3 Aralık 2014 Çarşamba

Siyaset yapın "Ali Cengiz Oyunu" değil.

Türkiye seçim sathı mahalline girdi. 2015 Haziran'da gerçekleşecek genel seçimlerin önemi büyük ancak maalesef yine iktidar partisi ve ondan beklentiler bu önemi oluşturuyor. Muhalefete baktığımızda ise uzun zamandır olduğu gibi ne bir umut ne de bir siyaset yapma çabası var.

Normal bir ülkede yapılacak seçimleri önemli kılanın muhalefet olması beklenir zira iktidarın hele ki 12 yıldır görevde olan bir iktidarın yaşadığı yıpranma ve iktidarda olmanın oluşturacağı rehavet ile yaptığı ve yapacağı yanlışlar muhalefete bir alan açar. Fakat bizim ülkemizde neredeyse bunun tam tersi oluyor ki buradan halen daha normal bir ülke olmadığımızı anlamamız icap ediyor. Nedir normal olmayan ülke? İnsan hakları ve demokrasinin asgari standartlarını içselleştirememiş, en azından kurumsal manada bu zemini oluşturamamış her ülke günümüz dünya siyasetinde normali yakalayamamış demektir. Esasen "Yeni Türkiye" söylemi üzerinden oluşturulan havanın da gerçekçiliği bu bağlamda sorgulanmaya açık hale gelmektedir.

Türkiye'nin insan hakları ve demokrasi karnesi 90'lı yıllara görece çok daha iyi olmakla birlikte halen daha 1982 model ve asker yapımı bir anayasa kullanıyor olması, Kürt sorununda çözümü henüz sağlayamaması, Alevi meselesinin gün gibi ortada durması ve benzer meseleler üzerinden rahatlıkla eleştirilebilir. Ekonomik kalkınmanın plansız ve programsızlığı ile oluşturulan rantsal alan ve ondan daha büyük çevresel, kentsel gerilim ile birlikte eğitim politikalarındaki devletçi, tek tipçi anlayışın farklı bir şekilde sürdürülüyor oluşu Türkiye'de güncel siyasetin ve iktidarın eleştirileceği kalemler arasında başı çekmektedir.

Tüm bu eleştiri kalemleri yokmuş ve iktidar partisi her şeyi mükemmel yapıyormuş gibi davranmak ne kadar yanlış olacaksa, muhalefetin bu eleştiri konularına dönük proje yoksunluğu ve vizyonsuzluğunu dile getirmemek de o kadar abes olur. Maalesef son 3-4 yılın en büyük sorunu olan muhalefetsizlik ve iktidarın kendi kendine muhalefet olma durumu istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Çünkü seçim sathına girdiğimiz şu günlerde siyaset yapmak yerine siyaseti devre dışı bırakmak üzere kurgular yapılmaya devam ediliyor.

367 garabeti, 7 Şubat MİT olayı, Gezi Parkı hadiseleri ve 17-25 Aralık soruşturmaları gibi bugün ortaya atılan konu seçim barajı üzerinden siyaseti kilitlemek. Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi %10 seçim barajı ile ilgili anayasa mahkemesine başvuru yapıyor. Sanırsınız ki bu baraj uygulaması yeni olan bir şey ve bu iki siyasi partimiz de bu durumdan ilk kez mağdur olacaklar. Konunun teknik detayına girmemize gerek bile yok, çünkü bayram değil seyran değil ise SP ve BBP neden Anayasa Mahkemesine başvurdular? Kısaca beklentinin şu olduğunu söyleyebiliriz; anayasa mahkemesinin siyasete girmesine, Türkiye'nin seçim sistemi nasıl olmalıdır gibi bir soruya cevap vererek doğrudan siyaset yapmasına hazırlanıyorlar. Belki bir içtihat oluşur da oradan da başka şeyler devşiririz derdindeler.

Konuyu seçim barajı adil değil olarak gündeme getirmek yerine mahkemeye gittiler çünkü onu henüz 2013 yılında Başbakan makamında oturan Erdoğan yapmıştı. Aslında iktidarın kendine muhalefet olması meselesini de bu örnek gayet açıklıyor. Erdoğan o zaman 3 seçenek öne sürmüştü: %10 barajının aynen devam etmesi, barajı %5'e çekip daraltılmış bölge uygulaması ve barajı tümden kaldırıp dar bölge seçim sistemine gidilmesi. Bu önerileri derli toplu tartışmayanlar, yerine şöyle olsa daha iyi olmaz mı demeyenler bugün işi başka yerinden tutuyorlar. Kısacası SP ile BBP'nin ve onlara akıl verenlerin meselesi seçim barajı uygulamasının adil olup olmayışı değil, yapamadığımız siyaseti anayasa mahkemesine nasıl yaptırırız telaşıdır.

Seçim sathı mahalline girdiğimizi ayak oyunlarının başlaması ile değil, biz şu ve bu eksikleri şu ve bu şekilde tamamlamak için siyaset yapacağız söylemi ve vizyonu ile görmek isterdik ancak alışmış kudurmuştan beterdir derler. Türkiye'de son yıllarda en çok alıştığımız şey iktidarın eksiklerini kendi kendine öğrenmesi ve muhalefetin de her seçim sürecinde bir Ali Cengiz oyunu gerçekleştirme telaşıdır. Anlamadığım şey ise muhalefetin bu yola tevessül etmesinin iktidarı güçlendirdiğini halen daha görememiş olması ve toplumu da salak zannetmesi. Oysa toplumsal hafıza çok diri ve kazanımlarını Ali Cengiz oyunlarına gelerek kaptırmaya hiç niyeti yok.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Bir nehir ki ömrüm

Son günlerin modası Türkiye'nin tarafsızlığını yitirdiği, itibarını kaybettiği ve bunda tüm sorumluluğun Erdoğan'a ait olduğu tezi. Bakın AK Parti değil bütün sorumluluk Erdoğan'a ithaf ediliyor. Bununla birlikte bazı dostlarım ve arkadaşlarım da bana benzer bir şeyi söylüyor; "non-partisan değilmişsin!"

Türkiye'nin AK Partili yılları diğer partilerimizle kıyasladığımızda çok uzun olmamakla birlikte yaşattığı dönüşüm var olduğu yıllardan çok daha büyük ve uzun bir döneme tekabül ediyor. Zaten esas mesele de burada başlıyor. AK Partiyi ilk başta takiyecilik ile suçlayıp, sonra onu da kontrol altına alabilmek hesapları yapanlar kontrolü kaybettikleri için bugün tümden reddediyor ve her türlü ayak oyunu ile işleri yolundan çıkarmaya çabalıyorlar. 2010 yılında "Yetmez ama Evet" cephesinde birlikte hareket edenlerin bugün müthiş bir çarpışma yaşadığı hepimizin malumu mesela...

AK Partiyi ilk göreve geldiği yıldan 2007-2008 dönemine kadar çok eleştirdim; ABD uşağı olmakla, AB yalakalığı ile vesaire... Çünkü inandığım şeylerle ters düştüğünü düşünüyordum; örneğin bana göre Türkiye tüm AB reformlarını yerine getirsede AB'ye giremeyecekti veya bir sihirli değnek olsa tüm AB reformlarını bir anda yapsanız da Türkiye çok fazla değişmeyecekti. Türkiye'nin AB modelini örnek alarak kendi iç dinamikleri, yerel-kültürel değerleri ve tarihsel arka planına bakarak bir sistem geliştirmesini benimsiyordum. Diğer yandan Başbakan Erdoğan'ın aldığı Yahudi Cesaret Ödülü, ABD ile kurduğu yakın ilişkiler midemi bulandırıyordu. O zamanlar henüz 15-20 yaşları arasındaydım ve dünyanın ne kadar büyük bir satranç tahtası olduğunu ve bizim de o tahta üzerinde bir vezir veya fil olmadığımızı, olsa olsa belki at, kale ve hatta piyon konumunda durduğumuzu göremiyordum. Bana kalırsa anlı-şanlı tarihimizin bıraktığı miras ile dünyaya nizam verecek kudretimiz vardı ve buna rağmen Erdoğan ve AK Parti'nin el ile iş tutması anlaşılmazdı.

Elbette insan büyüdükçe olgunlaşıyor, dünyanın resmini de daha büyük görmeye başlıyor. Anladım ki beklentilerim, ideallerim yerinde ama bunu yerine getirecek güç unsurları ortada yok. Bir yandan kendimi demokratikleştiren adımları atarken diğer yandan ülkenin aslında ne kadar büyük bir cadı kazanı olduğunu görmeye başladım. Mesela başörtüsü ile üniversiteye girilemediğini, Kürtlerin dilini konuşamayıp kültürünü yaşatmasının engellendiğini, ülkede "azınlık" adı altında Ermeni-Musevi-Rum cemaatlerinin gördükleri tüm zulümlere rağmen yaşadığını ve aslında zaten ülkenin büyük çoğunluğunun ve azınlıklarının diğer ayrıcalıklı azınlığın tahakkümü altında olduğunu idrak ettim. Tüm bu durumun da sadece içeriden değil, dışarıdan da destekle sürdürüldüğünü anladım, çünkü aksi mümkün olamazdı, ne zaman milletin adamları iş başına gelse devletin azınlığı desteksiz darbe falan yapamazdı.

Sonra o hengame içinde serpildik büyüdük falan... Tabi yıllar çabuk geçiyordu ama ülkenin serencamı çok daha çabuk değişiyordu. Milletin adamlarını ve haliyle milletin iradesini kafası bozulunca askıya alan, milleti en çok ilgilendiren konuları da kendilerinden başkasına konuşturmayan paşaların mahpusa girdiği, dalga dalga operasyonların yapıldığı ve çok saygın, pek kıymetli insanların "darbe teşebbüsü" suçlamaları ile kodese girdiği günleri gördük, onlar bitti derken parti kapatma davaları, cumhurbaşkanı seçtirmeme tripleri falan peşi sıra geldi.  İşte tam bu hengame arasında benim de elim kalem tutmaya, bu yazıyı okuduğunuz blogdaki yazılar oluşmaya başladı ve o gün bugün dilim döndüğünce, zihnimdekileri paylaşmaya çabaladım. İlk yazımın "Kürt Açılımı" başlığını taşıması ve o gün açılım dediğimiz şeyin bugün "çözüm süreci" haline gelmesi için sadece 5 yılın yeterli olması bile Türkiye'nin ne kadar hızlı dönüştüğünü bizlere anlatmıyor mu?

Türkiye'nin bu hızlı dönüşümü ben de dahil hepimiz hallaç pamuğu gibi söküp attı. Mesela ben lise yıllarımda "cemaat" diye adlandırılan ve bugün nam-ı değer "paralel yapı" olan Fethullah Gülen hareketini hiç sevmezdim. Hiç "sevmezdim" diyorum çünkü o zaman "tasvip etmek - doğru bulmak - eleştirel bakmak" gibi kelimeler zihin dağarcığımda pek yoktu. Aklımda hep bir komplo teorisi sağda solda anlatırdım; efendim bu adam çok iyiyse neden ABD'de, açtığı okullar çok makbul ise neden hep ABD'nin okulu olmayan yerlerde gibi komplo teorileri ile Gülen Hareketini ABD ile bağdaştırır ve "Truva Atı" olduğunu söylerdim. Dönüşüm bizi de hallaç pamuğu gibi söküp attı dedim ya; işte süreç içerisinde ben de "Türkçe Olimpiyatları" olsun, "Eğitim Önceliği" olsun farklı konularda Gülen Hareketine sempati duymaya başladım. İnanır mısınız olimpiyatları gözleri dolarak izler oldum ama yine "öz" belliydi, Türkiye ve onun dili, onun tanıtımı... Aslında bu büyük dönüşümde de bir uzun adam sorumluydu, ve onun yol arkadaşları, çünkü onlar bozuk paralara "Türkçe Olimpiyatları" yazılmasına imkan verecek kadar destek olmuştu "paralel yapıya". Yapı paraleldi zira 2010'da bizim de verdiğimiz "Yetmez Ama Evet" desteği ile yargıda semirmiş, hali hazırda poliste var olan gücünü de hesaba katarak artık yeri ve zamanı geldiğinde hükümete de dur diyebileceğine inanmıştı. Biz Kürt Açılımı derken onlar KCK ile baltalamaya, MİT dönüşüyor, düzeliyor derken müsteşarı içeriye almaya ki onu da yine "çözüm süreci" üzerinden Oslo Görüşmeleri ile yapmaya çabalıyorlardı. Aslında bu da anormal değildi, ben de bazı arkadaşların güç kazanmak için bizimle yürüdüğünü sonradan idrak etmiştim. İnsanın herkesi kendisi gibi bilmesi gibi bir doğal hali vardır, biz de halis niyetle yola çıkınca yanımızda yürüyenleri de halis niyetli sanmıştık.

Bunlar içeride yaşanan girdaplardı ve yaşanmaya devam ediyorlar. Bir de dışarısı vardı, bizim eğitim önceliğimizin de mecbur kıldığı uluslararası ilişkiler veya uluslararası çelişkiler... Türkiye'nin model ülke olmasından ekseninin kaymasına ve Arap Baharı üzerinden liderliğe oynarken bugün yapayalnız bırakılmasına kadar o cenahta da yıllara oranla zaman çok daha hızlı geçiyordu. Türkiye'nin yarım asrı deviren Avrupa Birliği ilişkileri bir yanda, küresel güç ABD ile stratejik ortaklığı diğer yanda ve sonra Şangay İşbirliği Örgütü'ne göz kırpmaları bir başka taraftaydı. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra BMGK geçici üyeliği alınıyor, 2005 yılı biz anlamadan bu hedefe dönük Afrika Yılı ilan ediliyor, Japonya'dan Komor Adalarına kadar çok taraflı çok boyutlu ilişkiler geliştiriliyordu. Kim bilebilirdi ki 1911 yılında Uşi anlaşması ile çıktığımız Libya'da 2011 yılında dünya standartlarında bir tahliye operasyonu gerçekleştireceğimizi ve yine kim bilebilirdi ki sarmaş-dolaş görünen Esad ile kanlı-bıçaklı hale geleceğimizi? Biz de bu dışarıdaki dinamizme kendimizce el attık, dernek kurduk, uzmanlar yetişsin, hedeflere erişilmesi için batılı gözlükler çıkarılsın diye kendimizce debelendik ve debelenmeye devam ediyoruz.

Hadi Burak sadete gel diyorsunuz biliyorum ama siz de görüyorsunuz hem içeride hem de dışarıda bir türlü sadete gelemedik çünkü alacağımız yol uzun, yapacağımız iş çoktu. Tüm dünyayı durdurup sadece Türkiye'nin arzuları ve politikaları doğrultusunda çalıştırsak neredeyse yarım asır alacak işi 12-15 yıl gibi bir zaman dilimine sığdırmanın verdiği bu kafa karıştırıcı ve bir o kadar da zihin yorucu hal ister istemez hepimize farklı şekillerde sirayet etti. İlkesel bir zeminde analiz edildiğinde her şeyin açığa kavuşacağı tezinin hangi ilkelere göre sorusunu doğurduğu küresel yönetişimsizlik geldi çattı bizim içinde yaşadığımız ve hem de genç olarak yaşadığımız evreyi buldu. Bizlere ilkelerden bahsedenlerin tüm ilkeleri kendi "çıkar" ve "amaçları" için kullandığı şu beş para etmez dünyada yaşamak ağrısı asılmıştı boynumuza. (Ahmet Kaya) Henüz bir asır önce Çanakkale'de gömdüğümüz insanların torunlarına verilecek bir hesabımız olduğunu düşünenler ile bize ne onlardan diyenler ve bu ikisinin arasında ne olduğunu anlamaya çalışanlar... Bazen şu kısacık tarihsel dilimden kaç tane film ve roman çıkar diye düşünmüyor değilim.

Yer küre ile gök kubbe arasındaki titreşimlerin rezonans adını aldığını ve bu rezonansın 1980'li yıllardan beri giderek şiddetlendiğini öğrendiğim günden itibaren uyku saatlerimi azaltma gibi bir eğilimim vardı çünkü biz büyüyorduk Türkiye değişiyordu ama değişimin hızı her geçen gün çok daha artıyordu. Sokaklarda "Hrant için Adalet için" diyerek kol kola yürüdüğümüzde MHP'lilerin tepkisini üzerimizde hissettiğimiz solcu dostların, sosyal demokratların üzerlerinden atamadığı cüppe-sarık korkusunu başörtüsüne gölge ettikleri günlerde de MHP'li dostlarla kol kola giriyorduk. 2010 yılında "Yetmez ama Evet" deyip vesayeti birlikte gerilettik diye sevindiğimiz dostların "Gezi" ve "17-25 Aralık" ile darbe devşirmeye çalışılan günlerde bırakın sessizliği, adeta karşı cephe aldıkları günleri idrak edeceğimizi hiç düşünmemiştik. "Unutursak Kalbimiz Kurusun" deyişiyle Roboski olduğumuz günlerde MHP'liler "terörist" dedi, "başörtüsü için özgürlük" isteyip, "Filistin-Gazze-Suriye" dediğimiz zaman ise sosyal demokratlar ve sözüm ona CHP'liler İslamafobik davrandı. Şimdi siz istiyorsunuz ki hemen sadete gelelim.

İleri demokrasi sözünü kalkan edinip hükümete  duble yollar ile kılıç sallayanların anayasa uzlaşma komisyonunda "Atatürk İlkesi" ve "Türklük Tanımı" üzerinden nasıl bir sınav verdikleri yahut verme ihtimalleri de hepimizin malumu iken biz 1982 model Murat 124 ile 220 km hız yaptık ve bir de üzerine deniz altından giden raylı sistemle 300 km ile giden hızlı trenleri beğendiremedik. Kolay mı sadete gelmek?! Duble yolların ve yeni havalimanlarının hiç önemi yoktu, varsa yoksa ileri demokrasiydi çünkü memleket çok partili hayata geçeli çok olmuştu ve netekim demokrasi bir türlü oturmamıştı. Zaten demokrasi de ne Kürt Açılımı, ne Çözüm Süreci, ne de 100 yıl sonra Ermeni torunlara iletilen taziye mesajında gizliydi, hatta demokrasi askeri vesayetin gerilemesi, Kürtçe kanal kurulması, azınlık mallarının iadesi, Kenan Evren'in yargılanması, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı bile değildi. Demokrasi olsa olsa hükümetin ve hatta belki de sadece Erdoğan'ın irtifa kaybetmesi, düşmesi, yok olması, daha da ileri giderek asılması, derdest edilmesiydi.

Biz büyümeye devam ediyorduk ve hatalarımızla günahlarımızla oluyordu bu, tıpkı çalışan, yürüyen, koşan herkesin başına gelebilecek her türlü aksilik gibi... Büyüyorduk biz ve eğitim seviyemiz artıyor, hastahanelerimiz çoğalıyor, standartlarımız yükseliyor ama diğer yandan da eksiklerimiz Soma'da açığa çıkıyor ve yüreklerimiz dağlanıyordu. Kömür karası olan yüreklerimize bir de tekme atılmasını elbette kabul edemedik, özüne vuran özünü yitirmiştir diye oldu isyanımız ama gel gör ki bir tekme atanın yerine bin tekme yedirmeye çalıştılar. Oysa bilmiyorlardı ki epey tekme de yemiştik.

İşin enteresan tarafı tekmeyi bir kişiden değil birçok kişiden yememizdi. Halen söylerim içinde yer aldığım ilk üç günü ile gurur duyduğum Gezi Olayları bize de "vatan hainliği" damgası yedirmişti. Sonrasında işin boyut değiştirdiğini görüp kenara çekilip ve hatta bu "Gezi artık Gezi değil" dediğimizde ise bizatihi Geziciler tarafından damgalandığımız günler çift taraflı tekme değilde neydi? Hrant için yürürken MHP'li dostlardan yediğimiz tonla küfrün Hocalı Soykırımı dediğimiz zaman başkalarından gelmesine ne demeli? Ergenekon-Balyoz davalarında "darbecilerle hesaplaşma" talep edip davalara arka çıkarken bizleri vatan haini ilan edenler ile bugün "paralel yapı ile mücadele" dediğimiz zaman döneklikle itham edenler arasında ne fark var?

Evet sadete geldim, dönüşüm diyoruz, demokratikleşme diyoruz ve bunları çok kısa bir zaman diliminde yığınla filme konu olacak olaylar silsilesinden çıkarmaya çalışıyoruz. Elbette hiç kolay değil ve can yakıyor ama en azından bir nehrin içerisinde seyir eden ve her türlü dalgada, eğimde ve kayalara çarpmasına rağmen ayakta kalmaya çalışan bir hikaye bu, aslında hepimizin hikayesi. Bizim içinde büyüdüğümüz, bir kısmımızın içine doğduğu veya içinde fizyolojik olarak da en büyük sıkıntıları yaşadığı ergenlik dönemine gelen bir hikaye. Tartıştıran, kavga ettiren ama dönüştüren, büyüten ve olgunlaştıran bir olaylar manzumesinin içerisindeyiz. Tabuları yıkan ve yeni tabular yapıp bir daha yıkan bir süreç bu.

Şimdi diyorlar ki oyunu neden Erdoğan'a verdin, bunca yanlışını görmüyor musun? Hatta geçende sözüm ona ünlü bir gazeteci Erdoğan'ın rakiplerinden biri olan Ekmel Bey için "neden Besmele çekerek konuşmaya başladı" sorusunu yöneltti ya işte tam oradan vereyim cevabımı. Gazeteciye göre "Besmele" taraf olmakmış ve laik devlette bu olmazmış. Peki ya besmele çekmemek taraf olmak değil mi? Erdoğan'a oyumu verdim çünkü o taraf oluyor, çekinmiyor, dönüştürüyor, büyütüyor... Kürt Sorunu var dedi, çözüm sürecine sahip çıkacağım diyor. Paralel Yapı ile mücadeleyi sürdüreceğim diyor. Kalkınma adımları, projeler sürecek, takipçisi olacağım diyor. 2023, 2053, 2071 diyor, içinin doluluğu ve nasıl doldurulduğu konusunda şüpheler ve çekinceler olabilir ama bir hedef, vizyon ortaya koyuyor. Karşısında ise onun vizyonu, hedefleri, dönüştürücü kimliği, taraf olma cesareti, takipçiliği ile baş etmesi mümkün olmayan adaylar var. Şimdi siz bana Erdoğan'a şu yüzden oy vermeyeceğim demek dışında, şu adaya şu yüzden o vereceğim gibi cümleler kurar mısınız? Yoksa siz bile Erdoğan'a göre mi pozisyon belirliyorsunuz?!  

     

6 Ağustos 2014 Çarşamba

"Affedersiniz" Demeksizin Neler Dediler!

Başbakan Erdoğan NTV'ye konuk olduğu bir programda öyle bir laf etti ki sormayın. Memleketin tüm demokratları, özgürlükçüleri, eşitlikçileri, ayrımcılık yapmayanları, vatandaşlık hukukuna inananları, barışseverleri birleşti ve "affedersiniz" metaforu üzerinden Başbakana demediklerini bırakmadı. Hatta sözün bizatihi muhatabı olduğunu düşünen Ermeni aydınlar "Güzeliz be" başlığı altında "bizi oltaya takmayı bırak, dalgana bak..." diyerek Başbakana sitem ettiler.

Başbakanın ettiği laf aynen şuydu; "...ve benim için neler söylediler; çıktı bir tanesi Gürcü diyen oldu, çıktı bir tanesi affedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu..." Öncesinde ise Aleviyim diyebilmek, Kürdüm diyebilmek ile ilgili örnekler veriyor, bunun zenginlik olduğunu ifade ediyor ve herkes ne ise onu rahatça söyleyebilmeli diyor. Sonrasında ise babamdan da dedemden de öğrendiğim, hepsinden öğrendiğim ben Türk'üm diyor. Başbakan'ın ne kadar dobra olduğu, içinden geçeni nasıl rahatlıkla söylediği yılların tecrübesiyle sabit. Sırf bunun için çok kez eleştirdik kendisini, mesela "ananı da al git" demesiyle eleştiri aldığı gibi "one minute" diyerek gönülleri fethettiği sayısız içten konuşmanın sahibi aynı Erdoğan. Bu kez de gayet doğaçlama bir şekilde "affedersin çok çirkin şeylerle"- "Ermeni diyen oldu" ifadesini kullandı ve başlangıçta da söylediğim gibi bir anda sosyal medyada kıyamet koptu.

Birincisi Başbakan orada Ermeniler için "çok çirkin şeyler" demedi, bizim de azınlık hakları, vakıf mallarının iadesi, Hrant Dink'in katledilmesi hususlarında Ermeni cemaatine hak verdiğimiz, destek olduğumuzda yediğimiz küfürleri, maalesef hepimizin bildiği ve çoğumuzun zaman zaman maruz kaldığı "o çirkin sözleri" ifade etti. Ama her gün Recep Tayyip Erdoğan'ı pür dikkat dinleyip, bir hata yapsa da üzerine çullansak diye bekleyenler elbette bunu böyle yansıtmadı. Erdoğan'ın Ermenilere hakaret ettiği tezini hızlıca işlemeye başladılar ki bu tezi işleyenlerin "Türkiye Türklerindir" ifadesi ile her gün yayına çıkan gazeteye bir kere itiraz ettiklerine de şahit olmuş değiliz. Bana sorarsanız Erdoğan'ın Ermenilere hakaret etmediği aşikar ama yine de bu cümleleri kullanması da bir o kadar gereksiz. Çünkü öyle veya böyle maalesef yıllar içinde oluşmuş olan kötücül bilinçaltını tazeleyen sözler bunlar. Fakat meselesi üzüm yemek değil bağcı dövmek olanlar olayı harika bir şekilde çarpıttılar ve hatta az kaldı bazı AK Partililerin bile Erdoğan'ın Ermenilere hakaret ettiğine inanmasına ramak kalmıştı. "Ne dediğine değil icraatına bakarım" diyerek Erdoğan'ı savunma tweetleri atanlar sanıyorum bu karalama kampanyasına kapılmış olanlardı.

Açıkçası Erdoğan'ın Ermenileri aşağıladığı tezine inanmak da kabul edilemeyecek bir durum değil zira Türkiye'de ortalama her bireyin zihin kodları biraz Kemalist. Yıllarca gayet yaygın bir biçimde kullanılan söylemlerin Başbakanın da ağzına dolanmış olması ihtimalini kimse yadırgamaz ancak adeta devrim niteliğinde olan 1915 taziyesini yayınlayan, azınlık vakıf mallarının iadesini mümkün kılan, Ermenistan ile normalleşme çabaları sarf eden ve sonra akim kalan protokollere imza atan bir hükumetin başbakanından bu sözlerin duyulması garip gelebilir. Nitekim benim de ilk bakışta "yok artık" dememin ve direk konuşmayı dinlemeye yönelmemin sebebi bu oldu. Konuşmayı dinleyince de nasıl bir çarpıtma ile karşı karşıya olduğumuzu açıkça gördüm.

Burada Erdoğan'ı sütten çıkmış ak kaşık ilan edecek değilim, Hrant Dink'in onun başbakanlığı döneminde katledildiği ve katillerinin halen ortaya çıkarılmadığı gerçeği önümüzde durduğu sürece Erdoğan'ın tüm beklentileri karşıladığını söylememiz mümkün değil. Ancak gözardı edilen bir durum var. Erdoğan'a Ermenileri aşağıladı diye saldıranların kahır ekseriyeti acaba Ermeniler, Museviler, Kürtler, Aleviler konularında nasıl bir karneye sahipler? Türkiye'de sanıyorum İttihat ve Terakki zihniyetini temsil ve takip eden İslamcılar ve AK parti değildir. Daha düne kadar "Kürt Açılımı" meselesine şiddetle karşı çıkanların bir anda Ermeni sever olması, demokrat kesilmesi, insan hak ve hukuku konuşması bana hiç normal gelmiyor. Hele hele "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz" sloganıyla sokağa dökülüp adalet talep edenlere karşı tamamen başka bir konu olan Hocalı Soykırımı konusu üzerinden kontra-atak yapanlara ve o kontra-atağa adeta liderlik eden İdris Naim Şahin akıllıların bugün Erdoğan'a "Ermeniler" üzerinden saldırmasına ise şapka çıkarmak gerekiyor.

Affedersiniz ama Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan Hrant Dink katledildiğinde "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı attık diye ne vatan hainliğimiz kaldı ne de şehitlere vefasızlığımız. Bazıları ise açıktan küfürler savurdular, tehditler yağdırdılar. "Türkiye Türklerindir" gazetesinde yazılar yazanlar, o yazıları şevkle ve zevkle paylaşanlar şimdi kalkmışlar Erdoğan ayrımcı, aşağılayıcı, ağzı bozuk falan diyorlar. NTV'deki programdan bir veya iki gün önce Kanal 24'teki programda aynı Erdoğan "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı"ndan bahsediyordu ama ne hikmetse kimse duymadı?! Çünkü bugün Erdoğan'a ayrımcı diyenlerin yapılacak yeni anayasada; "Türklük" tanımı olsun mu olmasın mı, "Atatürkçülük" yer alsın mı almasın mı sorularına verecekleri cevaplar, sanıyorum kendilerinin demokratlık, insan hakları savunuculuğu, eşitlikçilik oldukları iddiaları için harika bir turnusol kağıdı işlevi görecektir.

Uzun lafın kısası; birilerini bir şeylerle itham ederken lütfen işaret parmağınız dışındaki 3 parmağınızın kendinize dönük olduğunu unutmayınız. Kendiniz için istediğiniz her şeyi diğerleri için isteyebiliyor ve sizin başınıza gelmesini istemediğiniz şeylerden diğerlerini de koruyabiliyorsanız ne mutlu. Bu arada "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" sözünün ve "Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun" deyişinin içinde yer aldığı faşist andın da Erdoğan ve AK Parti döneminde kaldırıldığını unutmayın. Pardon siz onu hatırladıkça Erdoğan'dan daha çok nefret ediyordunuz değil mi?!                   

Tarafsızlık ve Non-Partisan Duruş Meselesi

Son günlerin modası Türkiye'nin tarafsızlığını yitirdiği, itibarını kaybettiği ve bunda tüm sorumluluğun Erdoğan'a ait olduğu tezi… Bakın AK Parti değil, bütün sorumluluk Erdoğan'a ithaf ediliyor. Bununla birlikte bazı dostlarım ve arkadaşlarım da bana benzer bir şeyi söylüyor; "non-partisan değilmişsin!"

İlk olarak tarafsızlıktan ne anladığımıza, non-partisan olmanın ne manaya geldiğine bakmamız gerekiyor çünkü en büyük sorunlarımızdan birisi kullandığımız terminoloji aynı olmakla birlikte farklı insanların zihinlerinde epey farklı izdüşümlere tekabül ediyor olmasıdır. Tarafsızlık en basit haliyle taraf tutmamak, belirli bir zaman ve mekanda oluşan tutum ve düşünceler arasında tercih yapmamaktır. Non-partisan olmak ise herhangi bir siyasi partiye ait olmamak,  siyasi particilik yapmamak,  taraftar olmamak anlamlarına gelir.

Türkiye’nin tarafsızlığını yitirdiğini iddia edenlerin en temel argümanları “Gazze-Suriye-Mısır” politikaları üzerinden oluşuyor. Bir faz ileri gidip “Ortadoğu Bataklığı” içine çekildiğimiz, hatta buna gönüllü olduğumuz ileri sürülüyor. Birinci argüman Netanyahu, Esad ve Sisi üçlüsünün iktidarlarıyla Türkiye’deki iktidarın kanlı-bıçaklı olmasından ileri geliyor. İkinci argümanın kökleri ise çok daha derin ve içinde Arap ve İslam fobisi barındırıyor. Tarafsızlık beklentisi içinde olanların arzu ettiği tablo İsrail ile Suriye, İsrail ile Lübnan ve hatta Filistin ile İsrail arasında arabuluculuk yapan Türkiye’yi yeniden görmek. Bu tabloyu görememelerinin temel sorumlusunu Erdoğan ve AK Parti iktidarı olarak işaret ediyorlar. Çok boyutlu dış politikayı anlamadıkları gibi ilişkilerinde birden fazla boyutu olduğunu kavrayamadıkları çok net çünkü sanıyorlar ki Erdoğan ve AK Parti değişti ama karşılarındaki muhataplar hep aynı ve barışa-çözüme-istikrara meyilli. Ben bir vatandaş olarak ülkemin Başbakanını Sisi, Esad ve Netanyahu ile iyi ilişkiler kurmadığı için takdir ediyorum. Mısır, Suriye ve İsrail ile ilişkilerde bahsi geçen rejimlerden çok bu ülkelerin insanlarını önceleyen, geniş kitleleri politik süreçlere dahil etmeye çabalayan yaklaşımları da doğru buluyor ve Türkiye’nin, halkına zulüm eden Esad, darbe ile iş başına gelen Sisi ve Gazze’ye bombalar yağdırıp sivilleri katleden Netanyahu’ya tarafsız kalma ihtimalini içime sindiremiyorum.

Tarafsızlık meselesini kült haline getirenlerin beklentisi herhalde Birleşmiş Milletler, AB ve ABD’nin Gazze meselesine, Suriye’de yaşanan iç savaşa, Mısır’da gerçekleşen askeri darbeye verdikleri tepki ile Türkiye’nin verdiği tepkinin çelişmemesi ve dolayısıyla Türkiye’nin de çok sevgili batılı dostları ile arasının bozulmaması. Fakat gözden kaçırılan şey “tarafsızlığın da bir taraf olduğu” gerçeği! Mısır’da darbe yapan askerlerin ABD’den her yıl 1,5 milyar dolar aldığı, İsrail ordusunun her yıl ABD’den 3 milyar dolar aldığı gerçeğini ıskaladığımız zaman modern dünyanın tarafsız olduğunu söylemek elbette mümkün!

Non-partisanlık ise çok daha kafa karıştırıcı bir kavram; yıllarca başımı en çok ağrıtan şeylerden birisi dahil olduğum kurumun non-partisan oluşu benim ise siyasi içerikli yorumlar yapmam yazılar yazmam oldu. Sanıyorum benden beklenen etliye-sütlüye bulaşmamam, klasik, duyulmak istenen şeyleri tekrar etmemdi ve bunu yapmadığım için de şahsım üzerinden kuruma uzanan “yandaşlık” suçlamaları ile karşılaştım. Evet ben “Yaşasın Cumhuriyet, En Büyük Atatürk, Üstün Millet Türk ve Dinimiz Amin” diyerek gönülleri okşayan değil, daha çok bu çerçevede eleştirilmesi gereken eksiklere, çarpıklıklara odaklanan yazılar yazıyordum ve haliyle zihinlerinde “tabular” olanlardan eleştiri almayı da göze alıyordum. Fakat işler benimle sınırlı kalmıyor, her renkten, siyasi arka plandan kişilerin dahil olduğu, bir masada 3 kişi oturduğunda 5 farklı siyasi partiye oy çıkma potansiyeli olan çeşitliliğe sahip kurumumuz da sırf ben taraf olduğum için taraf gösteriliyordu. İşin komik tarafı ise tüm bu non-partisan olmadığım iddiaları benim herhangi bir siyasi partiye üyeliğimin dahi olmamasına rağmen yaşanabiliyordu.


Sonuç olarak ben Türkiye’nin tarafsız olması gerektiğine ne inanıyorum ne de böyle bir acizlik içinde olmasını içime sindirebiliyorum. Türkiye Gazze’de taraftır, Somali’de taraftır, Karabağ’da taraftır, Bosna’da taraftır, Mısır’da taraftır ve Türkiye dünya üzerinde zalimin zulmüne karşı, mazlumun sesini duyan bir tarafta olmalıdır. Non-partisanlık ise eskiden liderliğini yürüttüğüm kurumun temel ilkesidir ve ben de kurumun rozetini taşıdığım, o vesileyle kürsüye çıktığım her zaman buna özen gösterdim ama birey olarak hiçbir zaman sorunların uzağında oturup konforlu bir şekilde “istemezük” diyenlerden olmamaya özen gösterdim. İlk kez 1999 yılında elimde siyasi parti afişleri vardı ve 18 yaşımı doldurduktan sonra ise kullanacağım 1 oy ile siyaset yapmaya devam ettim. Eğer insan politik bir havyansa, eve götürdüğümüz ekmeğin fiyatı üzerinde siyaset birincil etkiye sahipse ve en önemlisi o insan, içinde zerre olduğu dünyanın meselelerine tarafsa, taraf olmanın getirdiği sorumluluğu taşımak zorundadır ve bunlar beni siyasetle iç içe kılmaktadır.