22 Mayıs 2010 Cumartesi

Modernlik Nostaljisi ve Yeni CHP

Bugün Cumhuriyet Halk Partisi 33. Olağan Kurultayı başladı ve Kemal Kılıçdaroğlu beklenildiği gibi büyük bir destekle kurultay salonundaki yerini aldı. Şu saatlerde anlaşıldığı üzere Kemal Kılıçdaroğlu tek aday olarak kurultayda genel başkanlığa seçilecek. Deniz Baykal’ın gidişinden sonra CHP ve hatta CHP’li olmayan seçmenin Kemal Kılıçdaroğlu şahsında oluşan sempatisi acaba CHP’yi iktidara taşıyabilir mi? Kemal Kılıçdaroğlu ismi ile CHP büyük bir değişim yaşayabilir mi ve özlenen güçlü muhalefet için Kılıçdaroğlu’nun başkanlığındaki CHP umut olabilir mi? Bunlar gibi birçok sorunun cevabını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Şimdiden CHP’yi iktidara taşıyan ve Kılıçdaroğlu’nu Başbakan ilan edenler de yok değil. Hatta Deniz Baykal’ı yeni cumhurbaşkanı bile ilan edecek kadar ileri gidenler var. Fakat bu söylemlerin gerçeği yansıtmadığını görmek çok da zor değil. Çünkü elimizde yılların müzmin muhalefeti CHP gibi bir parti ve bu partinin son dönemde savunduğu politikaların halktan tamamen kopmuş olduğu gerçeği var. O nedenle bu gibi yorumların arkasında kronikleşmiş bir iktidar partisi alerjisi olduğunu söylemek zor değil. Bu durumda AK Parti’nin iktidara geldiği günden bu yana CHP’nin neden başarılı olamadığını sorgulamak gerekiyor. Aksi takdirde yeni güne dair umut dolu söylemlerle AK Parti’ye alternatif olabilecek bir CHP oluşması mümkün değil.

CHP’nin AK Parti iktidarı karşısında yegane muhalefet unsuru karşı durmak ve gerilim yaratmak üzere kurgulanmıştı. AK Parti yöneticileri “güneş doğudan doğar” dese hemen bir CHP’li -başta Deniz Baykal- kalkıp bunu inkar etmenin yollarını aramaktaydı. Tabiatıyla bu her şeye karşı durma hali ve başka bir öneri getirmeme durumu halktan ve hatta CHP tabanından bile tepki alıyordu. CHP kadrolarının büyük çoğunluğu, Deniz Baykal tarafından pompalanan “cumhuriyet elden gidiyor” , “siyasal İslamcılar ülkeyi ele geçiriyor”, “Atatürk değerleri yok ediliyor” cümlelerinin yansıttığı bir ruh hali –modernlik nostaljisi- içerisinde oldukları için, siyaset zeminlerini AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak –ne şekilde olursa olsun- üzerine kurmuşlardı. Daha açık söylemek gerekirse CHP’nin temel hedefi meşru ya da gayri meşru yollarla AK Parti’yi iktidardan indirmekti. Bu nedenle Deniz Baykal Ergenekon avukatlığına soyunmuştu. AK Parti daha fazla etkin olmasın düşüncesini de içinde barındıran bu “modernlik nostaljisi” ruhu, Çankaya Köşkü’ne türbanlı eşi olan Abdullah Gül’ün oturmasını da engellemek adına hukukla alakası olmayan 367 saçmalığına taraf olurken, diğer taraftan da e-muhtıra olarak türk siyasi tarihinde yerini alan 27 Nisan tarihli Genelkurmay Bildirisi’ne de sahip çıkıyordu. Yine bu modernlik nostaljisi ruh halinin bir yansıması olarak TBMM’den 411 vekilin imzası ile geçen ve üniversitelerde başörtüsüne yolu açan yasayı Anayasa Mahkemesine taşıyan da CHP’ydi. CHP’nin TBMM’de oturumlara katılmama, çıkan yasaları derhal anayasa mahkemesine taşıma, orduya göz kırpmak yolu ile iktidarı sıkıştırmak ve en son yargı kanalı ile iktidara karşı mevzilenmek çabaları modernlik nostaljisi dediğimiz ruh halini yansıtırken 21. yüzyıl dünyası ve bu dünyaya her yeni gün daha fazla entegre olan Türkiye’de tepki topluyordu. Özetle, CHP’nin AK Parti karşısında ülkeyi işgalden kurtarma ve 1930’lu yılların Türkiye’sine dönmeyi isteyen modernlik nostaljisi oluşturan bir ruh hali vardı. Türban ile kavganın, mitinglerde 10.yıl marşlarının tercih edilmesinin, Atatürk ve cumhuriyet vurgusunun ve dış dünyaya kapanmak arzusunun izdüşümü bu modernlik nostaljisiydi. CHP adeta fotoğrafın bir kısmına odaklanıp diğer kısmını görme yetisini yitirmiş ve kendine has bir dünya yaratmıştı. Oysa fotoğrafın bütününe baktığımızda Türkiye hiç de CHP’nin söylemlerini yansıtan bir halde değildi. Evet fotoğrafın bir bölümünde kadrolaşmaların, yolsuzlukların ve ben bilirim jargonunun hakim olduğu bir AK Parti zihniyeti görünürdedir ancak bununla birlikte Avrupa Birliği üyeliği hedefine güçlü adımlarla ilerleme çabasında, ülkesindeki sorunları çözmek ve demokratikleşmek çabası içerisinde ve en önemlisi de halka refah, güven, özgürlük ve zenginlik verme mücadelesi içinde bir yönetim görünürdedir. Bir başka taraftan ise halk ne cumhuriyetin elden gittiğini ne de Atatürk’ün unutturulmaya çalışıldığını düşünmemektedir çünkü Türkiye halkı bu iki değere de sıkı sıkıya bağlanmıştır. Yüzde doksanın üzerinde nüfusu Müslüman olan bir ülkede başörtüsü yahut türbana ilişkin algılamaları “yobaz ve siyasal islamcı” şeklinde yansıtan CHP kadroları doğal olarak halktan kopmaktaydı.

İşte tam da bu noktanın sonuna gelinirken ve AK Parti iktidarı kaybetme korkusunu yitirirken CHP’de değişim umutları yeşermekte. AK Parti’nin iktidara geldiği günden itibaren CHP’nin izlediği siyaseti bir genel başkan değişikliği ile değiştirmek mümkün olacak mı? Halktan kopmuş, sosyal demokrat kimliği sadece tüzüğü ile sabit bir CHP, Deniz Baykal’ın gidişi ve adının önüne Gandhi lakabı yerleştirilen Kemal Kılıçdaroğlu ile “Halk Partisi” kimliğini ve “Sosyal Demokrat” anlayışını yeniden kazanabilir mi?

Bunların gerçekleşmesini bir genel başkan değişimi ile beklemek, Türkiye’de siyasi partilere sinmiş genel başkan diktatörlüğünü bir kere daha onaylamaktan öteye geçmeyecektir. Kemal Kılıçdaroğlu “CHP bir ekip partisi olacak” diyor olsa bile yapılan kurultayda MYK’nın yapısı aynen korunmakta ve güçlü genel sekreterlik devam ettirilmektedir. Ayrıca CHP’yi halktan kopardığını söylediğimiz “modernlik nostaljisi” halet-i ruhiyesi sadece Deniz Baykal’ın gidişi ile ne kadar değişebilir. Tüm bu süreçte bir Deniz Baykal’mı partiyi bu hale soktu? Dolayısıyla CHP’nin bir Deniz Baykal’ın gidişi ile değişmesini beklemek çok da gerçekçi olmayacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni döneme ilişkin yeni bir manifestoya ihtiyacı olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Bu manifesto belirlenirken sadece yolsuzluk – işsizlik gibi konularla ün yapan Kılıçdaroğlu ciddi bir ekibe ihtiyaç duyacaktır. AK Parti’ye muhalefet etmek için işsizlik ve yolsuzluk konularına sarılmak da yeterli olmayacaktır. Türkiye’nin sorunları sadece işsizlik ve yolsuzluk olmadığı gibi AK Parti’nin eleştirisi yapılırken de tutarlı ve öngörüsü olan öneriler geliştirmek gereklidir. CHP’nin demokratik açılım, dış politika, anayasa değişikliği gibi konularda alternatif sunacak çalışmaları derhal tasarlaması gerekmektedir.

Gelinen bu noktada Kılıçdaroğlu yeni bir umudu ifade etmektedir. CHP eğer iktidara yürümek ve ciddi bir alternatif olmak istiyorsa mutlaka siyasetinde değişikliklere gitmeli ve bu işi salt genel başkanlık değişimi ile geçiştirmemelidir. Aksi takdirde gelenin gideni aratacağını söylemek gerekebilir. Türkiye’de herkesin ve hatta Başbakan’ın bile özlem duyduğu güçlü muhalefet için Kılıçdaroğlu bir seçenektir. İktidarı zorlayacak, demokratikleşme yolunda iktidara katalizör görevi üstlenerek yardımcı olacak ve en önemlisi de siyasete gerilim ve kavgadan ziyade kibarlık ve uyum getirebilecek yeni bir anlayışı Kılıçdaroğlu ve yeni CHP getirebilir. Yeni CHP sadece tabanına değil, sosyal demokrat seçmene ve hatta sağ seçmene bile cazip gelerek iktidara da yürüyebilir. Hepimizin özlemle beklediği ve Türkiye’yi daha güçlü kılacak bir muhalefet anlayışına sahip olabilmek ümidiyle Kılıçdaroğlu’nu tebrik eder, başarılar dilerim.

Burak YALIM



14 Mayıs 2010 Cuma

Baykal’ın Şortu, Erdoğan’ın Montu, Bahçeli’nin Kravatı

Baykal geri gelecek mi, gelmeyecek mi? Yaşanan bu olay Türk siyasi hayatına yapılan bir operasyon mu değil mi? Acaba bu durumdan kim, nasıl karlı çıkacak? İşimiz gücümüz kalmadı bu ve benzeri sorulara cevap aramakla meşgul olmaktayız. Bir de 30 sene sonra 12 Eylül’de 12 Eylül Askeri Darbesini yapanları da ilgilendiren bir maddenin içinde olduğu anayasa değişikliği paketini referandumda hep birlikte oylayacağız. Siyaset dediğimiz mesele ile ister ilgilenin ister ilgilenmeyin bu soruların ve hesapların bir tarafında kendinizi buluyorsunuz. Ama mizah yapıyorsunuz ama ciddi analizler yapma çabasına girişiyorsunuz. Netice itibariyle hemen hepimiz bu meselelerin etrafında bir yaşam sürüyoruz.

Deniz Baykal’ın olay yaratan videosunu inanın bir kez bile izlemedim. Ancak basit bir akıl yürütme ile söyleyeceğim sözler elbette var. Anayasa değişikliği meselesini takip ediyordum ve o kadar sıkıcı oldu ki onu da bir yana atıverdim ama bununla ilgili de bir iki cümle kurabilirim. Peki, bunlara ilişkin kurduğum cümlelerin hali hazırda ne kıymeti olacak bunu merak ediyorum. Köşe yazarçizerlerimiz her gün hepsini okuyamasam bile bu konulara ilişkin birçok farklı yorum yaptılar. Okumayı çok da benimsemeyen bir toplum olarak en kötü bunları haberlerde izledik. Merak ediyorum acaba bilmem ne köyündeki bilmem hangi isimli teyze ile amca bu konuya ilişkin ne düşünüyor? Acaba Baykal’ın videosu ve Başbakan’ın bu konuda yorumu onları çok ilgilendiriyor mu? Yoksa tam da şu günlerde Bahar Şenlikleri havasındaki öğrenci arkadaşlarım gibi onlar da aman kime ne deyip bir kenara mı bırakıyorlar bu işi? Bu lafımdan bahar şenliklerine karşı olduğum anlaşılmasın. Mutlaka şenlikli bir öğrencilik olmalı, bunu şiddetle desteklemekteyim. Usulen katılmadığım yerler de yok değil ama meselemiz de bu değil. Meselemiz toplum olarak memleketi yönetenlerin içine düştükleri durum ile ne kadar ilgilendiğimiz yahut ilgilenip ilgilenmediğimizi sorgulamak. Memleketi yönetenlerin tartıştıkları konu ne kadar memleket meselesidir bilemem ama bizim memleketimizin insanı da memleket yönetenleri ne kadar önemsiyor acaba? Ana muhalefet ve iktidar partilerinin hazineden aldıkları parayı düşünüyorum da bizim toplumun bu partilerde yöneticilik yapanları önemsemesi gerekiyor. Bırakın milletvekili maaşlarını. Hadi onlar bizden olsun. Ama partiler bu kadar hazine yardımı alırken ve biz bu partileri siyaset üretmek, memleketi daha iyiye götürecek siyaseti belirlemek için yönetime taşırken siyasetçilerin birbirlerini alt etmek için kurguladıkları işlere bakın. Neymiş efendim, Baykal hanımına ihanet etmiş ve bunun videosu internete düşmüş, bunu acaba iktidar mı yapmış yoksa kendi partilileri Baykal’ı bitirmek için mi yapmış, ya da bu işin içinde Ergenekon olabilir miymiş kabilinden binlerce senaryo. Yahu bu tartışmaların hangisi milletin karnını doyuracak? Mutlaka siyaset bir rekabet alanıdır ve partiler birbirlerini alt etmek için mücadele etmelidir ama mücadelenin de böylesine pes doğrusu.

Şimdi merakla ve ısrarla sormak istiyorum. Sevgili genç arkadaşlarım, bahar şenliklerine bile gitmek için yeterli bütçeye sahip misiniz? Sevgili büyüklerim, ağabeylerim, ablalarım, teyzelerim, amcalarım v.b. siz acaba hayatta isteklerinizi yerine getirmek konusunda ne kadar yeterli imkâna sahipsiniz? Cevap beklemeye sanırım gerek yok. Anlıyorum ki hepinizin sıkıntıları var. En azından içinizde yaşayan biri olarak bunu gözlerimle görmekteyim. Peki, bu durumda, Baykal’ın donu, Erdoğan’ın fanilası, Bahçeli’nin kemeri v.s. bizi neden rahatsız etmiyor? Diyeceksiniz ki rahatsız ediyor. O zaman neden halen daha sessiz sedasız durmakta ve bu durumlara karşı tepkinizi koymamaktasınız? Sanırım biz milletçe devletimizi çok seviyoruz ve istiyoruz ki devlete isyan edilmesin. Sokaklara çıkılmasın, Baykal’ın şortuna Erdoğan’ın montuna ve Bahçeli’nin kravatına küfür edilmesin. Ben ediyorum sevgili dostlar, hepsinin bizim paramızla bizim önümüzde bizi ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmasına küfür de ediyorum isyan da ediyorum. Bu isyan ne zaman büyüyecek, ne zaman bu isyandan bu isimler ürkecek, işte esas demokrasi o zaman bu ülkeye gelecek haberiniz olsun.

Burak YALIM

14.05.2010

21 Nisan 2010 Çarşamba

Küçük Düşünmenin Avrupa için Hazin Sonu Tanınmış KKTC Olacak

KKTC’de başlayan yeni dönemin hangi gerekçeler ile başlamadan sonlandırılmak istendiğini birçok yazarçizer tarafından seçimler bittiği andan itibaren dinliyoruz. Eroğlu’nun cumhurbaşkanı olarak seçilmiş olmasını Kıbrıslı Türklere adeta hakaret edercesine Türkiye’nin Ergenekon uzantısının AKP’yi şimdi KKTC üzerinden sıkıştırmaya çalışacak olması şeklinde yorumlayanlar bile var. Biz Türklerin biraz komployu fazla sevmesinin biraz da her şeyi olağanüstü etkilere, yüksek siyasete yormasının, karşımıza bu gibi yorumları daha çok çıkaracağını düşünüyorum. Oysa KKTC’de Eroğlu’nun seçilmesi Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği’ne, Kıbrıslı Rumlara ve kendilerini tecrit eden dünyaya verdikleri bir mesaj olarak algılanmalıdır. Fakat bu başlangıçları herhangi bir eyleme müsaade etmeden öldürme ve biraz da yüksek siyaset yapacağım derken küçük düşünme anlayışı sadece bizde yok.

The Guardian gazetesi yazarlarından ve esasen Başbakan Erdoğan’ı destekler mahiyetteki yazıları ile tanınan Simon Tisdall da son yazısında Kıbrıs’taki gelişmelere tek boyutlu bakanlar arasında. Tisdal yazısında “KKTC’de pazar günü yapılan başkanlık seçimini emektar milliyetçi Derviş Eroğlu’nun kazanması, adada BM aracılığıyla yürütülen yeniden birleşme görüşmeleri için muhtemelen ölümcül bir darbe.” ifadelerine yer verirken, Kıbrıs Sorunu’nun çözüm parametresini salt görüşmeler ve birleşme üzerine kurguluyor. Tisdal’ın yazısı şöyle devam ediyor “Kıbrıslı Rumların 2004’te BM’nin Annan planını reddetmesinin ardından canlanan süreç, yine yaşam desteğiyle ayakta duruyor. Çok dramatik bir gelişme yaşanmazsa ölüm kaçınılmaz görünüyor, yani günün birinde bölünme kalıcı hale gelecek. ”. Anlaşılan o ki Tisdal’a göre Rumların Annan Planını reddetmesi iyi bir şey olmuş ve süreci canlandırmış ama Eroğlu’nun cumhurbaşkanı olması Kıbrıs meselesini yaşam destek ünitesine bağlıyor ve hatta ölümü kaçınılmaz kılıyor. Bu bakış açısının sadece Avrupa Birliği perspektifine sahip olduğunu, Türkiye’nin yeni dönem dış politika anlayışına hiç dikkat edilmeden ve Kıbrıslı Türklerin seçimde verdikleri mesajı iyi okumadan yapılan bir yorum olduğunu söylemek zor değil. Tisdal’ın gözden kaçırdığı noktalardan birisi Kıbrıslı Türklerin seçimde Eroğlu’nu desteklemesinin sadece Mehmet Ali Talat’a verilen bir tepki değil aynı zamanda Annan Planına evet diyerek uluslararası toplum ile buluşmak iradesini göstermesine karşın oyalanan Kıbrıslı Türklerin Avrupa Birliği ve diğer uluslararası aktörlere verdiği bir mesaj olduğudur. Tisdal’ın yazısına başlık olarak seçtiği Kıbrıs’ta top Erdoğan’da söylemi de esasen yerini bulmamaktadır. Tisdal Erdoğan’a topu atarken Kıbrıslı Türklerin “Anavatan” ne derse o olur anlayışını yıktığını görmezden gelmektedir. Avrupa Birliği ve Batı dünyası demokrasinin beşiği olarak adlandırılırken ve demokratikleşme yolunda dünyanın geri kalanına ders verme çabasındayken Tisdal gibi bir yazarın Kıbrıslı Türklerin demokratik tercihlerini hiçe sayan bu yaklaşımı çelişki oluşturmaktadır. Tisdal’ın sadece Avrupa gözlüğü ile meseleye bakışını açıkça gösteren bir diğer yaklaşımı ise 2009’un Eylül ayında The Guardian’da “Kıbrıs Çıkmazı AB’ye Endeksli” başlığıyla yayımlanan yazısında açıkça görülüyor. Yazarın bu köşe yazısında kullandığı argümanda Kıbrıs Sorunu’nda kat edilecek mesafeyi doğrudan Avrupa Birliği’ne bağlıyor. Ancak tarihte kısa bir yolculuğa çıktığımız zaman Kıbrıs Sorunu’nun esasen Birleşmiş Milletler platformunda başladığını ve BM Güvenlik Konseyi tarafından 19, BM Genel Kurulu tarafından da 3 kararın sadece Kıbrıs Sorunu üzerine alındığını görebiliriz. Bu durum Avrupa Birliği’nin soruna taraf olmadığı anlamına gelmemekle birlikte sorunun 1990’lı yıllardan itibaren tarafı haline gelen Avrupa Birliği’nin çözüm noktasında BM parametrelerinden daha etkin olacağını düşünmek ya da sorunun çözümünü AB’ye yüklemek mantıklı değildir.

“Kıbrıs’ta top Erdoğan’ın Sahasında” başlıklı yazısında Tisdal’ın düştüğü bir diğer yanlış ise adada çözüm için Türkiye’ye yaptığı önerinin anlamsızlığıdır. Tisdal yazısının son paragrafında Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın yılsonuna kadar çözüm hedefine işaret ederek adadaki Türk Askerlerinin aşamalı olarak geri çekilmesinin iyi bir başlangıç olacağı önerisinde bulunuyor. Bu noktada askerlerin geri çekilmemesi veya çekilmesi meselesi yerine neden ilk adımın Türk tarafından beklendiği merak konusu. Oysa 2004 yılında Annan Planı’na evet oyu vererek ada Türkleri ve bu planı destekleyen garantör Türkiye birleşme ve çözüm yönünde iyi niyetini göstermişti. Tisdal’ın gözden kaçırdığı nokta Avrupa Birliği üyesi yapılan Rumların şımarıklığı ve ellerine geçen 2 fırsatı da değerlendirmemiş olmasıdır. 2004 yılında lehlerine olduğunu düşündüğüm Annan Planı’na hayır diyen Rumlar, 2005 yılında karşılaşabilecekleri en yumuşak müzakereci Talat’ı ve Talat’ın tüm tavizkar tutumunu da ellerinin tersi ile itmişlerdir. Gelinen bu aşamada eğer adada birleşme yönünde bir çözüm istiyorlarsa, AB yetkililerinin ve diğer aktörlerin Kıbrıslı Rumlara telkinlerde bulunması ve sürecin tıkanıklığının sebebini Rum tarafında araması beklenmelidir. Aksi takdirde nasıl BM’nin 1244 sayılı kararının Kosova’nın bağımsızlığı önünde engel olmadığına inanmışlarsa, 540 ve 541 sayılı BM kararlarının da KKTC’nin bağımsızlığı için engel teşkil etmeyeceğine inanmak durumunda kalabilirler. Bu noktada da Başbakan Erdoğan’ın Annan Raporunu BM Güvenlik Konseyinde veto eden Vladimir Putin ile samimi diyalogunu ilerletmesi gerekli olacaktır. Annan Raporu’nu BM Güvenlik Konseyi’nden geçirdikten sonra Türkiye’nin Bm Güvenlik Konseyi’nce alınan 540 ve 541 sayılı kararları tartışmaya açması gerekecektir.

*bu yazı ilk olarak www.caspianweekly.org adresinde yayınlanmıştır

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kıbrıs Sorunu’nda Yeni Dönem

KKTC’de Dr. Derviş Eroğlu’nun zaferi ile sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimleri propaganda sürecinde uluslararası toplum tarafından büyük bir ilgi ile izlenmişti. Seçimlerden önce uluslararası toplum tarafından ısrarla vurgulanan, Eroğlu’nun seçimi kazanması halinde Kıbrıs Sorunu’nda müzakere süreci ile devam eden çözüm arayışlarının sekteye uğrayacağı ve olası çözümün gerçekleşmeyeceği yönündeydi. Bu durum dolaylı yoldan eski Cumhurbaşkanı ve müzakereci Mehmet Ali Talat’a destek sağladığı gibi Kıbrıslı Türklere de eğer çözüm istiyorsanız Eroğlu’nu değil Talat’ı seçin mesajı veriyordu. Uzun zamandır Kıbrıs adasına gelmeyen Birleşmiş Milletler Sekreteri Ban’ın seçimlere çok az bir süre kala adaya gelmesi, Mehmet Ali Talat ve Hristofyas’ın müzakere sürecini seçimlere çok az bir zaman kalana kadar hızla ve ısrarla sürdürmesi ve adadaki duruma ilişkin çeşitli aktörlerin yaptıkları açıklamalar bunun en açık göstergeleriydi. Kıbrıs Sorunu’nun önemli bir tarafı olan Türkiye’de de eşit mesafeli bir duruş sergilenmeye çalışılsa bile görünen ruh halinin yansıması KKTC’de mevcut yönetimin sürmesi ve müzakerelerin aynı ekiple devam ettirilmesi yönündeydi. Uluslararası aktörler, Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve hatta Türkiye KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin demokratik ortamda geçmesi temennilerini iletirken bir yandan da Talat’ın kazanmasının süreci normal seyrinde ilerletecek olduğunu dolaylı yollarla ifade ediyordu. Peki, uluslararası toplum ve adı geçen tarafların Talat’ı destekler mahiyette tutumlarının sebebi neydi? Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi açısından bakıldığında müzakere sürecinde Talat’ın çözümü kotarmak adına tavizkar bir tutum sergiliyor oluşu önemliydi. Uluslararası aktörler -ki burada önemli olan Avrupa Birliği ve ABD’nin tutumlarıdır- ise Mehmet Ali Talat gibi uyumlu ve tabiri caizse bir denileni iki etmeyen bir liderle muhatap olmayı daha makul görmekteydiler. Türkiye ise Avrupa Birliği sürecinde kendisi için önemli bir kilometre taşı olan Kıbrıs Sorunu’nun biran önce çözülebilmesi için hali hazırda müzakereleri yürüten ve önceki müzakerecilere oranla daha ılımlı olan Talat’ı, çözüm parametrelerini değiştirmesi olası görünen Eroğlu’na tercih etmekteydi. Fakat Türkiye açısından bakıldığında tek ihtimalin federasyon temelli bir çözüm ve 1960 şartlarına dönüş olarak görülmesi, 1974 yılında gerçekleştirilen Barış Harekâtı’nı anlamsız kıldığı gibi Kıbrıs Rum tarafının tıpkı 1963’te yaptığı gibi kurulacak bir antlaşmayı sulandırarak Kıbrıs Türk halkını azınlık statüsüne düşürme ihtimalini yok saymak düşüncesini akıllara getirmektedir. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakere sürecinde kapatılan başlıkları açmasının yolu, federasyon temelli bir çözümden başka seçenekleri de içinde barındırabilir ve bu anlamda Talat’ın çözüm için tek ihtimal olarak algılanarak Eroğlu’na karşı dolaylı yoldan desteklenmesi manasız olduğu gibi AK Parti hükümetinin bir bakıma iç tutarsızlığını göstermiştir. Çünkü AK Parti hükümeti Türkiye siyasetinde edindiği rol itibariyle demokrasi vurgusunu en çok yapan, çeşitli engellemelere rağmen halk iradesinin tecellisi ile iktidarını koruyan bir siyasi hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Ergenekon iddianamesi etrafında hukuki süreci devam eden darbe planları, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karşılaşılan 367 engeli, Anayasa Mahkemesi tarafından yetki aşımı yapılarak yasama organı üzerinde etki oluşturulması durumları ile karşılaşan AK Parti’nin bu durumlarda en büyük vurgusu her zaman demokrasi ve halk iradesi olmuştur. Bu anlamda AK Parti Hükümeti’nin KKTC seçimleri bağlamında yaptığı açıklamalar her ne kadar bu vurguları içerse bile herkesin de takdir ettiği üzere dolaylı bir etkileme ve Talat’ın destekçisi pozisyonunda konumlanma durumu yaşanmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri de seçimler sonuçlanmış olmasına rağmen Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Dr. Derviş Eroğlu’nu ilk fırsatta aramamış olması ve tebrik mesajlarını geciktirmesidir.

Maybe Annem

Seçim sonuçlarının Eroğlu’nu saraya taşıması uluslararası aktörlerin ve hatta Türkiye’nin dolaylı ve doğrudan müdahalelerine rağmen Kıbrıs Türk halkının demokrasi mücadelesinden başı dik çıktığını açıkça göstermiştir. Dr. Derviş Eroğlu, karşısında kurulan tüm kampanyalara rağmen seçimden zaferle çıkmıştır. Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken nokta dün “Yes be annem” diyerek Annan Planı’na destek arayanların bugün kaybedişlerinin “No be annem” manası taşımadığıdır. Kıbrıs Türk Halkı Eroğlu’na verdiği destek ile ne kendini dünyadan izole edecek ve çözümsüzlüğü sürdürecek bir anlayışı ne de daha önce Talat cephesince gerçekleştirilen omurgasız müzakere sürecini istememektedir. Kıbrıs Türk Halkı bu kez “Maybe annem” diyerek ne dünyaya kendini kapatmak ne de dünyaya açılmak uğruna toptan evetçi olmak arasında bir çizgi belirlemiştir.

Seçim Sonuçlarına Tepkiler

Seçimlerin sonuçlanmasından sonra uluslararası medya kuruluşlarına düşen haberleri incelediğimizde haberlerin ortak noktalarından birinin müstakbel Cumhurbaşkanı Eroğlu’nu aşırı sağcı bir çizgide tanımlamaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu tanımlama elbette Eroğlu’nun partisi ve siyasi hayatı boyunca izlediği politikalar ile ilişkilendirilebilir ancak aşırı sağcı ve çözümden uzak lider tanımlamaları, Eroğlu’nu daha müzakere masasına oturmadan dünya kamuoyu önünde çözüm istemeyen bir lider olarak angaje etmek çabasında olan Kıbrıslı Rumları mutlu etmektedir. Dış basında çıkan haberlerde kullanılan ifadelerin yanı sıra seçimlerin nihayete ermesi ile birlikte gerek Kıbrıs Rum Yönetimi gerekse Yunanistan medyası tarafından yapılan olumsuz açıklamalar yeni cumhurbaşkanı Eroğlu’nun önümüzdeki süreçte müzakere masasında muhatapları tarafından ne şekilde algılanacağını göstermektedir. Yunanistan ve Rum medyalarının Eroğlu’nun seçimi kazanmasını kaygı verici olarak yorumlaması, Eroğlu’nu Rauf Denktaş’a benzeterek “seçimleri yeni Denktaş kazandı” şeklinde ifadeler kullanması, Yunanistan’da çıkan Apoyevmatini gazetesinin “çözüm isteyen tek lider Talat kaybetti” şeklinde haber yapması, Kıbrıs Sorunu’nda karşı taraf olarak nitelendirebileceğimiz Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın KKTC’de başlayan yeni döneme ilişkin ilk reflekslerini göstermektedir. Yunan ve Rum medyalarının seçim sonuçlarına ilişkin ilk reflekslerinden anlaşılacağı üzere Eroğlu’nun federasyon yerine konfederasyon isteyen yaklaşımı ve belki de ilerleyen döneme ilişkin daha radikal yaklaşımlar ile birlikte KKTC’nin tanınması yolunda yapılacak girişimler, Rumları ve Yunanlıları ürkütmektedir.

Kıbrıs Sorunu’na Eroğlu Çözüm Modeli

KKTC’de yaşanan yönetim değişikliği ile birlikte yeni cumhurbaşkanı Eroğlu müzakerelere devam mesajı vermiş olsa bile müzakerelerin eski seyrinde devam etmesi çok da mümkün görünmemektedir. Eroğlu müzakere masasına oturacağım derken aynı zamanda 1974 şartlarından geriye dönüş olmayacağını da vurgulamaktadır. Talat ile Hristofyas’ın müzakere masasında ulaşmaya çalıştıkları çözüm siyasi eşitliğe sahip iki toplumun oluşturacağı tek bir devlet olarak federasyonu öngörüyordu. Dolayısıyla bahsi geçen çözüm Ağustos 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne geri dönüşü işaret ediyordu. Müzakerelere devam edeceğini her fırsatta dile getiren yeni cumhurbaşkanı Eroğlu’nun çözüm öngörüsü ise 1974’ten geriye gitmeyen ve iki devlet tarafından kurulması öngörülen konfederal bir yapıya vurgu yapıyor. Kıbrıs Rum yönetiminin ise bu argümanlarla karşılarına gelecek olan Eroğlu ile müzakere masasına oturması pek mümkün görünmüyor. Çünkü Kıbrıslı Rumlar halihazırda adanın tamamını temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa Birliği üyesi olmuş durumdalar ve Kıbrıslı Rumların çözüm yolunda Kıbrıslı Türklere karşı böyle bir moral üstünlük ve rahatlığı söz konusu.

KKTC’nin Tanınması Olasılığı ve Türkiye’nin Politikaları

Çözümün Türkiye açısından değerlendirmesi ise doğrudan Avrupa Birliği parametreleri ile ilgili. Bilindiği gibi Avrupa Birliği müzakere sürecinde Kıbrıs Sorunu Türkiye’nin elini kolunu bağlamış durumda. Tüm bu olumsuzluğa rağmen Türkiye’nin son dönemde izlediği proaktif dış politikanın dengeleyiciliği ve 2004 Annan Planı’na %65 oranında evet oyu vererek çözümsüzlüğü Rumlara yıkan moral üstünlük doğru kullanılabilirse, bunun yanı sıra geçtiğimiz 5 yıllık süreçte Avrupa Birliği’nin vaat ettiği izolasyonların kaldırılması, KKTC’ye mali yardım gibi konularda herhangi bir ilerleme olmamasının bugünkü seçim sonuçlarını doğurduğu göz önünde bulundurulursa, Türkiye Kıbrıs Sorunu’nda olumlu istikamette mesafe kaydedebilir. Nihayetinde Talat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde ve Kıbrıs Sorunu’nun uluslararası hale geldiği günden bu zamana kadar adada yaşayan iki kesimin talep ve ihtiyaçlarının uluslararası aktörler tarafından eşit seviyede değerlendirilmediği açık bir gerçektir. Geldiğimiz bu aşamada müzakerelerden kaçmayan bir tavır ile sabırlı ve stratejik bir politika izlenerek KKTC’nin tanınması da sağlanabilir. Türkiye’nin uzun bir dönemdir sıkça dillendirdiği “Kıbrıs Sorunu’nun çözümü Birleşmiş Milletler parametreleri etrafında gerçekleşmeli” tezi ile birlikte Kosova’yı bağımsızlığa götüren süreç örnek alınabilir. Hatırlanacağı üzere Kosova’nın bağımsızlığı da Birleşmiş Milletler zemininde sabırla yürütülen müzakerelerin sonucunda gerçekleşmişti. Türkiye, Kosova’yı tanıyan bir ülke ve ABD’nin stratejik müttefiki olması özelliğini kullanıp, her geçen gün Rusya ile ilişkilerinin seviyesini olumlu yönde arttıran bir ülke özelliğini de değerlendirerek ilerleyen dönemde Güney Osetya’yı da tanımak ihtimali dahil KKTC’yi tanıtacak politikalar izleyebilir. Bu denklemde Türkiye çok yönlü dış politika anlayışını kullanabilmelidir. KKTC’nin tanınmasının Kıbrıs Sorunu’na çözümü daha kısa yoldan getireceğini söylemek de mümkündür. Kabul edilmesi gerekir ki Kıbrıs Adasında yaşayan iki halk vardır ve bunlar arasında gerçekleştirilecek çözüm ancak eşitliğe dayalı olmalıdır. Hali hazırda tanınan bir Rum Devleti varken KKTC’nin de tanınması olası konfederal çözümü kolaylaştıracaktır.

*bu yazı ilk olarak www.caspianweekly.org adresinde yayınlanmıştır.