24 Ekim 2009 Cumartesi

KÜRT AÇILIMI: Paranın İki Yüzü

Ağustos ayının başlarında “Kürt Açılımı Başlangıç Olsun” başlığıyla yayınlanan yazımı yazarken büyük umutlar taşıyordum. Kürt kardeşlerimiz ile bir yaşam alanı yaratmaya, tek Türkiye olduğuna ve bu Türkiye'nin üzerinde yaşayan dili, dini, rengi, menşei ne olursa olsun tüm insanlarımızın eşitliğine vurgu yaparak umutlarımın bu yönde olduğunu belirtmiştim. Ağustos ayından bugüne kadar hep somut adımların neler olacağı tartışıldı. Kürtçe'nin hangi alanlarda kullanılabilirliği, Kürt Enstitüsü kurulup kurulmayacağı gibi konular tartışıldı. Yıllardır tartışamadığımız konuların artık konuşulabilir hale gelmesi umut vericiydi. Sürecin içinde yer alması gereken kurumların ve muhatapların önemine vurgu yapmıştık. Özellikle Abdullah Öcalan'ın bu süreçte kesinlikle muhatap alınmayacağına inanmıştık. Bugün yüreklere ekilen umutların yitirildiği ve hatta bir daha yeşertilemeyecek hale gelmeye yüz tuttuğunu görmekteyiz.
“Kürt Açılımı” kavramı ile başlayan süreç bilindiği gibi her yeni gün isim değiştirmişti. Konu, “Demokratikleşme ve İnsan Hak ve Özgürlükleri” ile ilgili olduğu için adının doğru tespit edilmesi gerektiğini söylemiştik. Konuşulmaya başlandığı günden itibaren esasen sadece Kürt kökenli vatandaşlarımız ile ilgili olmadığını yaşanan gelişmeler göstermişti. Suriye ile vize sürecinin kaldırılması, Ermenistan ile protokollerin imzalanması ve Irak ile yüksek düzeyde stratejik işbirliği adı altında imzalanan kırk küsür protokol bu “açılım” meselesinin çok boyutlu olduğunu gösteriyordu. Fakat gelinen son süreçte yaşanan gelişmeler ile iç kamuoyu ciddi bir krizin eşiğinde ve hatta içerisinde diyebiliriz. Bu yorum yazısında ise meselenin sadece Türkiye'de yaşayan Kürt vatandaşlarımız ile ilgili olan kısmını ele alacağım. Geçtiğimiz günlerde Mahmur kampından ve Kandil dağından Habur sınır kapısına gelerek teslim olan(!) 35 PKK'lının ve bugünlerde Avrupa'dan gelerek teslim olması beklenen PKK'lıların ülkede yarattığı gergin ortamın psikolojik anlamda bizi sürecin çok daha fazla gerisine götürme ihtimali üzerinde duracağım.
Terörün bitmediği bir ortamda iktisadi ve kültürel anlamda gelişmeler beklemenin mümkün olmadığı gibi terörün bitmesi de ancak dağdaki teröristlerin etkisiz hale getirilmesi ile mümkün olacaktır. Etkisiz hale getirmekten anlaşılan ise ya silahla mücadele ile tüm teröristlerin bitirilmesi ya da teröristlerin teslim alınması ile gerçekleşecektir. Teröristleri etkisiz hale getirmek de tek başına yeterli olmayacaktır. Dağdaki teröristlerin etkisiz hale getirilmesinden daha önemli bir meselede dağa çıkışın durdurulmasıdır. Nitekim Türkiye yıllardır birçok terörist etkisiz hale getirmesine rağmen dağa çıkışları engelleyemediği için sorun bitmek bilmemiştir. Dağa çıkışın engellenmesi bu yazının konusu ile ilgili olmadığı için sadece dağdan iniş kısmındaki metod üzerinde duracağım. Türkiye'de açılım sürecinin en çok tartışılan konularından birisi dağdaki teröristlere af meselesiydi. Geri dönüş yasasının genişletilip genişletilmeyeceği, üst düzey yöneticilerin bu af kapsamında olup olmayacağı ciddi bir tartışma konusuydu. Ancak sürecin başlangıcında ki doğru bir başlangıçtır, teslim olan ve silaha elinin değmediği söylenen PKK'lı teröristlerin teslim oluş şekilleri ciddi bir krizi beraberinde getirdi. Dağdaki teröristlerin geri dönüşünde izlenmesi en makul yol silaha eli değmemiş ve suça bulaşmamış olanlarla başlayarak üst düzey yöneticilere doğru bir çizgidir. Ancak bu çizgi daha başlarken bir doğrusallık yerine zik zak oluşturdu. Üzerlerinde kendilerin has kıyafetleri ile alkışlar ve gövde gösterileri ile DTP tarafından karşılanan teröristler ülkede geri dönüşü çok zor olan psikolojik bir travma yarattı.
Türkiye çeyrek asırdan uzun bir süredir ulaştığı terör belasına ve bu süreçte kaybettiği canlara rağmen toplumsal barışı korumak anlamında büyük bir sınavı başarıyla yürütmekteydi. Her gün gelen şehit cenazeleri ile birlikte hiçbir zaman “Kürt” kökenli vatandaşlar ile PKK karıştırılmadı ve fiili anlamda Kürt kökenli vatandaşlarımıza karşı sistematik bir halk şiddeti uygulanmaya kalkışılmadı. Israrla “Türk – Kürt kardeştir ayırım yapan kalleştir” sloganı çerçevesinde bir birleştiricilik ve Kürt kökenli vatandaşlarımız ile Kürt kimliğini korumacı bir yaklaşım sergilendi. Bu süreç içerisinde yaşanan münferit olayların ise olmaması beklenemezdi ve her zaman bu gibi durumların yanlış olduğu vurgusu yapıldı. Etnik ayrımcılığın bu topraklara hiç uğramadığı, hoşgörünün temelinin bu topraklarda filizlendiği çeşitli siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri tarafından defalarca dile getirildi. Psikolojik anlamda yaşanan ayrımcılığın ise son süreç ile birlikte giderileceği, yazının başında vurguladığım en büyük umuttu. Lakin gelinen süreç, bu psikolojik ayırımı daha da öteye götürecek fiili ayrım durumunun başlangıcı olma ihtimalini gösteriyor.
İnsanların sinirleri ile oynamak tehlikeli bir iştir. Neticede bir kediyi bile çok fazla kızdırıp bir köşeye sıkıştırırsanız, tırnaklarını kullanmak suretiyle üzerinizde bir iz bırakacaktır. Bugün PKK'lı teröristlerin adeta kahramanca karşılanması da sinir uçlarının zorlanması ile açıklanabilir. Unutmamak gerekir ki ateş düştüğü yeri yakmaktadır ve Türkiye'de terörün yaktığı ateş büyük bir kitleyi etkilemiş ve geri dönülmesi mümkün olmayan zararlara yol açmıştır. Böyle bir durumda kucaklaşmayı kendine düstur edinmek isteyen, ister istemez belleğine sokulan psikolojik ayrımdan kurtulmak isteyen bir toplumda, ateşin nedeni olarak gördüğü kişileri kahramanlaştırmak ardının zor alınacağı irrasyonel tepkiler doğurabilir. Bu tepkilerin de varacağı yerin toplum hafızasına vereceği hasar ve tekrardan kucaklaşmak isteğine bürünmekte yaratacağı zorluk göz ününde bulundurulmak zorundadır. Herşeyin çok güzel olacağı gibi cümleler kurarak bir açılım süreci başlatan iktidar partisi, herşeyin mevcut durumdan daha kötüye gitmesine çanak tutmamalıdır ki bu son teslim olma vakası ile birlikte daha kötüye gidiş başlatılmıştır.
Terörün bitmesi için dağdaki teröristin bir şekilde ya toplum hayatına kazandırılması ya da işlediği suçların cezasını çekmek üzere teslim alınması elbette gereklidir. Söylemeye çalıştığımız şey tüm teröristlerin öldürülmesi ve dağın tertemiz hale getirilmesi değildir. Mutlaka bir teslim olma, oldurulma süreci ile karşı karşıya olduğumuzu bir kenara koyarak bu teslim oluş sürecinin ne şekilde yönetileceğini önemsememiz gerekir. Nasıl ki Türkiye-Ermenistan maçına hassas durum söz konusu edilerek Azerbaycan bayrağı sokulmuyorsa ve devlet otoritesi bunu becerebiliyorsa, PKK'lı teröristin teslim oluş şeklinde de hassasiyetler göz önünde bulundurulmalıdır. Yeri geldiğinde taksim meydanında 1 Mayıs eylemine izin vermeyen ve bunu kolluk güçleri ile becerebilen devlet nasıl olurda PKK'lı teröristlerin kahraman misali ülkeye girişine izin verir? Bu durumda, “vatan sağolsun devlet varolsun” mantığı ile evladının acısını yüreğine taş basarak gömmeye çabalayan bir annenin hisleri hiç mi önemsenmez? Bu durumda aynı anne, ben devlet için evladımdan geçmişken devlet benim evladımın katillerini nasıl kahramanlar gibi karşılar diyerek toplumsal hafızaya bir temel taşı koyacaktır ki bu taş bizim tek ülke ve birlikte yaşamak felsefemize aynı anda bir dinamit etkisi yapacaktır.
Türkiye'de toplumun hissi tutumu -burada haklı bir hissiyattır- göz önünde bulundurulduğunda “açılım” denilen sürecin neticesinde artık kan duracak, herkes kardeşçe yaşayacak söylemleri bu son teslim olma vakası ile anlamsız kalmaktadır. Sadece anlamsız kalması belki yeniden başlanabilir diye düşünmemize bir yol açar ve çok da vahim bir durum değildir. Teslim olunma vakası bu süreci anlamsız kıldığı gibi toplumun birbirine karşı beslemekten uzak durduğu kini ve nefreti körükleyerek, yeniden başlamak umutlarını da budamaktadır. Dolayısıyla bu kontrolsüzlük, bu deli cesareti ile birlikte mevcut pozisyonumuzu korumak bir yana bir adım geriye gittiğimiz ortadadır. Öyle bir geriye gidiş ki , bir gazi diplomasını yırtıp atmakta, bir şehit anası elindeki madalyayı geri verip oğlunu devletten istemektedir. Hatalar devam ettiği sürece ve bu ülkenin bütünlüğü için herşeyini feda eden insanlar göz önünde bulundurulmadıkça adımlar gireye gidecektir. Söylemekten korktuğum şey, yarın bir gün “Türk Sorunu” ile karşı karşıya kalmaktır. Türkiye'de Kürt kökenli batandaşlara karşı yapılması muhtemel şiddet eylemleri ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın korku içinde yaşamak zorunda kalmaları bırakın süreci geriye götürmeyi, Türkiye'de kimsenin görmekten mutlu olmayacağı bir tablodur.

Sonuç olarak; açılım sürecinde gelinen son nokta büyük bir tedirginlik yaratmıştır. Türkiye'de toplumsal barışı sağlamak ve paranın bir yüzündeki bozukluğu gidermek adına atılan adımlar, toplumsal barışın köküne dinamit yerleştirmekte ve paranın diğer yüzünde de sorunlar yaratmaktadır. Kolumuzdaki yarayı sarmak isterken kangren haline getirmek ve hatta diğer kolumuza da sıçratmak, tüm bedenin eskisinden daha kötü bir hale gelmesine yol açacaktır. Dolayısıyla burada en önemli unsur kullanılan ilaçlarla birlikte bu ilaçları yönetecek olan beyindir. Ve bu beyin, her iki kolunda tüm bedene ait olduğunu ve vazgeçilmezliğini idrak ederek, doğru tedavi yöntemlerini seçebilmelidir.
Burak YALIM 24/10/09

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder