29 Kasım 2011 Salı


Vicdanen Değil Mantıken Ret Ediyorum


Vicdani Ret meselesine ilişkin Konsept Dışı ailesinin kıymetli yazarları bir ton laf ettikten sonra benim de bu hususta bir yazı kaleme almam sıkıcı olacak evet haklısınız. Sıkılıp bıkıp of yeter deseniz de ben bu yazıyı yazacağım. Çünkü içimdekileri bir yerlere boşaltmak istiyorum. Meselenin vicdani boyutları; yehova şahitliği, silah tutmak istememek, insan öldürmemek vesaire vesaire biliyoruz. Mantıklı yanı ne peki? Size askerlik yapmak için mantıklı gelen 5 neden sayın deseler ne diyeceksiniz? Evet, 1- vatan olarak addettiğimiz yerleri savunmak, 2- vatandaşı olduğumuz devlet denen aygıta borcumuzu ödemek, 3- savaşa hazır olmak… başka? Yok. İnsan ne için zaman harcar, emek verir, para olabilir mesela, peki askere gittik diye kaç para verecekler? O da yok. Peki, insan kimin yat-kalk- ileri-geri-sürün-sürünme gibi emirlerini hangi saiklerle dinlemek zorunda kalır? Buna da mantıklı bir yanıt yok.

Uzun lafın kısası bedavaya ve zorla kimse kimseye “askerlik” yaptıramaz kardeşim. Hadi bakalım şimdi milleti askerliğe karşı soğutmaktan içeri alırsa devlet beni ne bok yerim bilmiyorum. Ama söylediklerimin doğruluğuna inancım tam. Askerliğin kötü bir şey olduğunu söylemiyorum. Tek küfür ettiğim şey askerliğin bugün olduğu sistem içerisinde yapılıyor olması. Yoksa biliyorum ki ülkemde askere gitmek isteyen ve bunun için cansiperane bekleyen birçok arkadaşımız ve kardeşimiz var. Ben onların da yerine düşünmek gibi bir budalalık yaptım ve diyorum ki askerliğin doğası, sistemi, mantıksızlığı değişmeli. Senin gibi liboşlara ya vicdani ret ya da bedelli veriyoruz işte diyecek olan bir güruh olduğuna da inandığım için lafı biraz uzatacağım. Vicdanım askerliği red etmiyor ama vidani red yapanlara karşı da inanılmaz duyarlı. Bedelli ise tam bir fiyasko! Zengin züppeleri (bknz. Okan Kavurga (:) evde kıç büyütecek babasının parası ile ve diğer garibanlar sürünecek. Neymiş efendim hayat adaletsiz. Adaletsiz olan sistem mi hayat mı bilmem ama ortada ciddi bir adaletsizlik olduğunda hemfikiriz ve bunu da el birliği ile düzeltmeliyiz. Babanın paralarından bana da ver demiyorum elbette ama benim de mevcut ekonomik verilerle ezilmek durumunda kalmama seyirci durma en azından. Zengin züppeleri bahsini uzatmadan konuyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Anadolu dediğimiz coğrafyada bir takım insanların evde anne ve babalarına ekmek götürmek gibi dertleri varken ve bunu güç bela yaparken 20 yaşı geldiğinde inzibatlar eşliğinde askere götürüldüğünü ve askerde de aylık 17-18 lira gibi komik bir rakam alıp kendisine mi yoksa evde bıraktığı ana ve babasına mı bakabileceğini sorgulamak zorundayız. Bunu devlet sorgulamıyor, benim de param var paramı verir işime bakarım gibi martavallar atarak sanırım insani bir duruş sergilediğimizi iddia edemeyiz. Samimi olmak gerekirse ev geçindirmek derdindeyken askere alınan insanlarımız olduğu gerçeğini görmemiz gerekiyor. Bedelli askerliğin bedelinin 25 bin lira olduğu söyleniyor. Ben de diyorum ki eğer askerlik yapmamanın bedeli 25 bin lira ise yapmanın bedeli de 25 bin lira olmalı! Yani askere gitmeyip babasının parasıyla evde kıç büyüten dostların devlete ödediği para askere giden diğer arkadaşlara ödenmeli. Aslında işin özünde de profesyonel ordu dediğimiz mantık yatıyor. Genelkurmay Başkanı ve tüm rütbeliler de asker ama nasıl asker? Paralı yani maaşlı asker! Askerlik parayla olur mu, vatan hizmeti gönüllü (zorunlu) yapılır gibi masallar anlatanlar niçin rütbeliler için de aynı uygulamayı istemiyor? Çünkü onlar profesyonel askerler ve biz de tüm Türk Silahlı Kuvvetleri’nin profesyonel olmasını istiyoruz.

Uzun lafın kısası dedik ama laf pek kısa olmadı. Sonuca bağlamak gerekirse, bedelli ve/veya vicdani ret meseleleri yine eski Türkiye usullerine göre halledilmek isteniyor. Dediğim gibi askerliği vicdanen reddetmiyorum ama “vicdani red” meselesine duyarlıyım. Siz kalkıp tamam vicdani reddi AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) korkusu ile kabul edelim ama sana da 2 yıl beleşe kamu hizmeti yükleyelim derseniz bu demokrasi, insan hakkı falan olmaz, günü geçiştirme olur. Bedelli koyalım süre kısaltmasına gitmeyiz milletin de dırdırını çekmez kasayı da doldururuz derseniz yine çuvallarsınız. Yani kısacası Yeni Türkiye Yeni Türkiye diye bağırırken Eski usullerle bu işi geçiştiremezsiniz. Profesyonel orduya geçiş bu kadar mı zor gerçekten?!

Ha unutmadan, Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi, “Zorla Şehitlik” nasıl bir şey merak ediyorum.

ABD İran’a Saldıramaz


Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK)’in yayımladığı raporda İran’ın nükleer savaş başlıklarında kullanılmak üzere patlayıcı tetikleme sistemleri üzerinde çalışmalar yürüttüğüne dair iddialara yer vermesi uluslararası gündemde “İran’a Saldırı” ihtimalini ve bu ihtimale dönük tartışmaları yoğunlaştırdı.
UAEK’in raporunun ardından bildiğimiz koro; Fransa, İngiltere, ABD üçlüsü ve hatta buna Almanya’da dahil edilebilir, “İran’a yaptırımları arttırma” sloganını yüksek sesle söylemeye başlarken yine bu koronun aksi yönde pozisyon belirlemeyi misyon edinmiş Rusya – Çin ikilisi, yaptırımların arttırılmasının herhangi bir sonuç doğurmayacağını ve yaptırımların arttırılmasının gerilimi daha da tırmandırıp Ortadoğu’yu içinden çıkılamaz bir kaosa sürükleyeceğini dillendirdiler. UAEK’in raporu olsun olmasın her fırsatta İran’a en azından hava saldırısı düzenlenmesini amaç edinmiş İsrail ise raporun da çarpan etkisi ile kısa zamanda İran’a savaş açacakları yönünde psikolojik bir harekâta kalkıştı. 
İsrail’in psikolojik harekât yürüttüğünü ve söylemlerinin ardında gerçek bir eylemin olmadığını anlamamız çok zor değil. Zira tarih, İsrail’in daha önce benzer saldırılar olan 1981’de İran’ın Osirak Reaktörünü ve 2007’de Suriye’de reaktör olduğu iddia edilen yeri vurduğunda bu niyetini kamuoyu ile paylaşmadığı ve tartışmadığı gerçeğini bizlere gösteriyor.
İsrail’in İran’ı vurmakla ilgili yürüttüğü psikolojik harekâtın hedefi diğer ülkelerin İran’a ilişkin politikalarını etkilemek ve yaptırımların artmasını sağlamak ancak diğer ülkeler olarak andığımız başta Rusya, Çin ve Türkiye’nin bu yönde uygulanan baskılara direnecek argümanları mevcut. ABD’nin Irak işgalini gerçekleştirdiğinde de BM’den Irak’ta nükleer silah olduğu yönünde bir rapor çıkarılmıştı ancak işgal sonrasında işgal döneminde yetkili olan ABD’li bürokratlar bile bunun bir palavra olduğunu itiraf etmişlerdi. Bunun yanında bölgede yani Ortadoğu’da İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğu gerçeği inkâr edilmezken ortada hiçbir somut veri yokken İran’a bu yönde suçlamaların yapılmasını da özellikle Türkiye için inandırıcılık sorunu yaratıyor.
UAEK’in raporunun gerçekleri yansıttığı düşünülse bile ABD’nin İsrail ile birlikte İran’a saldırı yürütme ihtimali çok düşük. Libya’da muhaliflere NATO tarafından sağlanan destekle Kaddafi ancak 8 ay gibi bir sürede hiç kimsenin onaylamadığı bir şekilde öldürülerek uzaklaştırılabildi. Libya ile İran’ın büyüklüğü ve askeri anlamda güçleri mukayese edilemeyecek kadar farklı ve İran bu anlamda Libya’nın çok fazla ilerisinde. Suriye’de yaşanan gelişmelerde Esad’a karşı net bir tavrı olan ABD henüz Suriye ile ilgili askeri müdahaleyi ciddi şekilde dillendirebilmiş değil. Irak’tan kademeli olarak askeri kuvvetlerini geri çeken ve yakın zamanda tamamen Irak’ı terk etmesi öngörülen ABD’nin Afganistan’da çok yakın zamanda bir helikopteri düşmüş ve ABD 31 askerini kaybetmişti. Afganistan’da her yeni günde NATO ittifakından diğer ülkelerin askerler sayılarını yükseltmeye çağrı yapan ABD’nin bugün olası bir İran müdahalesine kalkışması herhalde askeri yönden ABD’nin iflası anlamına gelecektir. Yaklaşan seçimler sebebiyle Obama’nın Cumhuriyetçiler karşısında zayıflamamak adına sert bir üslup benimseyebileceği düşünülse bile Amerikan halkının da cumhuriyetçileri iktidara taşımak için olumlu yönde geçerli bir sebebe sahip olduğunu söylemek zor. Cumhuriyetçi bir başkanın ABD’ye getireceği en önemli değişiklik mevcut savaş cephelerinin artması ve yeni Amerikan askerlerinin ölümünden fazla bir şey olmasa gerek. Ayrıca mevcut başkan Obama’nın da İsrail’deki Netenyahu hükümetine zoraki tahammül ettiğini G-20 zirvesinde mikrofonların açık unutulması ile açıkça öğrenmiş durumdayız. G-20 Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile ABD Başkanı Obama’nın açık kalan mikrofonların farkında olmadan aralarında geçen sohbette Sarkozy İsrail Başbakanı Netenyahu hakkında “ona dayanamıyorum, o bir yalancı” deyince ABD Başkanı Obama, “Sen ondan bıktın bense onunla her gün uğraşmak zorundayım” şeklinde yanıt vermişti.
ABD’nin askeri gücünün İran’a hava saldırısı gerçekleştirme olasılığı baki olmakla birlikte İran’ı işgal etme konusunda ne kadar yeterli olacağı büyük bir soru işareti. Peki, İran’ı işgal etmeden hava saldırıları ile nükleer programından vazgeçirmek ve deyim yerindeyse ehlîleştirmek mümkün mü? ABD’nin olası hava saldırıları ile nükleer çalışma yapılan tesisleri vurması İran açısından rejimin yeni bir güç kazanma sürecine girmesini kolaylaştıracaktır. Hali hazırda “şeytan batı” söylemi üzerinden bugünlere ulaşan İran rejiminin halkını yeniden motive etmesi için en yararlı şey sanırım olası ABD ve İsrail saldırısıdır. İran’ın nükleer silah yapma konusunda bugün yoksa bile olası saldırılardan sonra mutlaka bu yönde girişimleri olacaktır ve yapılacak saldırı İran’ın tam anlamıyla olmasa bile UAEK ve uluslararası toplum ile yürüttüğü ilişkileri de koparacak ve İran içine kapalı bir şekilde dünyanın da bilgisi dışında yeni bir nükleer program yörüngesine girecektir. ABD Başkanı Obama’nın savunma bakanı Robert Gates bu tehlikeye yaklaşık bir yıl önce “İran’a yapılacak saldırının İran’ın nükleer programını en fazla 3 yıl geciktirebileceğini” söyleyerek işaret etmişti. Bu durumda Başkan Obama’nın İran’ı daha büyük bir tehdit haline getirecek olan saldırı ihtimalini düşünüyor olsa bile gerçekleştirecek kadar irrasyonel bir eyleme girişmesi mümkün görünmüyor.
Sonuç olarak söylemlerle İran-İsrail-ABD gerilimi yükseliyor olsa da eylem olarak bu gerilimin herhangi bir saldırı veya savaşa dönüşmesi çok düşük bir ihtimal olarak görünüyor. Ortadoğu’nun içinde bulunduğu “Arap Baharı” sürecinde İran’a yapılacak bir saldırının Suriye’de (Esad Rejimi) ve Lübnan’da (Hizbullah) ve hatta Hamas eliyle Filistin’de karşılık bulacağı ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. İran’ın mevcut rejimi uluslararası işbirliği ve küresel politikalar açısından uyumsuz görülüyor ve tehdit olarak algılanıyorsa bu tehdidin bertaraf edilmesinin en doğru yolu etraftaki mayınların yani Suriye, Lübnan ve Filistin meselelerinin İran’a prim yaptırmayacak şekilde hal yoluna koyulmasından geçiyor. Diğer taraftan da İranlı yetkililere nükleer silah yapımının İran’ın çıkarlarına olmadığının anlatılabilmesi diplomatik yollarla başarılabilmeli. Tabii İran’a nükleer silahın çıkarına olmadığını anlatmak için İsrail’in nükleer bir güç olarak bölgede varlığını koruması mümkün değil. Dolayısıyla İsrail’in de nükleer silahlardan arındırılması ve barışçıl yollarla bölge siyasetine entegre edilmesi gerekiyor. Mısır’da yaşanan dönüşümün katkısıyla Kahire-Ankara ekseni kuvvetlendirilebilir ve bu eksenin bölge politikalarına birlikte yön vermesi sağlanabilirse İran’ın giderek yalnızlaşacağı ve demokratik dönüşüme mecbur kalacağı ihtimalini de ayrıca belirtmekte yarar var. Ortadoğu’da barış ve istikrar sağlanacaksa bunun yolu yeni savaş cepheleri açmaktan çok mevcut gerilimi azaltacak barışçıl inisiyatifleri arttırmak ve diplomasiye öncelik vermekle mümkün.
(12 Kasım 2011)
Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı
@burakyalim (twitter)

Cumhuriyet’in Kaçıncısı Makbul Acaba?

     Van Depremi nedeniyle Başbakanlık Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını, Cumhurbaşkanlığı ise Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nu iptal ettiler. Sinekten yağ çıkarma derdinde olanlar için kolay bulunmayacak bir malzeme çıktı ortaya. “Vay efendim Cumhuriyet’e karşı komplo kuruluyor”, “bunlar zaten şeriatçı, cumhuriyet düşmanı, bakın işte bir kere daha gördük” gibi bir sürü aslı astarı olmaz yaklaşımlar ile başladılar iktidar partisine yüklenmeye. Hal böyle olunca en korunaklı barınak olan Gazi Mustafa Kemal’in hayatından örnekler, Cumhuriyet Bayramlarında sergilediği tavır ile kıyaslamalar falan gırla gitti. Mesele yine Atatürk üzerinden bugünkü iktidarı karalama kampanyasına dönüştü. Kampanyaya kim kulak astı o da meçhul ama en azından kendi çaplarında örgütlü oldukları yerlerde toplandılar ve “II. Cumhuriyet’e Geçit Yok” vb. pankartlarla meydanlara çıktılar. Biz bu güruhu zaman zaman endişeli modernler, zaman zaman da Laik-Kemalistler olarak tanımlamıştık. Bugün ise farklı bir tanımlama ile “cumhuriyet muhafızları” demeyi uygun buluyorum. Cumhuriyeti muhafaza etmek derdinde oldukları belli, konuya bir koruma ve kollama içgüdüsü ile yaklaşıyorlar ama neyi, niçin ve kimden korudukları biraz şaibeli. Çünkü suçladıkları kitleyi “II. Cumhuriyetçi” olmakla itham ediyorlar ve kendileri de “cumhuriyeti muhafaza” etmeyi görev biliyorlar. Hem şaibeli hem de çelişik bir tutum. Cumhuriyeti muhafaza eden cumhuriyetçi oluyorsa, bu cumhuriyet muhafızlarının II. Cumhuriyetçi diye itham ettikleriyle niçin kavga ettiklerini anlamlandırmaları gerekiyor. İşin sırrı acaba rakamlarda mı diye merak etmiyor değilim. Cumhuriyetçinin birincisi ile ikincisi arasında bir fark olduğu belli ama özünde cumhuriyet fikri sabit kalıyorsa herhangi bir sorun aramamak lazım ama manzara hiç böyle değil. II. Cumhuriyetçi diye itham ettiklerini padişahlığı geri getirmek istemekle suçluyorlar ancak cumhuriyet fikrinin kökü monarşiye ve oligarşiye zaten aykırı. Peki, bu cumhuriyet muhafızlarının II. Cumhuriyet’i kurmak istemekle itham ettikleri ile sorunu ne? Yoksa burada birincisini biz kurduk ve bizimdi, ikincisini siz kurarsanız sizin olur endişesi mi hasıl oluyor? Acaba cumhuriyet dedikleri şey kurucuları tarafından kullanılan ve sadece kurucularına rant sağlayan bir gizli oligarşi mi? Sorular ve sorular… 
 

     Olayın özü Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların belirli bir zümreyi ayrıcalıklı kıldığı ve sistemi %20’nin %80’i tahakküm altına aldığı şekilde kurmasıyla alakalıdır. Bugün koparılan feryat esasen bununla ilgilidir. Her şeyi en iyi bildiğini, en iyi yediğini, en iyi içtiğini sanan ve her yeri en güzel kendilerinin gezdiğini, kendi dünyalarında kurdukları “çağdaşlık” tanımınca kendilerini yine en üstte gördükleri sistemin açılmasını, yani genişleyip başkalarına da fırsatlar sunmasını kabullenemiyorlar. Somutlaştıracak olursak, düne kadar devletin en stratejik köşelerini ellerinde bulunduran, istedikleri gibi at oynatan bir zümrenin bu ayrıcalıklı halini kaybediyor olmasıdır durum. Nasıl mı? Mesela Genelkurmay’ın eski ayrıcalıklı konumunu yitirmiş olması ve yakında daha da normalleşerek tamamen sıradan bir konuma gelecek olması. Orduevleri gibi kendilerine ait mekanların, garson-şöför-hizmetçi erlerin, ucuza yenen yemeklerin, ucuz kuaförlerin, ucuz partilerin vs. gibi tüm ayrıcalıklı konumun ortadan kalkması. Sanıyorum kim olsa bu ayrıcalıklı halin kaybedilmesi durumunda bangır bangır bağırırdı. İşte bugün Cumhuriyet ve II. Cumhuriyet tartışmalarının özünde bu mesele yatmakta. Çünkü bugün değişen ve genişleyen sistemin dün kendilerine bahşettiği ayrıcalıkları ellerinden alıyor olması, yeni kurulacak sistemde kendilerinin yıllarca yok sayıp dışladığı kitleleri ayrıcalıklı kılınacağı korkusunu yaratıyor. Yani kendi yaptıkları adaletsizliği zulmü ve vicdansızlığı kendilerine yapılacak zannediyorlar. Hal böyle olunca da hangi fırsatı bulsak da sokakta bir “aman cumhuriyet elden gidiyor” tantanası çıkarsak diye fırsat kolluyorlar. Bunu yaparken de yine o aslında hiç sevmedikleri ve çağdaş bulmadıkları gariban halkı da kandırma çabasına girişiyorlar. Mesela yaptıkları organizasyonlarda aslında onların yararlandığı hiçbir ayrıcalıktan yararlanmayan ve sadece onlara buyurun efendim, emredin paşam diyerek kendilerini tatmin ve teskin etmekle avunan bireyleri de kullanıyorlar. Sadece Genelkurmay değil elbette, bunun yanında Dışişleri Bakanlığı da dahil olmak üzere devletin bin türlü kurumunun içindeki bürokrasiye kadar artık ellerinde tutabildikleri bir devlet olmadığı gerçeğiyle yüzleşen bu güruhun Türkiye’de halkın seçimini cumhuriyetin elden gidiyor oluşu olarak değerlendirmesi zaten her şeyi açıkça ortaya koymuyor mu?  Kısacası AK Parti’ye verilen oyların sonucu olarak AK Parti iktidarda ve bu “cumhuriyet muhafızları” AK Parti’yi “ikinci cumhuriyetçi” olmakla itham ediyor. Dolayısıyla halkı ikinci cumhuriyete oy vermekle suçluyor ve esasen yine tepeden bakan, halkı aptal zanneden ve halkı çağdaşlaştıracak unsurun ancak kendileri olduğunu sanan yaklaşımın tezahürüdür bu.

     Peki, “ikinci cumhuriyet” ile yetinmek mümkün mü? Yani birincileri çok kötüydü de ikincileri tadından yenmeyecek kadar iyi mi? Esas mesele de aslında burada düğümleniyor. Aslında halk kendisine en uygun sistemi kendi elleriyle kuruyor. Bugün ikinci cumhuriyetçi olarak nitelenen AK Parti’yi halk 3. kez iktidara taşıyor, yarın AK Parti’yi beğenmezse ve AK Parti kendisini halktan koparırsa onu da tarihin sayfalarına gömüp yeni bir siyasi örgütlenmeyi iktidar yapacaktır. O zaman da kalkıp “aman tanrım 3. Cumhuriyet’i getiriyorlar” mı diyeceğiz? Önemli olan cumhuriyet adının hangi rakamla anılacağı değil cumhura yani halka hizmet edip etmediği, halkı kucaklayıp kucaklamadığıdır. Halk zaten bunu kendi kendine demokratik yollarla belirleyecektir. Fakat bizim isimlere, rakamlara, ritüellere olağanüstü önem veren yaklaşımımız, olayın derinliğini ve içeriğini ıskalayan tavırlar benimsememize neden oluyor. Olayın derinliğinde ise cumhuriyeti temsil edenin niteliğinin ne olduğu yatıyor. Cumhuriyeti temsil eden halkın seçtiği siyasiler mi, yoksa cumhuriyeti biz kurduk biz en iyisini biliriz ve söyleriz diyen eli silahlı askerler ve devleti ele geçirmiş bürokratlar mı? Düne kadar sanıyorum cumhuriyet eli silahlı askerlerin ve devletin her yerine sinmiş bürokrat takımının elindeydi. Halka, yani cumhura rağmen cumhuriyeti elinde tutanların üstünlüğünü yitiriyor olması “II. Cumhuriyet” tartışmalarını gündeme getirdi. Önüne hangi rakamın geldiğine hiç bakmaksızın “cumhuriyet” rejimine inancımız sürdükçe ve cumhuriyet halkın denetimi ve yönetimi altında tutuldukça sorun çıkmayacaktır. Peki, halkı kim denetleyecektir diye bir soru soruyorsanız eğer, siz halen daha eski Türkiye’de yaşıyorsunuz demektir. Halk denetlenmesi gereken, üzerinde baskı kurulacak ve belirli bir ideoloji etrafında örgütlenmesi sağlanacak olan insanlar topluluğu değildir. Halk Cumhuriyet’in sahibidir ve cumhuriyetini kimin nasıl yönetmesini istiyorsa ona o yetkiyi verecek olan yegâne unsurdur. Ne 35. Madde, ne bilmem kaçıncı yasa buna karar veremeyecektir çünkü 1870’li yıllara dayanan cumhuriyet tartışmaları neticesinde Türkiye halkı cumhuriyet fikrini benimsemiştir ve iliklerine kadar hissetmektedir.
 

23 Ekim 2011 Pazar

Muammer Kaddafi'den Sonra Libya

Yaklaşık bir yıldır Muammer Kaddafi’nin ne zaman devrileceğini hesap eden bir dünya gündemimiz vardı. Libya’da olaylar patlak verdiğinde herkes Kaddafi gidecek diyordu ama kimse zamanını tam olarak kestiremiyordu. Sanırım herkesin “Kaddafi Gidecek” üzere mutabakat kurmasının da irdelenmesi gerekiyordu ama bunu irdeleme şansımız pek olmadan Kaddafi hiç kimsenin istemeyeceği bir sona kurban gitti. “Kaddafi Gidecek” mutabakatı sorgulanmalıydı çünkü 42 senedir diktatör olmayan adam bir anda diktatör oluvermişti. Evet, bizler de istiyorduk Ömer Muhtar’ın torunlarının özgür bir Libya kurmasını ama “Kaddafi Gidecek” mutabakatının nereden geldiğini de sorgulama gereği duyuyorduk. Daha düne kadar Kaddafi ile sarmaş dolaş olan batılı dostları bir anda Kaddafi’nin üzerine bombalar yağdırmaya başladı. Nitekim ölümüne dakikalar kala konvoyunu bombalayanlarda Kaddafi’nin batılı ama eski olan sevgili dostlarıydı. Belki de eski dostluklarına dair konuşulmasını istemedikleri şeyler olduğu için Kaddafi’yi muhalifler demekte zorluk çektiğim vahşi insanların önüne attılar. Vahşi insanlardı onlar çünkü “Allahuekber” nidaları eşliğinde bir insanı katlettiler. Oysa Peygamber bile bunu esirlere yapmamıştı. Esirlerin elleri bağlı oldukları için rahatsız olacağını düşünüp ellerinin çözülmesini isteyen Peygamber’in dini olan İslam’a ve o dini benimsemiş bireye yani Müslümana yakışmayı bırakın, en vahşi kabilelerin yapmayacağı bir muamele ile öldürdüler Kaddafi’yi…
Muammer Kaddafi 42 yıl önce 1969 yılında yaptığı bir darbe ile Kral İdris’i (Şeyh İdris) devirerek henüz 27 yaşında bir albay olarak ülke yönetimini ele geçirmişti. Libya Arap Cemahiriyesi’ni kuran Albay Muammer Kaddafi “Üçüncü Evrensel Teori” olarak adlandırdığı sosyalizm ile islam karışımı bir rejim oluşturmuştu. Kendisinin kaleme aldığı Yeşil Kitap adlı eserinde bu sistemin inceliklerini anlatmıştı. Halk Cemahiriyesi olarak adlandırdığı bu sistemle toplumu aşağıdan yukarıya örgütlemeyi hedefleyen, işyerleri, köyler, kasabalar ve şehirlerde devrim komuta konseyi olarak adlandırdığı konseye bağlı hiyerarşik bir örgütlenme gerçekleştirecekti. Aslında sistem her ne kadar aşağıdan yukarıya bir örgütlenme modeli ön görüyor olsa da işlevsel olarak yukarıdan aşağıya doğru bir denetim mekanizması şeklindeydi. Kısacası Muammer Kaddafi kurduğu kendi sistemi ile halkını kontrol altında tutmayı hedefliyordu. Bugün yaklaşık 6,5 milyon nüfusa sahip olan Libya’da halkın aşiretler şeklinde örgütlendiği, aşiretler arasında kan davalarının hüküm sürdüğü ve en ufak bir anlaşmazlıkta ortalığın kan gölüne döneceği düşünüldüğünde belki de Libya için zamanın şartlarında güçlü bir lider etrafında kurulan bu sistem doğruydu da diyebiliriz.
Şimdiden sonra ise Libya’nın demokrasiyi, çok partili serbest seçimleri ve halkın yönetime daha fazla katıldığı bir dönemi sükut-u hayal ile bekleyeceğiz. Sükut-u Hayal ile bekleyeceğiz çünkü Kaddafi’nin vahşice öldürülmesi ile birlikte Libya halkının ve/veya Libyalı muhaliflerin ne kadar gözü dönmüş olduğunu görebiliyoruz. Kaddafi’ye yapılan bu muamelenin 42 yıllık bir diktatörlük döneminin baş sorumlusu olması veya öyle görülmesi ile ilgisi yok diyemeyiz ancak her ne olursa olsun “demokrasi özlemi” ile Kaddafi’ye karşı ayaklanan Libyalıların demokrasiyi bu şekilde gerçekleştirmeleri pek mümkün değil. Dünya medyasına yansıyan görüntülere baktığımız zaman kanı donmayan bir insan yoktur diye düşünürken bunu gerçekleştirenlerin ne kadar insancıl olabileceği, insan hakları ve demokrasi ile ne kadar ilgili olabilecekleri soruları beliriyor. Elbette bugünün dünyasında tüm farklılıkları zenginlik olarak görebilen, her farklılığa temsil hakkı tanıyan, azınlık olanın ezilmesine müsaade etmeyen ve çoğunluğu da azınlık tahakkümüne maruz bırakmayan sihirli sözcük “demokrasi” ve bu sihirli sözcüğün işlevinin oluştuğu bir Libya tüm Libyalıların hakkıdır. Fakat uzun yılların aşiret düzeni, aşiretler arasındaki geçmişe dayanan ihtilaflar ve kontrolsüzce sokağa dağılmış olan silahların bundan sonra toplanıp toplanamayacağı düşünüldüğünde Libya’yı kısa vadede huzurlu günlerin beklediğini söylemek çok zor. Burada büyük sorumluluk Ulusal Geçiş Konseyi’ne ve onun yöneticilerinin Libya gerçeklerine hakim ve geçmişin tecrübelerinden ders çıkararak hareket etmesinde belirginleşiyor.
Libya’da Mart 2011’de başlayan halk ayaklanması her yeni günde Kaddafi ve yandaşlarına karşı yürüttüğü mücadeleyi Ekim 2011’de Kaddafi’yi linç ederek öldürmekle tamamladı. NATO’nun Libyalı muhaliflere bu süreçte sağladığı önemli bir destek olduğunu da not etmemiz gerekiyor. Libya’nın Kuzey Afrika coğrafyasında gerek petrol kaynakları gerekse Akdeniz kıyısındaki jeopolitik önemi göz önünde bulundurulduğunda NATO’nun hangi saikler çerçevesinde konuya müdahil olduğunu anlayabiliriz. Türkiye’nin NATO müdahalesine ilk başta karşı çıkması ve sonrasında oluşan konsensüse direnemeyip en azından lojistik anlamda destek vermiş olması da bu anlamda önemlidir. Libya’nın Kaddafi’nin ölümünden sonra çatışmasızlığa kavuşması ve akabinde normal bir siyasi düzeni oluşturabilmesi için NATO’nun ve uluslararası desteğin yanında Türkiye’nin rolü büyük önem taşımaktadır. Libyalıların Çanakkale’de, Mustafa Kemal, Enver Paşa, Nuri Paşaların Trablusgarp’ta omuz omuza çarpıştığı gerçeği göz ardı edilmeden, NATO ve Batı’nın daha çok yeni olduğu Libya’da Türkiye’nin tarihi derinliği etrafında pozisyon belirlemesi gerekmektedir. Bugün doğal kaynaklarını yönetemeyen, aşiretlerin birbirleri ile çatışmaya girdiği ve geleceğini kurgulayamayan bir Libya oluşursa bundan en büyük zararı yine Türkiye görecektir. Batı sorumluluğu olduğu sorunlara zaman zaman duyarsız kalabilmektedir (Bknz: Somali) fakat Türkiye’nin kötü durumdaki Libya’ya duyarsız kalması mümkün değildir. Yarın yeni bir Somali olmaması için Türkiye’nin Libya konusunda çok daha duyarlı ve hassas bir politika izlemesi, batının salt doğal zenginlikler üzerinden geliştirebileceği olası politikalara karşı dik bir duruşu benimsemesi gerekecektir. En azından Şeyh Sinusi’nin Kurtuluş savaşı yıllarında geleneksel kıyafetleri ile bizzat Mustafa Kemal’in yanında sağladığı desteğin bir karşılığı olmalıdır.
Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı