şişirilmiş bir balondan ibaret.
Bugün mahkeme “Balyoz Davası” ile ilgili kararını açıkladı. Paşalar 18-20 yıl hapis cezalarına çarptırıldı. Henüz her şey bitmiş değil. Yargıtay süreci var ama bizim tavrımız net, “Yetmez ama Evet”. Türkiye eğer demokrasiyi içselleştirecekse Balyoz davasının sonucu ancak başlangıç olabilir. Bu anlamda Ergenekon davasının derhal sonuçlanması, Uludere faciasının sorumlularının ortaya çıkarılması, Hrant Dink’i öldüren derin ellere ulaşılabilmesi gibi daha çok işimiz var. 27 Nisan e-muhtırasını verenlerden tutun Balyoz ve Ergenekon’u görmesine rağmen gerekli işlemleri yapmayanlara ve ıslak imzayı kağıt parçası, lav silahını boru addedenlere kadar daha çok yolumuz var.
Her günümüzün cenaze ve her günümüzün acı dolu olduğu şu günlerde Balyoz davasındaki kararı “askerleri içeri atarsanız olacağı budur” diye okuyanlar olacaktır. Hatta bu yaklaşım birilerine çok hoş da görünebilir. Sanki hapisteki paşalar görev başındayken “terör” yokmuş, “kayıp” verilmiyormuş gibi bir imaj da oluşturulabilir. Ben ise şunu sormak isterim; bugün ceza alan paşalarımız TSK’nın profesyonelleşmesiyle ilgili ne düşünüyorlardı? Çok önemli konumlarda bulundular, yıllarca TSK’nın önemli kademelerini işgal ettiler ve 30 yıldır devam eden terör hadisesi ile ilgili ne önerdiler? Yoksa Ahmet amca ile Ayşe teyzenin çocuklarını şöför, haberci, berber, garson, temizlikçi ve benzer görevlerle hem de beş kuruş para vermeden ve “vatani görev” adı altında çalıştırmakla mı meşgul oldular? Yetmedi, biz bunu cumhurbaşkanı olarak görmek istemeyiz, Kıbrıs davasında böyle politika olmaz, Kürt konusunu bizden başkası bilmez gibi yaklaşımlarıyla siyaset sahnesini de diledikleri gibi kullanmaya mı çalıştılar?
Bu soruları uzatabilir ve birbirinden vahim cevaplar bulabiliriz. Ancak bu soruları sormamız ve cevaplarını vermemiz de bazen çok fazla bir şey ifade etmiyor. Halen daha gençler eller üstünde, “en büyük asker bizim asker” sloganlarıyla kışlalara gönderiliyor. Askerlik peygamber ocağı deniliyor ama “tanrımıza hamdolsun” ile yemek yediriliyor. Her Türk asker doğuyor ve erken ölüyor. Çünkü bir-iki aylık eğitimle eline silah alıyor ve yol-iz bilmediği dağlarda keklik gibi avlanıyor. Anneler kına yakıyor evlatlarına ve bayrak sarıyor tabutlarına. Üzerinde evladının yaşayamadığı vatanın sağ olmasını diliyor sonra. Bu kadar mantıksızlık içinde zaten askerlik mantıksızlıktır kabulüne sarılıyoruz hep birlikte.
Daha da uzatalım mı? Bugün Balyoz davasında bir karar verildi ve generallerimize paşalar gibi yatacakları hapis cezaları atfedildi. Özden Örnek’in oğlu ve Çetin Doğan’ın kızı televizyonlara bağlanıp duygularını paylaştı çünkü onların babalarının hapis yatacak olması önemliydi. Ayşe teyzenin ve Ahmet amcanın çocuklarının ölümünde nasıl ki “vatan sağolsun” deyişleri önemli ve gerisi hiç önemli değilse işte o kadar. Ahmet amca ile Ayşe teyzenin çocukları amatördü ve öldü, Tolga ile Pınar’ın babaları da amatördü darbe yapamadı ama bu amatörlükleri sadece kendilerine zarar vermedi Ahmet amca ile Ayşe teyzenin de ocağına ateş düşürdü!

Twitter: @burakyalim