22 Haziran 2010 Salı

Siyasi Kavga Terör Sorununu Çözemez!

Türkiye gündemi doğal olarak teröre kilitlenmiş durumda. Basın yayın kanallarında son dakika haberleri üzerinden aldığımız şehit haberleri ile her yeni günde bir önceki acıyı dindirmeden yenilerini yüreğimizde hissetmekteyiz. Resmi kanallardan yapılan açıklamalar belki acıya uzak çevreleri telkin ve teskin ediyor olabilir ancak tahmin ediyorum ki ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor. Yıllarca gözünden sakındığı evladını gönderdiği vatan görevinden tabut içinde teslim alıyor olmak acısını herhalde yaşamadan anlamamız ve idrak etmemiz mümkün olmayacaktır. Ve inanıyorum ki yakınları şehit olan insanlar, özellikle evlatları şehit olan ana ve babalar bu acının düşmanlarının başına gelmesini istememektedir. O halde bu acılar ne zaman duracak, bu acıların bitmesini kim veya ne sağlayacak soruları gündeme gelmektedir. Fakat basın yayın üzerinden görüşlerini izleyip dinlediğimiz devletlü zatlarımız bu konuda bir mutabakata, bir hep birlikte yol alma niyetine bürünmüş değillerdir.

Hakkâri’de 11 vatan evladını kaybettiğimizi basından öğrenirken aynı anda muhalefet partilerinden gelen açıklamaları hayretler içerisinde karşıladım. Sn. Bahçeli bu elim saldırılardan siyasi iktidarı sorumlu tutarken çiçeği burnunda muhalefet lideri Sn. Kılıçdaroğlu “açılım açılım dediler bu hallere geldik” diyerek Sn. Bahçeli ile aynı çizgide iktidar partisine yükleniyordu. Başbakan Erdoğan ise muhalefet liderlerine yanıt verirken, gelin hep birlikte yapalım çağrısını yineliyor ama bir yandan da siz bu işlerden anlamazsınız mesajını en sert üslubu ile yineliyordu. Dolayısıyla bu tablodan ortaya çıkan sonuç iktidarı ve muhalefeti ile Türkiye’nin ortak bir mücadele anlayışına sahip olamadığıdır. Aynı farklılıklar maalesef akademik çevrelere de tezahür etmiş durumdadır. Bazı akademisyenler meselenin sadece askeri boyutlarla çözümüne inanırken bazıları ise demokratik açılım sürecinin aklıselim ile değerlendirilip sürdürülmesinden yana tavır alıyorlar. Doğal olarak bu tabloda maalesef kazanan yine ve her zaman olduğu gibi bölücü terör ve bölücü terörü destekleyerek rant sağlayan çevreler oluyor. Beklentimiz herkesin aynı fikir etrafında kümelenmesi ve farklı bakış açılarının yok edilmesi değildir ancak terör örgütü ile ve terör ile mücadele ediliyorsa bu mücadelenin konunun uzmanı tüm taraflarca ve dünyadaki örnekleri de göz önüne alınarak değerlendirilmeye çalışılmasıdır.

Muhalefet ve muhalefet ağzı ile konuşan çevrelerin sanki terör sadece AK Parti iktidarı döneminde can yakmaya başlamış gibi yaklaşarak sadece siyasi iradeyi suçlaması ve iktidar partisinin de bu suçlamalar karşısında -aslında eşyanın tabiatı gereğince- kendini savunurken üslubunu haddinden fazla sertleştirerek muhalefeti bu süreçte katkı sağlamaya (zaten niyeti yokken) daha da uzaklaştırıcı ve dışlayıcı tavır takınması doğal olarak sokaktaki vatandaşın da terörün biteceğine dair umutlarını yok etmektedir. Terör meselesi ile ilgili hasbelkader teorik ve pratik anlamda çalışan hemen herkes bilmektedir ki terörle mücadelede en önemli üstünlük psikolojik üstünlüktür ve bu noktada halkın psikolojik desteği en önemli unsurlardan birini oluşturmaktadır. Bu noktada siyasilerin bir masa etrafında buluşamaması büyük sorun oluştururken diğer ve en önemli unsur ise medyanın rolüdür. Çeşitli uzmanlarca da dile getirildiği gibi maalesef medya bu konuda ciddi bir süreci başarısızlık ile sürdürmektedir. Haber verme özgürlüğü hakkı saklı kalmak kaydı ile televizyonlara yansıyan görüntüler ve gazetelerdeki fotoğraf ve yorumlar ciddi bir süzgeçten geçirilmelidir. Bu anlamda özellikle son saldırılarla birlikte televizyona yansıyan görüntülerden halkın psikolojisi olumsuz anlamda etkilenmekte ve ortaya çıkan algı terörü bile aşarak bir savaş halini yansıtmaktadır. Netice itibariyle bu algının yarar sağladığı tek yer yine terör örgütü ve terörün insanların psikolojisini olumsuz etkilemesinden nemalananlardır.

Netice itibariyle Türkiye zor bir süreçten geçmektedir. Bu zor süreç içerisinde iktidar muhalefet kavgasına kimsenin tahammülü kalmamıştır. Bundan önce anayasa değişiklikleri, özelleştirme meseleleri, yargısal meseleler v.b. konularda yaşanan kavgaların geri dönüşü mümkün olan meseleler olduğu ortadadır ancak terörle mücadelede kaybedilen canları geri getirecek hiçbir mekanizma bulunmamaktadır. Diğer yandan kaybedilen vatan evlatları her zaman söylediğimiz üzere milletvekili, bürokrat v.b. çocuğu da değildir. Bu durumun rahatlığı ile kendi siyasi gelecekleri açısından terör üzerinden kavga eden siyasilerin de terör sorununun çözümünü sulandırdıkları ve en ağır ifade ile memlekete ihanet ettiklerini belirtmek gerekmektedir. Sorunlar mutlaka konuşularak ve tartışarak çözülecektir ancak bu tartışmaların çözümü hedefleyen, sağduyuyu içinde barındıran tartışmalar olması çok önemlidir. Herhangi bir siyasetçiye mikrofon uzatılıp terör sorunu nasıl çözülür diye sorulduğunda, verdiği demecin siyasi rakip olduğu partiyi suçlamaktan öteye geçebilmesi ve somut öneriler içerebilmesi terör sorununu çözme niyetini taşıyıp taşımadığı yahut bu sorundan canının yanıp yanmadığını turnusol kâğıdı gibi bizlere göstermektedir. Milletimizin bu noktada, irade teslim ettiği siyasilerin hamasi söylemlerinden çok halkın çözüme dair umutlarını yeşertecek önerilere ve bu noktada sergileyecekleri inanca ihtiyacı vardır.

Terör gündemimize bugün girmemiştir. PKK terör örgütünün ilk gerçekleştirdiği Eruh saldırısından bu zamana kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneten siyasi iktidarlardan tutunda askeri yetkililere kadar herkes bu yükün altında kendini hissetmek zorundadır. Yaşanan maddi kayıplar belki tazmin edilecektir ancak yiten canların tazmini söz konusu olamayacaktır. Önemli olan bugünden sonra neler yapılacağının süratle tespit edilmesi ve yeni kayıpların yaşanmasının engellenebilmesidir. Bu bağlamda sorumluluk yetkililerdedir demek yeterli olmayacaktır. Terör sorunundan sadece canı yananların değil, bir bütün halinde tüm halkın, yetkilerini devrettiği makamları sorgulaması, baskı altına alması ve sorunun çözümü için ellerindeki imkânlar ölçütünde bu sürece katkı sağlaması gerekmektedir. Bu süreçte unutulmaması gereken önemli noktalardan birisi ise sürecin zor ve uzun olduğu ve yüksek sabır gerektirdiğidir. Çünkü terör bugün ortaya çıkmamıştır ve yıllar içinde karmaşık ve çok boyutlu ilişkiler kurmuştur. Dolayısıyla bu karmaşık ve çok boyutlu sorunun çözümünü de kısa vadede alabilmek pek mümkün değildir.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Eksen Kayması mı İktidar Kavgası mı?



Türkiye’nin Ürdün-Lübnan-Suriye ile serbest ticaret ve serbest vize uygulamasını öngören protokolün imzalanması ile birlikte alevlenen eksen kayması tartışmaları ile birlikte “Avrupa Birliği yerine Arap/Ortadoğu Birliği mi?” sorusu sorulmaya başlandı. Türk Dış Politikası’nda eksen kaymasına ilişkin tartışmalar daha öncede hararetle yapılmış ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’ndan tutunda Cumhurbaşkanı’na kadar yetkili tüm ağızlardan “eksen kayması” yaklaşımını doğru bulmayan ve böyle bir meselenin olmadığını belirten yorumlar yapılmıştı .

Eksen kayması tartışmalarının yapılmasının akademik üslubu geliştirmek ve yaşanan gelişmeleri tekraren analiz ederek anlaşılır kılınmasını sağlamak açısından yararlı olduğu kanaatindeyim. Türk Dış Politikası yapım süreci ve uygulama aşaması, farklı bakış açılarına sahip uzman ve akademisyenler tarafından mutlaka sorgulanmalı ve olumlu/olumsuz eleştirilerle desteklenmelidir. Ancak Türkiye’de yaşanan tartışmalara bakıldığında meselenin üzüm yemekten ziyade bağcı dövmek anlayışı etrafında geliştiği görülmektedir. Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili yaptığı her yeni hamlede “Arap Birliği” başlığı altında uzayıp giden tartışmalardan, “Türkiye’nin Filistin’de ne işi var?” gibi sorulara kadar artan eleştiriler gerçeği yansıtmamakla birlikte “eksen kayması” kavramı etrafında akıllara başka bir soruyu getirmektedir. Acaba “eksen kayması” var diyerek Türk Dış Politikası üzerinden iktidar partisine karşı farklı bir cephe açmak isteyenler mi var ve bu kişilerin “eksenleri” ile iktidar partisinin “ekseni” mi farklı? Şüphesiz iktidar partisine karşı cephe açanların eksenleri ile iktidar partisinin ekseni bir değildir ancak biraz içeriye dönerek meseleye somut örneklerle baktığımız zaman ortada kocaman bir çelişki olduğunu görebiliriz.

Türkiye’nin temel dış politika karakteristiği “batıcılık ve statükoculuk” üzere kurulmuştur. Batıcılık hedefi noktasında Türkiye ikinci dünya savaşının sonunda batılı örgütlere (NATO, IMF) üye olmuş ve akabinde Avrupa Birliği serüvenine başlamıştır . Bugün bakıldığında Avrupa Birliği ile ilişkilerde en yüksek ivmeyi yakalayan AK parti iktidarı olmuştur. Avrupa Birliği üyeliği konusunda müzakere tarihi alan ve bugün müzakereleri inişli çıkışlı yürüten AK Partidir. Bugün AK Parti’yi Türkiye’nin eksenini doğuya kaydırmakla eleştiren ve hatta suçlayan çevrelerin Türkiye’nin çağdaşlaşma ve modernleşme konusunda en hassas çevreleri olduğu gerçeği karşımızda dururken bu çevrelerin AK Parti’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde attığı adımları görmemesi ilginçtir. Aynı şekilde AK Parti’ye bugün “oynak dış politika”, “omurgasız dış politika” söylemleri üzerinden cephe açan çevrelerin Atatürkçülük ve laiklik konusundaki hassasiyetleri hepimizin malumudur . Peki, bu çevreler cumhuriyetin kuruş yıllarında ve akabinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından gerçekleştirilen Balkan Antantı (1934) ve Sadabat Paktı (1937) için ne düşünmektedirler? Bilindiği gibi Balkan Antantı; Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya arasında, Sadabat Paktı ise yine Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında imzalanmış antlaşmalardır. Bu durumda Atatürk dönemi dış politika anlayışımızda “oynak ve omurgasız” bir zemine mi oturmaktadır? Meselenin bir başka boyutu ise bugün iktidar partisini dış politikada eksen kayması üzerinden eleştirenlerle daha dün Türkiye’nin yönü “Çin-Rusya-İran” eksenli bir Avrasyacılık olmalıdır diyenlerin kurumsal ilişkileridir. Türkiye’ye Avrasyacı bir politika önerenlerin kısa bir zaman öncesinde NATO ve ABD ittifakına olan bağlılıkları da bir başka çelişki oluşturmaktadır. Bu önermelerden çıkan sonuç ise “biz yaparsak iyidir onlar yaparsa olmaz” anlayışından başka bir şeyi yansıtmamaktadır. Peki, bugün Türk Dış Politikası’nda yaşanan gelişmeler nelerdir?

Türk Dış Politikası içinde bulunduğumuz yaz sıcağından daha sıcak gelişmelerin içerisinde bulunmaktadır. Brezilya ile Türkiye’nin diplomasi zaferi olarak tüm dünya medyasına yansıyan İran’la gerçekleştirilen protokol, İsrail’in Mavi Marmara filosuna saldırısı, Türk - Arap forumu, Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı (AİGK/CICA), İran’a yeni yaptırımlar öngören BM Güvenlik Konseyi Kararı ve Kırgızistan’da yaşanan etnik çatışmalar… Tüm bu gelişmeler bir ay kadar kısa bir zaman içerisinde yaşanan ve Türk Dış Politikası’nın doğrudan ilgilendiği meseleler. Bunların dışında kurumsallaştırılmaya çalışılan Afrika ülkeleri ile ilişkiler, Latin Amerika açılımı ve elbette devlet politikası halinde süregelen Avrupa Birliği ile ilişkiler… Kuş bakışı bakıldığında Türk Dış Politikası’nın dünya üzerinde ilgilenmediği noktalar kalmıyor gibi bir durumu görebilirsiniz. Bunu daha da somutlaştıracak bir veri olarak dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun son bir yılda gerçekleştirdiği ziyaretlerin istatistiklerine bakmakta yarar var. Sayın Bakan, 83 kez yurtdışına çıkmış, 100 ülke ziyaret etmiş. Yurtdışında bir yıl içinde ikili görüşme sayısı 520, Türkiye’de kabul edip görüştüğü heyet sayısı 443. Geçen

hafta beş gün içinde 60 saati aşkın süre havada kalmış. Seyahatlerinin 46’sı Avrupa’ya gerçekleşmiş. Bu 46’ının 18’i Balkanlar. İran dahil Ortadoğu seyahatlerinin sayısı 27. ABD’ye sekiz, Latin Amerika’ya iki seyahati var. Kafkasya’ya beş kez gitmiş, Rusya ve Ukrayna’yı da dahil ederek Asya seyahatleri dokuz. Üç de KKTC seyahati . Tüm bu istatistiklerden çıkan netice Türkiye’nin ekseninin herhangi bir yere kaymadığını açıkça göstermektedir. Dış Politika yapımında ve uygulamasında en önemli ve birincil kurum dışişleri bakanlığı ve dışişleri bakanı olduğu gerçeğini bir kenara koyduğumuzda, sayın bakanın dünyanın hemen her yerine gerçekleştirdiği ziyaretler ile “eksenimiz Ankara ekseni, ufkumuz 360 derece” söylemi tutarlılık göstermektedir.

Sonuç olarak Türkiye’nin dış politikası nereye gidiyor, eksen mi kayıyor gibi soruların çok da yerinde veya iyi bir arka plana sahip olduğu söylenemez. Türk dış politikası parametreleri mutlaka değişmiştir ve bunun en önemli nedeni iktidarda AK Parti’nin olması değil, küresel sistemde yaşanan değişim ve gelişmelerdir. Ortadoğu coğrafyasında bir güç boşluğu olmadığı sürece Türkiye’nin orada rol alması, daha etkin olması beklenemezdi ki bu süreç soğuk savaşın bitişi ile başlamış ve ABD’nin Irak bataklığına saplanması ile belirgin bir hale gelmiştir. Bugün Ortadoğu’da mevcut sorunların çözümü için küresel liderliğini tartışmalı hale getirmek istemeyen ABD’nin en önemli müttefiki Türkiye olabilir. Çünkü Türkiye Ortadoğu bölgesine gerek tarihsel gerekse kültürel anlamda en yakın ve bu yakınlığına rağmen batılı demokrasilere entegre olabilmiş, laik ve Avrupa Birliği sürecinde insan hakları ve özgürlükleri konusunda nispeten gelişmiş bir ülke olarak hem batıyı anlayabilen hem de doğuya örnek olabilen bir ülke konumundadır. Doğulu ve batılı özelliklerini kullanarak bölgeyi çatışmalardan ziyade bir barış havzasına dönüştürebilecek tek aktör Türkiye’dir ve bu özellikleri oranında Ortadoğu coğrafyasında etkinliği artmaktadır. Benzer şekilde Türkiye Kafkaslarda ve Balkanlarda da roller üstlenmektedir. Dolayısıyla Türkiye yeni dünya sistemi üzerinde daha aktif ve büyük bir rol üstlenmektedir. Bu rolün adını eksen kayması olarak niteleyenler ise henüz soğuk savaş algısının hakim olduğu ve maalesef içerideki iktidar mücadelesine dış politikayı da dahil eden çevrelerdir.



22 Mayıs 2010 Cumartesi

Modernlik Nostaljisi ve Yeni CHP

Bugün Cumhuriyet Halk Partisi 33. Olağan Kurultayı başladı ve Kemal Kılıçdaroğlu beklenildiği gibi büyük bir destekle kurultay salonundaki yerini aldı. Şu saatlerde anlaşıldığı üzere Kemal Kılıçdaroğlu tek aday olarak kurultayda genel başkanlığa seçilecek. Deniz Baykal’ın gidişinden sonra CHP ve hatta CHP’li olmayan seçmenin Kemal Kılıçdaroğlu şahsında oluşan sempatisi acaba CHP’yi iktidara taşıyabilir mi? Kemal Kılıçdaroğlu ismi ile CHP büyük bir değişim yaşayabilir mi ve özlenen güçlü muhalefet için Kılıçdaroğlu’nun başkanlığındaki CHP umut olabilir mi? Bunlar gibi birçok sorunun cevabını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Şimdiden CHP’yi iktidara taşıyan ve Kılıçdaroğlu’nu Başbakan ilan edenler de yok değil. Hatta Deniz Baykal’ı yeni cumhurbaşkanı bile ilan edecek kadar ileri gidenler var. Fakat bu söylemlerin gerçeği yansıtmadığını görmek çok da zor değil. Çünkü elimizde yılların müzmin muhalefeti CHP gibi bir parti ve bu partinin son dönemde savunduğu politikaların halktan tamamen kopmuş olduğu gerçeği var. O nedenle bu gibi yorumların arkasında kronikleşmiş bir iktidar partisi alerjisi olduğunu söylemek zor değil. Bu durumda AK Parti’nin iktidara geldiği günden bu yana CHP’nin neden başarılı olamadığını sorgulamak gerekiyor. Aksi takdirde yeni güne dair umut dolu söylemlerle AK Parti’ye alternatif olabilecek bir CHP oluşması mümkün değil.

CHP’nin AK Parti iktidarı karşısında yegane muhalefet unsuru karşı durmak ve gerilim yaratmak üzere kurgulanmıştı. AK Parti yöneticileri “güneş doğudan doğar” dese hemen bir CHP’li -başta Deniz Baykal- kalkıp bunu inkar etmenin yollarını aramaktaydı. Tabiatıyla bu her şeye karşı durma hali ve başka bir öneri getirmeme durumu halktan ve hatta CHP tabanından bile tepki alıyordu. CHP kadrolarının büyük çoğunluğu, Deniz Baykal tarafından pompalanan “cumhuriyet elden gidiyor” , “siyasal İslamcılar ülkeyi ele geçiriyor”, “Atatürk değerleri yok ediliyor” cümlelerinin yansıttığı bir ruh hali –modernlik nostaljisi- içerisinde oldukları için, siyaset zeminlerini AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak –ne şekilde olursa olsun- üzerine kurmuşlardı. Daha açık söylemek gerekirse CHP’nin temel hedefi meşru ya da gayri meşru yollarla AK Parti’yi iktidardan indirmekti. Bu nedenle Deniz Baykal Ergenekon avukatlığına soyunmuştu. AK Parti daha fazla etkin olmasın düşüncesini de içinde barındıran bu “modernlik nostaljisi” ruhu, Çankaya Köşkü’ne türbanlı eşi olan Abdullah Gül’ün oturmasını da engellemek adına hukukla alakası olmayan 367 saçmalığına taraf olurken, diğer taraftan da e-muhtıra olarak türk siyasi tarihinde yerini alan 27 Nisan tarihli Genelkurmay Bildirisi’ne de sahip çıkıyordu. Yine bu modernlik nostaljisi ruh halinin bir yansıması olarak TBMM’den 411 vekilin imzası ile geçen ve üniversitelerde başörtüsüne yolu açan yasayı Anayasa Mahkemesine taşıyan da CHP’ydi. CHP’nin TBMM’de oturumlara katılmama, çıkan yasaları derhal anayasa mahkemesine taşıma, orduya göz kırpmak yolu ile iktidarı sıkıştırmak ve en son yargı kanalı ile iktidara karşı mevzilenmek çabaları modernlik nostaljisi dediğimiz ruh halini yansıtırken 21. yüzyıl dünyası ve bu dünyaya her yeni gün daha fazla entegre olan Türkiye’de tepki topluyordu. Özetle, CHP’nin AK Parti karşısında ülkeyi işgalden kurtarma ve 1930’lu yılların Türkiye’sine dönmeyi isteyen modernlik nostaljisi oluşturan bir ruh hali vardı. Türban ile kavganın, mitinglerde 10.yıl marşlarının tercih edilmesinin, Atatürk ve cumhuriyet vurgusunun ve dış dünyaya kapanmak arzusunun izdüşümü bu modernlik nostaljisiydi. CHP adeta fotoğrafın bir kısmına odaklanıp diğer kısmını görme yetisini yitirmiş ve kendine has bir dünya yaratmıştı. Oysa fotoğrafın bütününe baktığımızda Türkiye hiç de CHP’nin söylemlerini yansıtan bir halde değildi. Evet fotoğrafın bir bölümünde kadrolaşmaların, yolsuzlukların ve ben bilirim jargonunun hakim olduğu bir AK Parti zihniyeti görünürdedir ancak bununla birlikte Avrupa Birliği üyeliği hedefine güçlü adımlarla ilerleme çabasında, ülkesindeki sorunları çözmek ve demokratikleşmek çabası içerisinde ve en önemlisi de halka refah, güven, özgürlük ve zenginlik verme mücadelesi içinde bir yönetim görünürdedir. Bir başka taraftan ise halk ne cumhuriyetin elden gittiğini ne de Atatürk’ün unutturulmaya çalışıldığını düşünmemektedir çünkü Türkiye halkı bu iki değere de sıkı sıkıya bağlanmıştır. Yüzde doksanın üzerinde nüfusu Müslüman olan bir ülkede başörtüsü yahut türbana ilişkin algılamaları “yobaz ve siyasal islamcı” şeklinde yansıtan CHP kadroları doğal olarak halktan kopmaktaydı.

İşte tam da bu noktanın sonuna gelinirken ve AK Parti iktidarı kaybetme korkusunu yitirirken CHP’de değişim umutları yeşermekte. AK Parti’nin iktidara geldiği günden itibaren CHP’nin izlediği siyaseti bir genel başkan değişikliği ile değiştirmek mümkün olacak mı? Halktan kopmuş, sosyal demokrat kimliği sadece tüzüğü ile sabit bir CHP, Deniz Baykal’ın gidişi ve adının önüne Gandhi lakabı yerleştirilen Kemal Kılıçdaroğlu ile “Halk Partisi” kimliğini ve “Sosyal Demokrat” anlayışını yeniden kazanabilir mi?

Bunların gerçekleşmesini bir genel başkan değişimi ile beklemek, Türkiye’de siyasi partilere sinmiş genel başkan diktatörlüğünü bir kere daha onaylamaktan öteye geçmeyecektir. Kemal Kılıçdaroğlu “CHP bir ekip partisi olacak” diyor olsa bile yapılan kurultayda MYK’nın yapısı aynen korunmakta ve güçlü genel sekreterlik devam ettirilmektedir. Ayrıca CHP’yi halktan kopardığını söylediğimiz “modernlik nostaljisi” halet-i ruhiyesi sadece Deniz Baykal’ın gidişi ile ne kadar değişebilir. Tüm bu süreçte bir Deniz Baykal’mı partiyi bu hale soktu? Dolayısıyla CHP’nin bir Deniz Baykal’ın gidişi ile değişmesini beklemek çok da gerçekçi olmayacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni döneme ilişkin yeni bir manifestoya ihtiyacı olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Bu manifesto belirlenirken sadece yolsuzluk – işsizlik gibi konularla ün yapan Kılıçdaroğlu ciddi bir ekibe ihtiyaç duyacaktır. AK Parti’ye muhalefet etmek için işsizlik ve yolsuzluk konularına sarılmak da yeterli olmayacaktır. Türkiye’nin sorunları sadece işsizlik ve yolsuzluk olmadığı gibi AK Parti’nin eleştirisi yapılırken de tutarlı ve öngörüsü olan öneriler geliştirmek gereklidir. CHP’nin demokratik açılım, dış politika, anayasa değişikliği gibi konularda alternatif sunacak çalışmaları derhal tasarlaması gerekmektedir.

Gelinen bu noktada Kılıçdaroğlu yeni bir umudu ifade etmektedir. CHP eğer iktidara yürümek ve ciddi bir alternatif olmak istiyorsa mutlaka siyasetinde değişikliklere gitmeli ve bu işi salt genel başkanlık değişimi ile geçiştirmemelidir. Aksi takdirde gelenin gideni aratacağını söylemek gerekebilir. Türkiye’de herkesin ve hatta Başbakan’ın bile özlem duyduğu güçlü muhalefet için Kılıçdaroğlu bir seçenektir. İktidarı zorlayacak, demokratikleşme yolunda iktidara katalizör görevi üstlenerek yardımcı olacak ve en önemlisi de siyasete gerilim ve kavgadan ziyade kibarlık ve uyum getirebilecek yeni bir anlayışı Kılıçdaroğlu ve yeni CHP getirebilir. Yeni CHP sadece tabanına değil, sosyal demokrat seçmene ve hatta sağ seçmene bile cazip gelerek iktidara da yürüyebilir. Hepimizin özlemle beklediği ve Türkiye’yi daha güçlü kılacak bir muhalefet anlayışına sahip olabilmek ümidiyle Kılıçdaroğlu’nu tebrik eder, başarılar dilerim.

Burak YALIM



14 Mayıs 2010 Cuma

Baykal’ın Şortu, Erdoğan’ın Montu, Bahçeli’nin Kravatı

Baykal geri gelecek mi, gelmeyecek mi? Yaşanan bu olay Türk siyasi hayatına yapılan bir operasyon mu değil mi? Acaba bu durumdan kim, nasıl karlı çıkacak? İşimiz gücümüz kalmadı bu ve benzeri sorulara cevap aramakla meşgul olmaktayız. Bir de 30 sene sonra 12 Eylül’de 12 Eylül Askeri Darbesini yapanları da ilgilendiren bir maddenin içinde olduğu anayasa değişikliği paketini referandumda hep birlikte oylayacağız. Siyaset dediğimiz mesele ile ister ilgilenin ister ilgilenmeyin bu soruların ve hesapların bir tarafında kendinizi buluyorsunuz. Ama mizah yapıyorsunuz ama ciddi analizler yapma çabasına girişiyorsunuz. Netice itibariyle hemen hepimiz bu meselelerin etrafında bir yaşam sürüyoruz.

Deniz Baykal’ın olay yaratan videosunu inanın bir kez bile izlemedim. Ancak basit bir akıl yürütme ile söyleyeceğim sözler elbette var. Anayasa değişikliği meselesini takip ediyordum ve o kadar sıkıcı oldu ki onu da bir yana atıverdim ama bununla ilgili de bir iki cümle kurabilirim. Peki, bunlara ilişkin kurduğum cümlelerin hali hazırda ne kıymeti olacak bunu merak ediyorum. Köşe yazarçizerlerimiz her gün hepsini okuyamasam bile bu konulara ilişkin birçok farklı yorum yaptılar. Okumayı çok da benimsemeyen bir toplum olarak en kötü bunları haberlerde izledik. Merak ediyorum acaba bilmem ne köyündeki bilmem hangi isimli teyze ile amca bu konuya ilişkin ne düşünüyor? Acaba Baykal’ın videosu ve Başbakan’ın bu konuda yorumu onları çok ilgilendiriyor mu? Yoksa tam da şu günlerde Bahar Şenlikleri havasındaki öğrenci arkadaşlarım gibi onlar da aman kime ne deyip bir kenara mı bırakıyorlar bu işi? Bu lafımdan bahar şenliklerine karşı olduğum anlaşılmasın. Mutlaka şenlikli bir öğrencilik olmalı, bunu şiddetle desteklemekteyim. Usulen katılmadığım yerler de yok değil ama meselemiz de bu değil. Meselemiz toplum olarak memleketi yönetenlerin içine düştükleri durum ile ne kadar ilgilendiğimiz yahut ilgilenip ilgilenmediğimizi sorgulamak. Memleketi yönetenlerin tartıştıkları konu ne kadar memleket meselesidir bilemem ama bizim memleketimizin insanı da memleket yönetenleri ne kadar önemsiyor acaba? Ana muhalefet ve iktidar partilerinin hazineden aldıkları parayı düşünüyorum da bizim toplumun bu partilerde yöneticilik yapanları önemsemesi gerekiyor. Bırakın milletvekili maaşlarını. Hadi onlar bizden olsun. Ama partiler bu kadar hazine yardımı alırken ve biz bu partileri siyaset üretmek, memleketi daha iyiye götürecek siyaseti belirlemek için yönetime taşırken siyasetçilerin birbirlerini alt etmek için kurguladıkları işlere bakın. Neymiş efendim, Baykal hanımına ihanet etmiş ve bunun videosu internete düşmüş, bunu acaba iktidar mı yapmış yoksa kendi partilileri Baykal’ı bitirmek için mi yapmış, ya da bu işin içinde Ergenekon olabilir miymiş kabilinden binlerce senaryo. Yahu bu tartışmaların hangisi milletin karnını doyuracak? Mutlaka siyaset bir rekabet alanıdır ve partiler birbirlerini alt etmek için mücadele etmelidir ama mücadelenin de böylesine pes doğrusu.

Şimdi merakla ve ısrarla sormak istiyorum. Sevgili genç arkadaşlarım, bahar şenliklerine bile gitmek için yeterli bütçeye sahip misiniz? Sevgili büyüklerim, ağabeylerim, ablalarım, teyzelerim, amcalarım v.b. siz acaba hayatta isteklerinizi yerine getirmek konusunda ne kadar yeterli imkâna sahipsiniz? Cevap beklemeye sanırım gerek yok. Anlıyorum ki hepinizin sıkıntıları var. En azından içinizde yaşayan biri olarak bunu gözlerimle görmekteyim. Peki, bu durumda, Baykal’ın donu, Erdoğan’ın fanilası, Bahçeli’nin kemeri v.s. bizi neden rahatsız etmiyor? Diyeceksiniz ki rahatsız ediyor. O zaman neden halen daha sessiz sedasız durmakta ve bu durumlara karşı tepkinizi koymamaktasınız? Sanırım biz milletçe devletimizi çok seviyoruz ve istiyoruz ki devlete isyan edilmesin. Sokaklara çıkılmasın, Baykal’ın şortuna Erdoğan’ın montuna ve Bahçeli’nin kravatına küfür edilmesin. Ben ediyorum sevgili dostlar, hepsinin bizim paramızla bizim önümüzde bizi ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmasına küfür de ediyorum isyan da ediyorum. Bu isyan ne zaman büyüyecek, ne zaman bu isyandan bu isimler ürkecek, işte esas demokrasi o zaman bu ülkeye gelecek haberiniz olsun.

Burak YALIM

14.05.2010