12 Şubat 2012 Pazar

Bu İşte “bir iş var” Dedirten Ak Parti


Bu İşte “bir iş var” Dedirten Ak Parti


Son dönemde sürekli olarak “ya iktidar partisinde ciddi bir değişim mevcut ya da bizim bildiğimiz iktidar partisi bu değil” diye düşünmeye başladım. Farkında olduğum ve üzülerek izlediğim ciddi bir erozyon var Ak Parti’de. 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinden bugüne kadar ceberrut devletle hesaplaşan, öne devleti değil bireyi koymak suretiyle milletin gönlünü kazanan ve demokratikleşme diye adlandırdığımız Türkiye’nin normalleşmesi sürecini yürüten Ak Parti son zamanlarda ortada yok. Aksine Ankaralılaşma hastalığına tutulmuş, devlet refleksleri veren, bu kadar demokratikleştirdik ya daha ne istiyorsunuz tavrında ve özellikle milletin vicdan ve merhametine sığmaz bir takım uygulama ve reflekslere bürünmüş bir Ak Parti var son dönemde. Şimdi kimse kalkıp bunlar hep böyleydi şimdi mi anlıyorsun demek yoluyla skor üretmeye kalkmasın. Hele hele ulusalcılık ve kemalizm kokanlara, ulusalcılığın dar perspektifi ile dünyaya bakanlara fırsat vermek değil niyetim. Onların tezlerinin çağın çok gerisinde kaldığını defalarca yazdım. Ancak Ak Parti’nin her yeni günde bildiğimiz kimliğinden uzağa doğru giden uygulamalarını anlamlandırabilmiş değilim. Başbakan Erdoğan’ın “mazlumların sesiyim” iddiasını kaybettiği “bedelli askerlik” uygulaması ile zihnimde sorular belirmişti. Yine o esnada “şike yasası” olarak bilinen uygulamanın cumhurbaşkanının geri göndermesine rağmen aynen kabulü ile derinleşen bu sorular Uludere’de yaşanan faciadan sonra ve en son Hrant Dink davasının gülünç bir şekilde karara bağlanması ile cevap bulmaya başladı. Evet, bu Ak Parti bildiğimiz Ak Parti değil!

İktidara geldiği günden bu zamana kadar sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi olduğu iddiasında olan ve bunu da çeşitli örneklerle gösteren Başbakan’ın bedelli askerlik uygulamasını grup toplantısında açıklarken sahip olduğu tavır eminim vicdanları sızlattı. Başbakan’ın çok uzak olmayan bir zaman önce “ben vatandaşımla konuştum, parası olan yapmayacak fakir kimsesiz olan askere gidecek, ben şahsen R. Tayyip Erdoğan olarak böyle bir şeye imza atmam” diye bir demeç vermiş olmasına rağmen bu konuda sergilediği tavır Başbakan’a inanmış ve güvenmiş kitleler için kabul edilemezdi. Benzer bir yanlış “şike yasası” konusunda yapıldı. Toplumun vicdanını rahatsız ettiği için Cumhurbaşkanı tarafından geri gönderilmesine rağmen inat ve ısrarla yasayı aynen TBMM’den geçirmek bildiğimiz Ak Parti tarafından yapılmamalıydı. Çünkü Ak Parti’nin her zaman dillendirdiği biz gücümüzü milletten alırız, milletimize sorarız söylemi ve iddiası bu minvalde akamete uğradı. 2011’i tamamlayıp yeni bir yıla girmenin arifesinde yaşanan Uludere olayı ise Ak Parti ve Başbakan Erdoğan’ın özellikle Kürt halkının vicdanındaki yeri epey sarstı. Uludere olayı basit bir hata olarak geçiştirilmeye çalışıldı. Sorumluların bulunacağı ve soruşturma yapılacağı ilan edildi ancak halen daha ortada somut bir sonuç yok. Hatayı kabullenen iktidar bir özür dileme zahmetinde bulunmazken BDP’nin provokasyonlarını da kullanarak kendini adeta sütten çıkmış ak kaşık haline getirmeyi bile becerdi. Oysa Uludere’de bir ihmal varsa bu sadece komuta kademesi işaret edilerek geçiştirilemezdi. Yok, eğer ihmal değil ciddi bir yanıltma söz konusu ise ve bu yanıltma ile hükümetin açılım politikaları ve bölge ile ilişkileri bozulmak istenmişse bunun üzerine gidilememesi daha da vahim. Çünkü Uludere olayı ile Başbakan Erdoğan’ın vicdanına ve merhametine inanan birçok Kürt artık bu inancını sorgular hale geldi. Dersim’den özür dileyen Başbakan’ın kendi icraat döneminde yaşanan Uludere olayından dolayı özür dileyememesi samimiyetini de sorgulanır hale getirdi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in bir garabet ifadesi olan sözlerini anmıyorum bile.

Tüm bu yaşananları zihnimde sorgular ve bir yazıya konu etmeyi düşünürken Hrant Dink davasıyla ilgili komedi yaşandı. Yasin, Ogün ve Erhan isimli üç kişi kafa kafaya verip Hrant Dink’i öldürmüş, pardon hatta öyle bile olmamış diyebiliriz çünkü örgütlü bir suça bile hükmetmedi mahkeme. İktidarın bu konuda yapabileceği bir şey yok, mahkemelere mi karışsın, yargıya mı müdahale etsin diyenler olabilir. İlker 
Başbuğ’un tutuksuz yargılanması daha doğru olur diyebilen Başbakan ve Cumhurbaşkanı yargıya müdahale etmedi mi? Eğer Hrant Dink 2007’de değil 1997’de katledilseydi, o zaman da sadece 3 çocuğun işlediği bir cinayet olarak mı görülecekti yoksa tüm ses kayıtları telefon görüşmeleri, derin bağlantılar ve her ne varsa gazetelerde sayfa sayfa ifşa edilip örgüt bağlantısı, derin devlet bağlantısı kurulabilecek miydi? Bu soruya verilecek cevap çok önemli. Sanırım Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olup olmadığı veya değişip değişmediğinin de cevabı burada gizli. Hrant Dink öldürüldüğü tarihte kritik görevlerde olan Muammer Güler, Celalettin Cerrah ve Cemil Çiçek’in bu cinayetle yakından uzaktan bir bağlantısı mı var? Sırf bu bağlantı olduğu için mi bu dava böyle noktalandı yoksa Ergenekon davasında yargılanan Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mi korunmak isteniyor? Biliyorsunuz Hrant Dink’in 301’den yargılandığı davalara Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz mutlaka gider, milliyetçi ve şoven gösteriler tertiplerdi, Hrant’ın öldürülmesinin 3-5 çocuk işi olmadığını biliyorken mantığımın ulaştığı tek nokta şu, mahkemeler ya Ergenekon sanıklarını koruyor ya da yukarıda saydığım Ak Parti’li isimler korunuyor. Bunlara bir cevap vermedikçe, Hrant’ın soğuk bedeni öylece ortada duruyorken Ak Parti’nin iddia ettiği “Yeni Türkiye” söylemine nasıl inanacağız?

Uzun lafın kısası ya Ak Parti devletleşiyor ya da eski devlet refleksi Ak Parti ile pazarlık masasında anlaşmaya çalışıyor. Her iki ihtimal ise bize Ak Parti’nin bildiğimiz Ak Parti olmaktan uzak bir yere geldiğini gösteriyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında her türlü detayı bulan polis ve mahkemeler Hrant Dink davasında eğer örgüt bağlantısını bulamıyorsa bu işte bir iş var demektir. Mazlumların sesi olan Ak Parti “bedelli askerlik” uygulaması yapıyorsa, “şike yasası” dediğimiz adalete olan inancı sorgulatan yasayı uygulamaya koyuyorsa ve milli birlik ve kardeşlik projesini uygulamaya koymasına rağmen 34 Kürt Vatandaşın ölümüne oldukça duyarsız kalıyorsa bu işte gerçekten bir iş var demektir. Tüm bu mülahazaların toplamında son söz olarak henüz taslağı bile oluşamayan “Yeni Anayasa” konusundaki iştahsızlığı da belirtmek isterim. Son 10 yılda demokratikleşme adına ne yaptıksa halen kurumsallaştıramadık. Halen daha 1982 Anayasası ile ileri demokrasiye yürüyoruz. Sanırım bu işte de bir iş var.  Bizim temennimiz iktidarın ilk göreve geldiği gündeki gibi demokratikleşme çıpasına sıkı sıkıya tutunarak, milletten kopan ve devletleşen yörüngeden biran önce dönmesidir.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Aliya’nın Hatıraları ile iç içe Türkiye Bosna–Hersek İlişkilerini Geliştirmek


Aliya İzzetbegoviç’i Türkiye’de Bosna–Hersek ile ilgisi olsun olmasın birçok insan tanır. Hatta Türkiye’de “Bilge Kral” olarak anılan İzzetbegoviç’e Türkiye halkınca verilen bu payeyi Bosna–Hersek’te bilen pek yoktur. Aliya’ya ilgi sadece Bosna Savaşında sergilemiş olduğu liderlikten ve cesaretten ötürü değil aynı zamanda onun şahsiyetinde belirginleşen Müslüman kimliğinden de kaynaklanmaktadır. Aliya’nın Müslüman kimliği ise eserlerinde de belirttiği üzere İslam’ı bir yaşam tarzı olarak algılaması ve İmam Gazali’nin de işaret ettiği gibi Müslümana yakışan güzel ahlaka sahip oluşuyla ayrıcalık ve değer kazanır. Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Mostar’daki tepeye dikili olan haçı yıkacak kudrete sahip ordusuna “hayır” diyebilen, sırf Müslüman oldukları için soykırıma uğrayan bir halkın lideri olmasına rağmen bu vakarı üzerinde taşıyabilen, kısacası “intikam almaya muktedirken affetmeyi bilen” bir şahsiyettir Aliya.
Bosna–Hersek’te, zaman zaman rahmetliyi eleştirenler de olmakla birlikte her sağduyulu etnik kesimin dahi saygı duyduğunu biliyoruz. Esas olanın bu olduğunu, sevgide serbestlik ve yapılan fedakârlıklar için saygıda mecburiyet olduğunu bilmek gerekiyor. Fakat Aliya’nın en çok takdir edilmesi gereken yanı belki de hep gözden kaçırılıyor. Aliya bir Bosna – Hersek aşığıydı ve Bosna–Hersek’i sadece Müslüman Boşnaklardan ibaret görmüyordu. Aliya’nın Bosna–Hersek aşkının ifadesi, Hırvatlar ve Sırplarla birlikte derin bir hoşgörünün hâkim olduğu barış içerisinde bir yaşamdı. Buna inanır ve hayal ederken her defasında Müslüman Boşnak halkının aynı acılara maruz kalmaması için güçlü olması gerekliliğinin de altını çizerdi. Kısacası Aliya sadece bir siyasi lider değil aynı zamanda güzel ahlakı yaşama çabasında olan bir Müslüman, bölünmüşlük değil birliktelikten kuvvet arayan bir filozof ve önce kendi müdafaasını sonra da halkının savunmasını yapan bir avukattı.
Aliya İzzetbegoviç’i yukarıdaki özellikleri ile bilir ve tanırken Saraybosna’ya yaptığım ziyarette ancak kabrini ziyaret etme şansım olacağını düşünüyordum. Aliya’nın mirasına dokunabileceğim, geniş kitaplığını inceleyip çalışma alanını ve şahsi eşyalarının bir kısmını görebileceğim aklıma gelmezdi ama oldu. Bosna–Hersek’le İlişkileri Geliştirme Merkezi Vakfı’nı (BİGMEV) ziyaret ettiğimde o binanın 1997 – 2003 yılları arasında, yani Aliya İzzetbegoviç rahmetli olana kadar İzzetbegoviç ailesince kullanıldığını öğrendiğimde ilk önce inanamadım. Binanın ikinci katında Aliya İzzetbegoviç’e ait kısımların anı evi şeklinde korunduğunu ve Aliya’dan kalan mirasın bir kısmının Aliya’nın oğlu ve Bosna–Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin Boşnak üyesi Bakir İzzetbegoviç’in müsaadesi ile BİGMEV tarafından emanet alındığını görünce çok heyecanlandım. Bu heyecan dolu ziyaret Aliya’nın yaşadığı yerin havasını solumaktan ziyade ne kadar tevazu sahibi bir insan olduğunu da göstermiş oldu. Çeşitli ülke liderlerinin mal varlıkları ve hazinelerini gözlerimizin önüne açıkça seren Arap Baharı sürecinin yaşandığı şu günlerde Bosna–Hersek’e liderlik etmiş Aliya İzeetbegoviç’in son günlerini geçirdiği evi gördüğümde ilk aklıma gelen Aliya’nın güzel ahlakının yaşamına da net bir şekilde yansıdığı oldu.  Bütün dünyada siyaset kurumunun yolsuzluk, hırsızlık ve şahsi zenginleşme ile halk arasında anılıyor olduğu şu zaman diliminde Aliya İzzetbegoviç gibi bir siyasetçinin de var olduğunu görebilmek en azından umutlarımın diri kalmasına vesile oldu.
Rahmetli Aliya’nın mütevazı yaşam köşesini olduğu gibi koruma gayreti ve endişesi güden BİGMEV’in hem misyonu hem de vizyonu açısından Aliya’nın yaşam alanında iç içe faaliyet gösteriyor olması çok manidar. “Kalp bedene, beden de kalbe tesir eder” gibi anlamlı bir deyişin BİGMEV’in çalışma alanı olarak Aliya İzzetbegoviç’in yaşam alanını seçmesi ile çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. BİGMEV hali hazırda yaptığı çalışmalar ve geleceğe ilişkin projeleri ile etten kemikten oluşan bedeni temsil ederken Bosna–Hersek’in başkenti Saraybosna’da çalışmalarını yürütmek için düzenlediği mekân Aliya İzzetbegoviç’in aziz hatırasını taşıdığı için bir anlamda kalp işlevini görmektedir. Burada küçük bir nüansı da belirtmeden geçmemek gerekiyor. Binanın garaj kısmının da çalışma ofisine dönüştürülmesi her ne kadar Steve Jobs’ın Apple örneğinden esinlenerek olmasa bile Bosna – Hersek için yeni fikirler, yeni yatırımlar ve belki de dünyaya mal olacak keşifler gerçekleştirebilmeyi amaçlayan BİGMEV’in binasında sembolik bir anlam ifade ettiğini söyleyebilirim. BİGMEV’in temel amacı adından da belli olduğu üzere Bosna – Hersek ile ilişkileri geliştirmek. Ancak BİGMEV bu misyonu gerçekleştirirken ne olursa ve nasıl olursa olsun mantığıyla değil, doğru yere doğru kişi ile ve stratejik bir planlama doğrultusunda yatırımların gerçekleştirilmesi çabasında. Çünkü BİGMEV konuya sadece yatırım amaçlı bakmıyor, bunun yanında ilişkilerin tüm boyutları ile geliştirilebilmesi ve çok iyi tanıdığımızı düşündüğümüz Bosna–Hersek ile Türkiye arasında sağlam bir köprü kurmayı amaçlıyor. Hal böyle olunca da BİGMEV dar bir vizyondan çok tıpkı Aliya İzzetbegoviç gibi geniş bir bakış açısı ile Bosna–Hersek’i tüm etnik ve dini gruplardan oluşan bir bütün olarak görüyor. Dolayısıyla BİGMEV Bosna–Hersek’e yatırım yapılmasını teşvik ederken sadece Müslüman Boşnakları değil aynı zamanda Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırpları da birer eşit ortak olarak görüyor. Kalbin bedene bedenin de kalbe tesiri işte bu noktada anlamını bulmuş oluyor. Aliya İzzetbegoviç gibi Bosna–Hersek’e bütünüyle âşık olan bir kalp ve BİGMEV gibi genç, dinamik, çalışkan bir lider ve ekipten oluşan bir beden. BİGMEV’in çalışma ekibinde ve hatta yönetim kurulunda bulunan Bosna–Hersek vatandaşları bu çalışmaların yapılmasında gerek dil problemini çözmek gerekse ülkeyi bizzat içinden bilen kişiler olarak daha kolay hareket edilmesini sağlamak noktasında çok önemli bir işlev görüyor.
Bosna–Hersek’in karmaşık görünen bürokrasisini yatırımcılar için kolaylaştıran, Bosna–Hersek’e sömürülecek bir zenginlik olarak değil, çok etnikli yapısının oluşturduğu zengin kültürü ve doğal güzellikleri üzerinden dünyaya tanıtılması gereken bir ülke anlayışı ile yaklaşan BİGMEV, Bosna–Hersek’te sahip olduğu güçlü ağa rağmen çalışmalarını mütevazı bir şekilde sürdürmeye çaba gösteriyor. BİGMEV Bosna–Hersek denildiğinde akla ilk önce soykırım ve savaşın değil Avrupa’nın merkezinde farklı etnik grup ve dinlerin bir arada yaşayıp kültürel zenginlik oluşturduğu ve seyahat edilip görülmesi gereken en önemli turistik merkezlerden birinin gelmesi için Bosna–Hersek’in bir çekim merkezi olması gerektiğine inanıyor. Bunun da ancak Bosna–Hersek’in var olan zengin kaynaklarının dinamik bir şekilde kullanılarak Bosna–Hersek’in ekonomik anlamda kalkınması ile mümkün olabileceğini düşünüyor. Bu anlamda da hepimizin diline pelesenk olan “Bosna’yı Seviyorum” cümlesini eyleme geçirmek için Türkiyeli yatırımcıları Bosna–Hersek’e yatırım yapmaya davet ediyor, davet etmekle kalmadığı gibi adeta bir danışmanlık hizmeti vererek yatırım alanlarını tespit edip hangi strateji izlenirse yatırımın daha kolay gerçekleştirileceğini de bizzat gösteriyor.
Bosna–Hersek’e gerçekleştirdiğim seyahatte Aliya İzzetbegoviç’in yaşadığı evde zaman geçirebilmek duygusal tatminden öteye geçerek BİGMEV’in çalışmalarını yakından tanımamla daha anlamlı hale geldi. Aliya İzzetbegoviç’in yaptıklarına ve bıraktığı hatıralara bakarak, sırf o mirasla yetinerek, tatmin olarak günü geçirmek mümkün değil. BİGMEV ekibi bunun çok net farkında. Farkında olduğu için de her yeni günde yeni projeler geliştirmek ve bu projelerle Bosna–Hersek’e hizmet etmek için çalışıyor. Başarılı olmamaları için hiçbir neden yok çünkü hem kalp hem de beden birbirine pozitif yönde etki ediyor. Beden (BİGMEV) kalbe âşık olup yerinde saymıyor kalp de (Aliya) bedenin işlevini ve hareket alanını sınırlamıyor.

Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı

http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/34-burak-yalim/2602-aliyanin-hatiralari-ile-ic-ice-turkiye-bosnahersek-iliskilerini-gelistirmek

9 Ocak 2012 Pazartesi

(Baş)ı (Buğ)ulananlardan mısınız?


Neymiş efendim koskoca Genelkurmay Başkanı “terör örgütü” mü kurarmış, böyle bir şeye neden gerek duyacakmış, Genelkurmay başkanlığı yapmış biri hapse mi atılırmış, tutuksuz yargılasak daha iyi olmaz mıymış falan filan diye uzuyor bu liste. Bu listede yer alan bir takım “mış”larla sizin de aranız varsa, bence hemen elinize bir bez alınız ve başınızdaki buğuyu bir zahmet siliniz. Buğu kaplayınca başı, haliyle önünüzü arkanızı sağınızı ve solunuzu pek iyi görmeniz mümkün değil. Mesela bakın arkanızda nur topu gibi bir 1980 darbesi var ki darbe yapmak seçili iktidara karşı işlenen bir terör suçu değildir de nedir? Çok mu arkada kaldı o göremediniz mi, o zaman buyurun hemen size 28 Şubat ne hatırlatır onu bir düşünün. O da olmadı derseniz eğer şu son hadisede benim esas takıldığım yer olan 27 Nisan’ı işaret etsem ne diyeceksiniz?

Eminim hiçbir T.C. vatandaşı ve hatta ülkesine vatandaşlık bağı ile bağlı olan ve bunu da aidiyet olarak hisseden hiçbir insan, kendi ülkesinin silahlı kuvvetlerinin en tepesindeki adamın emekli bile olmuş olsa hapse tıkılmasını sevinçle karşılamayacaktır. Nitekim ben de Emekli Genelkurmay Eski Başkanı olan İlker Başbuğ’un tutuklanmasına sevinmedim. Eğer sevinmiş gibi bir halim varsa ve siz bunu TSK düşmanlığı gibi algılıyorsanız yanılıyorsunuz ama kısmen. Çünkü ben seviniyorum ama İlker Paşa ve diğer paşagillerin başına gelenlere değil, paşa bile olsa birileri suç işlemiş veya hakkında suç işlediğine dair şüpheler oluşmuşsa paşa paşa adaletin önüne çıkarılabiliyor olmasına, hem de zil takıp oynayacak kadar seviniyorum. Dolayısıyla bizim sevinç veya mutluluk naralarımız İlker’in Ahmet’in Ayşe’nin başına gelenden ötürü değil, nihayetinde her kim olursa olsun ayrıcalık tanınmadan mahkeme karşısına çıkarılabiliyor olmasındandır. Buna neden mi bu kadar seviniyorum, çünkü artık birilerinin küçük odalarda kendilerince büyük planlar yaparak yasal süreçleri, sivil siyaseti ve vatandaşın tercihlerini hiçe sayabilme ihtimallerinin artık önüne geçilmiştir. Adnan Menderes’i asanların yargılanmadığı günden itibaren, yani bırakın Başbakan’ı asmayı, bir insanı öldürmeyi hem de yoktan sebeplerle öldürmeyi kendilerinin hakkı gibi görenler eğer bilmem ne yetkilerine sahipse yargılanmıyormuş algısı zihinlere yerleştiği günden itibaren, her sakallı kendini dede zannetme lüksüne sahipti ve artık bu lüks ortadan kalktı.

Peki bu yeter mi, artık gönlümüz rahat, sırtımız pek mi? Elbette hayır! Meşhur askeri vesayet ortadan kalktı diye artık her şeyin çok daha güzel olduğunu düşünüp “demokrasi mücadelesini” sonlandırmamız mümkün değil. Henüz siyasetin demokratikleştirilmesi gibi en kocamanından bir sorun önümüzde durmakta. Bırakın parti içi demokrasiyi seçim sisteminin ve %10 barajının dahi eğri oturulup doğru düşünülerek düzenlenmesi gerekiyor. Bir saniye çok ileri gittim galiba. Daha 12 Eylül 2010 referandumunda “yetmez ama evet” denilenlerin yetmez kısmına gelmeyi bırakın evet kısımları tam anlamıyla kurumsallaşmış değil. HSYK ile ilgili anayasa değişikliğinin alt yasaları jet hızıyla oluşturuldu ama sendikal haklarla ilgili meseleye dokunulmuş değil. Bir de işin yetmez tarafı var ki bunun adı Yeni Anayasa. Yeni Anayasa ile ilgili toplumun beklentileri olmakla birlikte her yeni günde umudunun azaldığını da gözlemlediğimizi belirtmek gerekiyor. O zaman gidişat halen daha çok yavaş ve sorunlu. Sorunlu derken “Uludere” adını es geçmek mümkün değil. Orada askeri sorumluluk olduğu kadar o askeri sorumluluğun bağlı olduğu siyasi mekanizmaların da sorumluluğunu görmezden gelemeyiz. Ayrıca terörle mücadelede hata olabiliyorsa hataların özrü de olabilmeli. Herhalde Dersim’den geçen yıllar kadar yıllar geçmesini beklemeyeceğiz özür için.

Hâsılı başımızdaki buğuyu silmemizin hepimiz için en gerekli yanı etrafı daha iyi görmek demiştim ya, Başbuğ’a kilitlenirsek ve odaklanırsak sadece yanılır ve gecikiriz. Rövanş almak isteyenler, intikam hırsıyla yanıp tutuşanlar varsa bile bu birilerinin suç işlemediği anlamına gelmiyor. Ayrıca 27 Nisan günü e-muhtıra yazan yine Eski Gen. Kurmay Başkanı Büyükanıt Paşa’nın da bu e-muhtıra ile ilgili henüz adalet önüne çıkmamış olmasını da başımız buğulanınca gözden kaçırabiliriz. Dolmabahçe’de konuşulanlar ile Büyükanıt’ın henüz alenen hükümete karşı yapmış olduğu isyanın ve isyan teşvikinin sorumluluğu hakkında mahkeme önüne çıkmamış olması arasında bir ilinti mi var diye sormak hakkımız. Başımızdaki buğu işte sırf bu yüzden tehlikeli, gelin o buğuyu silip olaylara daha net bir perspektiften bakmayı deneyelim.
@burakyalim (twitter)          

Bosna – Hersek İzlenimleri: Dayton’un Yarattığı Karmaşa


Türkiye’de siyasi istikrarın nimetlerinden faydalandığımız şu günlerde bir yılı aşkın bir süredir federal hükümetini kuramamış olan Bosna-Hersek’e ziyaret gerçekleştirmek bir uluslararası ilişkilerci olarak epey ilginç oluyor. Neyse ki tüm kesimler yani Boşnak, Hırvat ve Sırp politikacılar 2012’ye girmeden birkaç gün önce seçimlerden 15 ay sonra devlet düzeyinde hükümetin kurulması konusunda anlaştılar ve Bosna – Hersek yeni yıla umutla girdi diyebiliriz.

Bosna – Hersek iki entite yani küçük devletten oluşan bir federasyon. Bunlardan birisi Republika Sırpska diye anılan Sırp Cumhuriyeti ve diğeri de Boşnak ve Hırvat nüfusun daha yoğun olduğu Bosna ve Hersek Federasyonu. Dünyanın en karmaşık siyasi yapısının Bosna – Hersek’te olduğunu söylemek abartı olmaz. Ülkenin cumhurbaşkanlığı konseyi var ve Hırvat, Boşnak, Sırp üyelerden oluşuyor. Dolayısıyla ülkenin üç tane cumhurbaşkanı var diyebiliriz ve bu cumhurbaşkanları dönüşümlü olarak ülkeyi temsil ediyorlar. Sadece başkanlık konseyi olsa belki durum anlaşılabilir olacak ama Bosna – Hersek’te merkezi kurumların hepsi üç kişi tarafından temsil ediliyor. Mesela futbol federasyonundaki üçlü başkanlık sisteminden ötürü Nisan 2011’de FIFA ve UEFA Bosna – Hersek’i uyardı ancak federasyonda tek başkanlığa ilişkin uzlaşma Sırp ve Hırvat delegelerin ret oyu ile oluşturulamayınca Bosna – Hersek UEFA’nın kararıyla uluslararası müsabakalardan men edildi. 2011 Mayıs’ta tekrar toplanan Bosna – Hersek Futbol Federasyonu tekli başkanlık sistemine geçişi onayladı ve UEFA’nın men kararı böylelikle kaldırılmış oldu. Bu somut örnekten de anlaşılacağı gibi 1995’te imzalanan Dayton Barış antlaşması Bosna – Hersek’te karmaşık bir yapı oluşturmakla kalmadı bu karmaşık sistem Bosna – Hersek’in küresel sisteme ve Avrupa Birliği’ne entegre olmasını da zorlaştırdı. Dayton’un getirdiği sistem o kadar karmaşık ki burada tanıştığım genç Boşnak öğrenciler, hatta uluslararası ilişkiler ve hukuk öğrencileri bile sisteme dair sorulara cevap vermekte güçlük çekiyor. Mesela kaç milletvekili var, kaç bakan var gibi sorular karşılıksız kalıyor ve hepsi gülerek en azından 3 tane cumhurbaşkanımız olduğunu biliyoruz diyorlar. Dayton öyle bir sistem getirdi ki Bosna – Hersek toplamda iki küçük devletçik ve bir özerk bölge ile yönetilirken Bosna-Hersek entitesinin içerisinde de 10 tane kanton oluşturuldu ve bu kantonların her birinin Başbakanı ve kabinesi bulunuyor. Kantonlardan 5 tanesi Boşnak çoğunluklu iken 3 tanesi Hırvat çoğunluğa sahip. Bunların dışında kalan iki kanton (Merkez Bosna ve Hersek-Neretva) karışık etnikli olarak çok daha başka bir yasama prosedürüne sahip. Tabii ki bu kantonlar Bosna-Hersek entitesi yani federasyonu için geçerli, bir de diğer entite olan Sırp Cumhuriyeti var ki burada yönetim yerel belediyeler ile yapılıyor ve kantonal bir yapılanma söz konusu değil. Yazıyı okurken sizin bile kafanızın karışması çok normal çünkü böyle bir karmaşık sistemi anlamak için herhalde Dayton Antlaşmasını yazanlarla oturup konuşmak ve “etnik grupların hep birlikte yönetime dahil olması için” diyerek oluşturdukları bu sistemin inceliklerini sormak gerekiyor. Belki de bu sistemi bize en kolay anlatabilecek kurum, cumhurbaşkanlığı konseyinin de üzerinde Dayton’un uygulanmasını denetleyen ve ülkenin en yüksek otoritesi olan Yüksek Temsilcilik Ofisi’dir. Dayton antlaşması tüm etnik grupların süreçlere dahil olmasını öngörmesine rağmen aslında kendi içerisinde etnisite temelli, aşırı bürokratik ve somut örneklerle de gördüğümüz üzere işlevsiz bir yapı oluşturarak Bosna – Hersek’in belki çatışmasız bir ortama kavuşmasını sağlamış görünse bile halkının dahi bilmediği ve anlamadığı bir sistemle geleceğe karamsar baktığı bir ülke haline gelmesine neden olmuş. 92 – 95 yıllarında yaşanan savaşın gerek moral ve gerekse psikolojik anlamda tükettiği halkların Dayton gibi bir karmaşık anlaşma ile birlikte oluşturulan sistemle yeni bir gelecek inşa etmesini beklemek sanırım hayalcilikten öte bir anlam taşımıyor. Dayton’un ruhunda var olan her etnik grup için oluşturulmuş özerklik anlayışı, etnik grupların varlığını ve karar süreçlerine katkılarını sağlamak maksadını taşıyor olmakla birlikte diğer tarafta küçük meseleler üzerinde büyük anlaşmazlıklar oluşmasına neden oluyor. Son yaşanan 15 aylık hükümet krizi ve yukarıda verdiğimiz UEFA ile yaşanan kriz bu durumun en somut örnekleri.

Sonuç olarak Bosna – Hersek’teki karmaşık siyasi yapının varlığına rağmen gündelik hayat hiç de öyle sıkıcı ve sorunlu değil. Yeni yıl kutlamalarına da isabet eden Bosna – Hersek ziyaretimde bir gözlem olarak Bosna – Hersek halkının tüm bu karmaşa ve kaosa rağmen hayattan keyif almayı başardığını söylemek zorlama bir yorum değil. Yeni yıl tatili Pazar gününe geldiği için Pazartesi ve Salı günlerinde de resmi tatil yapan Bosnalılar yarından ne kadar emin olmayıp umutsuz bir bakışa sahip olsalar bile günün sunduğu fırsatları yakalama konusunda çok becerikliler. Ayrıca dikkatimi çeken bir başka husus ise tatil günü işyerlerinde olmalarına rağmen herhangi bir şey istediğinizde “bugün çalışmıyoruz” diyen işyeri sahipleriydi. Bunu bir arkadaşa sorduğumda burada tatil zamanı tatildir iş zamanı ise iştir yanıtı aldım. Her şeyin yerinde ve zamanında güzel olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye halkının uygulama anlamında belki Bosna – Hersek halkından öğreneceği şeyler vardır diyerek Bosna – Hersek’e ilişkin sokak gözlemlerimi bir sonraki yazıya bırakıyorum.

Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı
@burakyalim (twitter)