Bu İşte “bir iş var” Dedirten Ak Parti
Burak Yalım yazdı... - Çar, 18/01/2012 - 16:43
Son dönemde sürekli olarak “ya iktidar partisinde ciddi bir değişim mevcut ya da bizim bildiğimiz iktidar partisi bu değil”
diye düşünmeye başladım. Farkında olduğum ve üzülerek izlediğim ciddi
bir erozyon var Ak Parti’de. 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinden bugüne
kadar ceberrut devletle hesaplaşan, öne devleti değil bireyi koymak
suretiyle milletin gönlünü kazanan ve demokratikleşme diye
adlandırdığımız Türkiye’nin normalleşmesi sürecini yürüten Ak Parti son
zamanlarda ortada yok. Aksine Ankaralılaşma hastalığına tutulmuş, devlet
refleksleri veren, bu kadar demokratikleştirdik ya daha ne istiyorsunuz
tavrında ve özellikle milletin vicdan ve merhametine sığmaz bir takım
uygulama ve reflekslere bürünmüş bir Ak Parti var son dönemde. Şimdi
kimse kalkıp bunlar hep böyleydi şimdi mi anlıyorsun demek yoluyla skor
üretmeye kalkmasın. Hele hele ulusalcılık ve kemalizm kokanlara,
ulusalcılığın dar perspektifi ile dünyaya bakanlara fırsat vermek değil
niyetim. Onların tezlerinin çağın çok gerisinde kaldığını defalarca
yazdım. Ancak Ak Parti’nin her yeni günde bildiğimiz kimliğinden uzağa
doğru giden uygulamalarını anlamlandırabilmiş değilim. Başbakan
Erdoğan’ın “mazlumların sesiyim” iddiasını kaybettiği “bedelli askerlik”
uygulaması ile zihnimde sorular belirmişti. Yine o esnada “şike yasası”
olarak bilinen uygulamanın cumhurbaşkanının geri göndermesine rağmen
aynen kabulü ile derinleşen bu sorular Uludere’de yaşanan faciadan sonra
ve en son Hrant Dink davasının gülünç bir şekilde karara bağlanması ile
cevap bulmaya başladı. Evet, bu Ak Parti bildiğimiz Ak Parti değil!
İktidara
geldiği günden bu zamana kadar sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi
olduğu iddiasında olan ve bunu da çeşitli örneklerle gösteren
Başbakan’ın bedelli askerlik uygulamasını grup toplantısında açıklarken
sahip olduğu tavır eminim vicdanları sızlattı. Başbakan’ın çok uzak
olmayan bir zaman önce “ben vatandaşımla konuştum, parası olan
yapmayacak fakir kimsesiz olan askere gidecek, ben şahsen R. Tayyip
Erdoğan olarak böyle bir şeye imza atmam” diye bir demeç vermiş olmasına
rağmen bu konuda sergilediği tavır Başbakan’a inanmış ve güvenmiş
kitleler için kabul edilemezdi. Benzer bir yanlış “şike yasası”
konusunda yapıldı. Toplumun vicdanını rahatsız ettiği için Cumhurbaşkanı
tarafından geri gönderilmesine rağmen inat ve ısrarla yasayı aynen
TBMM’den geçirmek bildiğimiz Ak Parti tarafından yapılmamalıydı. Çünkü
Ak Parti’nin her zaman dillendirdiği biz gücümüzü milletten alırız,
milletimize sorarız söylemi ve iddiası bu minvalde akamete uğradı.
2011’i tamamlayıp yeni bir yıla girmenin arifesinde yaşanan Uludere
olayı ise Ak Parti ve Başbakan Erdoğan’ın özellikle Kürt halkının
vicdanındaki yeri epey sarstı. Uludere olayı basit bir hata olarak
geçiştirilmeye çalışıldı. Sorumluların bulunacağı ve soruşturma
yapılacağı ilan edildi ancak halen daha ortada somut bir sonuç yok.
Hatayı kabullenen iktidar bir özür dileme zahmetinde bulunmazken BDP’nin
provokasyonlarını da kullanarak kendini adeta sütten çıkmış ak kaşık
haline getirmeyi bile becerdi. Oysa Uludere’de bir ihmal varsa bu sadece
komuta kademesi işaret edilerek geçiştirilemezdi. Yok, eğer ihmal değil
ciddi bir yanıltma söz konusu ise ve bu yanıltma ile hükümetin açılım
politikaları ve bölge ile ilişkileri bozulmak istenmişse bunun üzerine
gidilememesi daha da vahim. Çünkü Uludere olayı ile Başbakan Erdoğan’ın
vicdanına ve merhametine inanan birçok Kürt artık bu inancını sorgular
hale geldi. Dersim’den özür dileyen Başbakan’ın kendi icraat döneminde
yaşanan Uludere olayından dolayı özür dileyememesi samimiyetini de
sorgulanır hale getirdi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in bir garabet
ifadesi olan sözlerini anmıyorum bile.
Tüm bu yaşananları
zihnimde sorgular ve bir yazıya konu etmeyi düşünürken Hrant Dink
davasıyla ilgili komedi yaşandı. Yasin, Ogün ve Erhan isimli üç kişi
kafa kafaya verip Hrant Dink’i öldürmüş, pardon hatta öyle bile olmamış
diyebiliriz çünkü örgütlü bir suça bile hükmetmedi mahkeme. İktidarın bu
konuda yapabileceği bir şey yok, mahkemelere mi karışsın, yargıya mı
müdahale etsin diyenler olabilir. İlker
Başbuğ’un tutuksuz yargılanması
daha doğru olur diyebilen Başbakan ve Cumhurbaşkanı yargıya müdahale
etmedi mi? Eğer Hrant Dink 2007’de değil 1997’de katledilseydi, o zaman
da sadece 3 çocuğun işlediği bir cinayet olarak mı görülecekti yoksa tüm
ses kayıtları telefon görüşmeleri, derin bağlantılar ve her ne varsa
gazetelerde sayfa sayfa ifşa edilip örgüt bağlantısı, derin devlet
bağlantısı kurulabilecek miydi? Bu soruya verilecek cevap çok önemli.
Sanırım Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olup olmadığı veya değişip
değişmediğinin de cevabı burada gizli. Hrant Dink öldürüldüğü tarihte
kritik görevlerde olan Muammer Güler, Celalettin Cerrah ve Cemil
Çiçek’in bu cinayetle yakından uzaktan bir bağlantısı mı var? Sırf bu
bağlantı olduğu için mi bu dava böyle noktalandı yoksa Ergenekon
davasında yargılanan Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mi korunmak
isteniyor? Biliyorsunuz Hrant Dink’in 301’den yargılandığı davalara Veli
Küçük ve Kemal Kerinçsiz mutlaka gider, milliyetçi ve şoven gösteriler
tertiplerdi, Hrant’ın öldürülmesinin 3-5 çocuk işi olmadığını biliyorken
mantığımın ulaştığı tek nokta şu, mahkemeler ya Ergenekon sanıklarını
koruyor ya da yukarıda saydığım Ak Parti’li isimler korunuyor. Bunlara
bir cevap vermedikçe, Hrant’ın soğuk bedeni öylece ortada duruyorken Ak
Parti’nin iddia ettiği “Yeni Türkiye” söylemine nasıl inanacağız?
Uzun
lafın kısası ya Ak Parti devletleşiyor ya da eski devlet refleksi Ak
Parti ile pazarlık masasında anlaşmaya çalışıyor. Her iki ihtimal ise
bize Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olmaktan uzak bir yere geldiğini
gösteriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında her türlü detayı bulan polis
ve mahkemeler Hrant Dink davasında eğer örgüt bağlantısını bulamıyorsa
bu işte bir iş var demektir. Mazlumların sesi olan Ak Parti “bedelli
askerlik” uygulaması yapıyorsa, “şike yasası” dediğimiz adalete olan
inancı sorgulatan yasayı uygulamaya koyuyorsa ve milli birlik ve
kardeşlik projesini uygulamaya koymasına rağmen 34 Kürt Vatandaşın
ölümüne oldukça duyarsız kalıyorsa bu işte gerçekten bir iş var
demektir. Tüm bu mülahazaların toplamında son söz olarak henüz taslağı
bile oluşamayan “Yeni Anayasa” konusundaki iştahsızlığı da belirtmek
isterim. Son 10 yılda demokratikleşme adına ne yaptıksa halen
kurumsallaştıramadık. Halen daha 1982 Anayasası ile ileri demokrasiye
yürüyoruz. Sanırım bu işte de bir iş var. Bizim temennimiz iktidarın
ilk göreve geldiği gündeki gibi demokratikleşme çıpasına sıkı sıkıya
tutunarak, milletten kopan ve devletleşen yörüngeden biran önce
dönmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder