21 Temmuz 2012 Cumartesi

Komşularla Sıfır Sorun Demokratikleşmeye Bağlı


Türkiye’de son 10-15 yıllık dönemde olan en hayırlı işlerden birisi dış politika konularına ilginin çok üst düzeye çıkması ve en sorunlu konulardan birisi de artan bu ilginin güncel siyasi meseleler üzerinden ve ideolojik bir kutuplaşma ile yorum ve analiz haline getiriliyor oluşudur. İç-dış politika ayrımının küreselleşme süreci ile birlikte neredeyse imkânsız hale geldiği gerçeğini kabul etmekle birlikte dış politika gibi bir alanın kısır iç politik hesaplaşmalara konu edilmesinin ciddi sorunlar oluşturduğu son Suriye ile yaşanan uçak hadisesi ve bunun üzerinden şiddetle vurgulanan “Komşularla Sıfır Sorun Politikası Çöktü” argümanı ile görülmektedir. Her şeyden önce bir eylem veya eylemsizlik halinin tek boyutlu olduğu düşünülerek yapılan bu değerlendirmenin eksik olduğu, yapılan eleştirilerde AK Parti hükümeti ve Türkiye’nin politikaları üzerinden konuşuluyor olmasıyla sabittir. “Karşılaştırmalı Dış Politika Analizi” adıyla derslerin verildiği uluslararası ilişkiler bölümlerini okuyanların ve uluslararası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olanların “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” hakkında yaptığı değerlendirmelerin birçoğunda Türkiye’yle sabit kalan bir bakış açısını ve karşılaştırmalı analiz metodunu göz ardı ettiklerini sıkça görmekteyiz. Türkiye’nin AK Parti hükümetleri ile birlikte izlemeye başladığı “Komşularla Sıfır Sorun Politikası” yaklaşımının lineer şekilde devam edeceğini düşünmek dış politika alanında gerek bölgesel gerekse küresel düzeydeki aktörlerin farklı çıkar ve yaklaşımlarını yok saymak ve konjonktür olarak ifade ettiğimiz dönemsel gelişmeleri dışlamakla birlikte dış politikanın doğası olan uzun erimli hedeflere inişli-çıkışlı bir seyirle ulaşma mantığına ters düşmektedir. Komşularla Sıfır Sorun yaklaşımı bir motivasyon ve uzun erimli bir hedefi işaret ederken münferit olaylar üzerinden değerlendirmeler yapılarak çöktüğüne kanaat getiriliyor olması dış politika stratejisinin gündelik ve dönemsel gelişmeler üzerinden yapılmasıyla eş değerdir ve bu yaklaşım bölgesel güç – bölgesel lider ve nihayetinde küresel aktör olma arzu ve hedefi taşıyan bir ülke için geçersiz olacaktır.

PAZARTESI, 16 TEMMUZ 2012 12:15
BURAK YALIM













Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde son dönemde yapılan eleştirilerin en yoğun olduğu konu Suriye ile ilişkilerin kardeşlik ve dostluk çizgisinden savaş olasılığı taşıyan bir boyuta gelmiş olmasıdır. Bununla birlikte Irak yönetimi ve İran ile yaşanan negatif ilişkiler, Ermenistan ile gerçekleşen protokol sürecinin akamete uğraması ve İsrail ile ilişkilerin seyri medya ve akademi dünyasında Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın iflas ettiğine dair yorum ve görüşlerin sıkça yer almasına neden olmaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun henüz bakan olmadan önce danışman sıfatıyla önemli roller üstlendiği ve bizatihi kendisine ait olan Komşularla Sıfır Sorun Politikası 2002’den 2011 yılına kadar AK Parti’ye karşıtlık düzeyindeki eleştiriler dışında çok somut ve yoğun şekilde eleştiriye maruz kalmamıştı. Bu dönemde Suriye ile vizeler kaldırılmış, Irak ile ortak bakanlar kurulu toplantısı düzeyinde görüşmeler gerçekleştirilmiş ve Ermenistan ile sınırın açılmasını gündeme getirecek protokol sürecine girilmişti. Bugün ise karşımızda tüm bu ülkelerin yönetimleri ile ciddi anlaşmazlıklar yaşayan bir Türkiye var. Başbakan Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esed ile kurduğu samimi ilişkilerin bugün hasım ilişkileri haline dönüşmesi, Irak’ta Başbakan Maliki ile yaşanan gerilim ve Suriye konusu üzerinden İran ve yine Irak ile oluşan çıkar ve politika çatışması Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın komşularla sırf sorun haline geldiği gibi bir izlenim oluşturmakta. Kamuoyunda ve medyada yapılan tartışmaların temel ekseni bu ilişkilerin neden sorunlu hale geldiği veya neyin değiştiğinden çok sorunlu alanların hemen hepsinin bir arada toplanarak sunuluyor. Oysa Türkiye’nin Suriye, Irak, İran, İsrail ve hatta Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaşadığı sorunların her biri kendine münhasır özellikler taşımakla birlikte bölgesel ve küresel bir rekabetin de izdüşümünü oluşturuyor. Örneğin Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı krizde Rusya ve ABD arasında yaşanan pazarlığı görmek gerekiyor. Diğer yanda Suriye krizinin İran ve Irak ile ilişkileri etkilediği de çok açık.  İlginç olan, tüm bu sorunların bir arada gösterildiği tartışma ve yorumlarda Tunus, Libya, Mısır gibi uzak komşularla ve Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan gibi yakın komşularla devam eden ve iyiye giden ilişkilerden söz edilmiyor oluşudur.
Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na yöneltilen eleştirilerin ağırlıklı olarak Suriye meselesi üzerinde toplanması ve dış politika yapıcılarının Suriye’deki Baas rejiminin dönüştürülemeyeceğini okuyamadığı ve hatta Arap Baharı adıyla anılan süreci ön göremediği eleştirileri dış politikada dönemsel bir gelişmeye işaret etmekle birlikte toplamda ortaya konulan motivasyon ve hedefi ortadan kaldırdığını ve akamete uğrattığını iddia etmek çok da iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Türkiye’nin Arap dünyasında Tunus ile başlayan gelişmelerde ısrarla ve altını çizerek vurguladığı “halkların yanında olacağız” söylemi dışlanarak Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çöktüğü eleştirisine ulaşmak yukarıda da anıldığı gibi dış politikanın uzun erimli ve iniş-çıkış arz eden doğasına uygun düşmemektedir. Tunus, Libya ve Mısır’da halktan yana tavır alan Türkiye’nin uzun vadede kazançlı çıkacağı bugün yaşanılan gelişmelerden anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Suriye’deki olaylara ilişkin tavrı da Suriye halkının yanında olarak uzun vadede kazançlı çıkmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin Suriye’deki Baas rejimini dönüştürme arzusu yanılgı olarak değerlendirilebilir ancak bugün Suriye halkının yanında yer alması ve demokratik dönüşümü desteklemesi yine uzun vadede Suriye’de yaşanacak dönüşümle birlikte Türkiye’nin Yeni Suriye ile birçok Arap ülkesinden de daha etkin şekilde ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın diktatör ve halkını karşısına alan Baas rejimi ile veya Irak’ta mezhepçiliği körükleyen bir yönetim ile başarıyla sürdürülmesi mümkün olmayacaktır. Askeri vesayeti gerileten, demokrasisini nispi anlamda daha ileri taşıyan Türkiye’nin; Suriye’de Baas rejimi, Irak’ta mezhepçi bir yönetim, Ermenistan’da radikal milliyetçilik ve İsrail’de hukuk tanımaz idareciler ile sıfır sorunlu ilişkiler yürütebilmesi mümkün olmayacaktır. Türkiye kısmen demokratik dönüşümünü gerçekleştirip, tarihsel manada yaşadığı kimlik ve özgüven bunalımını nispi oranda aşarken halen daha Sykes-Picot ve Soğuk Savaş düzeninin hâkim olduğu bir coğrafya ve yönetimleri ile sıfır sorunlu ilişkiler oluşturamaz. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki demokratik dönüşümü destekleyen ve bölge ülkelerinin halklarının yanında yer alan tavrı uzun vadede kendi demokrasisini geliştirdiği oranda Komşularla Sıfır Sorun Politikası açısından da başarılı olabilir. 
Özetle, Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın uzun vadeli hedeflerinin dönemsel gelişmeler ekseninde yapılan değerlendirmeler ile yok sayılması bugün için haklı değerlendirmeler olarak görülebilir.  Ancak uzun vadede komşuları ve yakın coğrafyası ile ekonomik ve siyasi anlamda karşılıklı bağımlılık alanı oluşturma noktasında Türkiye’nin zor ve riskli ancak toplamda çıkarlarıyla örtüşen bir çizgide olduğu görülmektedir. Türkiye için Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın çökeceği nokta kendi demokratikleşme sürecinin yavaşlaması ve bunun paralelindeki ekonomik büyümenin durağanlaşmasıdır. Eğer Komşularla Sıfır Sorun Politikası’na eleştiri getirilecek ve çöktüğü iddia edilecekse bu Suriye ile ilişkiler ve Irak ile ilişkiler düzeyinden çok Türkiye’nin halen daha çözüme ulaştıramadığı Kürt Sorunu – Alevi Sorunu ve dolayısıyla demokratikleşme sürecindeki durağanlık üzerinden yapılırsa daha anlamlı olacaktır. Suriye halkının ve Arap halklarının yanında yer aldığı savına sıkı sıkıya bağlı olan Türkiye’nin kendi halkını yok sayması ve iç sorunlarına dönük demokratik çözümler üretememesi uzun vadede Komşularla Sıfır Sorun Politikası’nın da sağlayacağı pozitif etkileri ortadan kaldıracaktır. 

Burak YALIM
UİÇ Derneği Başkanı

Beraber Yürümedik Biz Bu Yollarda Ama Erdoğan’a Lazımsın



Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye geçip geçmeyeceği henüz kesinleşmiş değil ama geçmeyeceğine yönelik herhangi bir belirti de yok. Şu an karar aşamasında olan şey sanıyorum ki HAS Parti’nin lağvedilip tamamen AK Parti’ye mi geçeceği yoksa partiden Numan Bey ve beraberindeki arkadaşlarının ayrılıp AK Parti’ye mi dahil olacağıdır. HAS Parti denildiğinde Numan Bey'den sonra akla gelen ilk ve etkili isim Mehmet Bekaroğlu, AK Parti ile birleşmeye dair tavrını en net biçimde ortaya koyan oldu ve hatta Numan Bey'in Başbakan ile görüşmesini de onun söylemleri sağladı diyebiliriz. Zira medyada çıkan birleşme dedikodularından sonra Mehmet Bekaroğlu Numan Beyin tatmin edici bir açıklama yapması gerektiğine işaret etti ve akabinde Numan Bey "Bu konuda benim muhatabım başbakandır" dedi. Sonrası hepimizin malumu olan Başbakan’ın daveti ve Numan Bey ile görüşmesi.
Numan Bey ama arkadaşlarıyla birlikte ama partisini lağvederek AK Parti’ye katılırsa ne olur? Bu ittifak bize neyi anlatır? Günlerdir bu konuda yazılıyor, konuşuluyor ve birçok senaryodan bahsediliyor. Bana kalırsa Numan Beyin AK Parti’ye katılması kendi açısından iyi olmamakla birlikte AK Parti’ye ivme kazandırabilir. Numan Bey için iyi olmayacaktır zira iktidarın içinde olup iktidara muhalefet etmek pek olası ve kolay değil. Türkiye’nin ihtiyacı da iktidarın güçlenmesi değil aksine yapıcı ve etkin bir muhalefet.  HAS Parti bu muhalefeti çok ses getirerek olmasa bile doğru bir söylemle gerçekleştirmeye çabalıyordu. AK Parti iktidarının %50 dolayında oy aldığı son seçimlerden sonra alabildiğine otoriterleştiği, Başbakan Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkan sözlerle hareket eden bir yığın görüntüsü aldığı ve devletleşmeye başladığı hepimizin bildiği bir gerçek. Böyle bir ortamda Numan Kurtulmuş gibi bir figürün AK Parti’nin önemli bir mensubu haline gelmesi çok küçük bir ihtimal de olsa AK Parti’deki bu kötü gidiş olarak nitelediğim devletleşme ve tek adamlaşma sürecine olumlu yönde tesir edebilir. Numan Bey en azından AK Parti içerisinde yer alarak partinin 3 yıllık iktidar yorgunluğuna, ağır bir itham olsa da AK Parti içerisindeki yozlaşmaya karşı iyi bir panzehir oluşturabilir. Muhtemelen AK Parti içerisinde iktidarının ve konumunun baki kalmasını isteyenler için Numan Kurtulmuş ve ekibinin ve hatta henüz belirginleşmese de kulislerde konuşulan Süleyman Soylu’nun partiye katılmaları ciddi rahatsızlık oluşturacağı gibi bir tehdit algısı oluşturarak dinamizm kazanmalarına sebep olabilir. Numan Bey’in AK Parti’ye katacakları bununla da sınırlı olmayacaktır. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimini de dahil ettiğimizde çok kısa zaman içinde gerçekleşecek üç seçim süreci mevcut. Yerel-genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye önemli bir katkı koyacağı da yadsınamaz bir gerçektir. AK Parti içerisindeki elitler her ne kadar rahatsız olursa olsun Numan Bey’in AK Parti’ye katılımı parti tabanında da coşkuyla karşılanacağı gibi küçük de olsa bir bütünleşme hamlesi ve sembolü olarak görülerek Milli Görüş çizgisinden AK Parti’ye önemli bir oy taşıyacaktır.
Numan Beyin katılımı AK Parti’ye ve özellikle Başbakan Erdoğan’a yarayacaktır. 2010 referandumunda %58’lik “evet” cephesi çok kısa bir zaman sonra gerçekleşen seçimlerde AK Parti’nin aldığı yaklaşık %50’lik oy ve yeni cumhurbaşkanını halkın seçecek olması birlikte düşünüldüğünde Başbakan Erdoğan’ın Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu gibi isimleri partisine dahil etme girişimi çok pragmatik görünmektedir. 12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin aldığı %50’lik oy geniş kesimlerce başarı olarak değerlendirilmişti. Başarısızlık olarak lanse edilmesi zor olmakla birlikte bu seçimlerden çok kısa zaman önce yapılan 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” cephesine verilen %58’lik destek göz önüne alındığında AK Parti’ye olan desteğin 8 puan gerilediğini söylemek zorlama bir yorum olmayacaktır. Başbakan Erdoğan’ın bugün Numan Kurtulmuş’la başlayan ve Süleyman Soylu ile devam edeceği söylenen ittifak çağrısına bakıldığında kendisinin de böyle bir okuma yaptığını söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan böyle bir okuma yapmıştır çünkü şuan tartışmasız tek hedefi olan Çankaya Köşkü’ne çıkması için %50’nin üzerinde bir halk desteğine ihtiyacı olmakla birlikte birinci turdan bu desteği hem de en üst seviyelerde alarak Başkanlık veya Yarı-Başkanlık sistemi için de meşruiyet aramaktadır. “Milli İrade” söylemine sıklıkla başvuran, milletimin işaret ettiğini yaparım diyen Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha ilk turdan %60 civarında ve hatta üzerinde oy alması Başkanlık veya Yarı-Başkanlık için milletten ruhsat alması anlamına gelecektir.
Numan Kurtulmuş’un AK Parti’ye epey yarayacağı ortadayken Numan Bey bu süreçten kendisi ve bugüne kadar ortaya koymaya çalıştığı vizyon adına ne devşirecektir? Numan Kurtulmuş 1998 yılında Fazilet Partisi çatısı altında Rahmetli Erbakan ile siyasete başladığı günden bu zamana kadar Milli Görüş çizgisi içerisinde ve genel olarak AK Parti’nin çekirdek kadrosunun da temsil ettiği “yenilikçi” çizgide yer aldı. En son “Medeniyet Siyaseti Hareketi” çevresinde bütünleştiği arkadaşları ile birlikte HAS Parti’yi kurdu ve her zaman vicdanlı, ilkeli, mütevazı kişiliği ve siyasi duruşu ile bilindi. Şimdi AK Parti’ye katılımı halinde Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ile birlikte Başbakan olacağı konuşuluyor ve hatta bizzat bu teklifin yapıldığı dillendiriliyor. Bana kalırsa Numan Bey’in AK Parti içerisinde Başbakanlık kadar önemli bir göreve getirilmesi mümkün olmayacaktır. Bunun sebebi 2002’den bugüne parti içerisinde yer alanların “beraber mi yürüdük bu yollarda” sorusunu soracak olması ihtimali ve elbette Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması durumunda çok etkili ve aktif bir başbakanı istemeyecek olmasıdır. Numan Bey’in hangi gaye ve hedeflerle AK Parti’ye katılmak isteyeceğini bilemiyorum ancak hedefleri ne olursa olsun çok kolay ve rahat bir şekilde gerçekleştirmesinin de mümkün olmayacağını söyleyebilirim. Gerek Numan Bey’in 1998’den günümüze izlediği siyasi çizgi ve yaşadığı ayrılıklar gerekse AK Parti içerisindeki yapı düşünüldüğünde bu çok kolay anlaşılabilecektir. Bunlar düşünüldüğünde Numan Bey’in AK Parti içerisinde  – eğer dahil olursa –  çok uzun bir süre barınabilmesi bile mümkün olmayabilir.
Takip Et (twitter): @burakyalim

15 Temmuz 2012 Pazar

Kapasite Meselesi: 10 Yılda 15 Milyon Genç ve Suriye


 Burak Yalım burakyalim@haberx.com 
01.07.2012 18:35
Kapasite Meselesi : 10 Yılda 15 Milyon Genç ve Suriye


Türkiye’nin bir jeti düşürülüyor, iki pilotu -ölü veya diri- halen daha ortada yok. Düşen jet Amerikan malı vuran roket Rus... Olay Suriye ile Türkiye arasında gibi görünen bir küresel hegemonya meselesi. Sıfır sorun olmuş sırf sorun, bu AK Parti’nin dış politikası da zaten başından beri tutarsızdı ve-veya AK Parti savaşa girmeyecek kadar sağduyulu bir iktidar ve dostluğumuz kadar gazabımız da büyük olacak ama dur bir dakika olay başka, hem zaten milli meseleyi siz nasıl AK Parti’nin başarısızlığı olarak görürsünüz..! Dalkavuk ve hain misiniz!?
Siyasi angajmanlarımız veya olaylara bakışımızın siyasi tercihlere göre şekillenişi o kadar bariz ki, savaş çığırtkanlığı yapanlar ve iktidarı suçlayanlar ile itidalli olduğu iddiası ile iktidarı kollayanlar arasında gelip gidiyoruz. Başbakan Erdoğan çevir kazı yanmasın durumunda neyi nasıl açıklarımın derdinde müzmin muhalefet Kılıçdaroğlu ve Bahçeli iktidara talip olmak yerine iktidarı düşürmenin derdinde… Arada çok fark var! İktidara talip olmanız için mevcut iktidarı kötülemek değil yapamadığı ve göremediği şeyi yapmak ile söylemek varken yaptıklarına alternatif üretmeksizin karalamak kadar işte.
Anketlerde AK Parti halen daha %50’nin üzerinde görünüyorsa bunun bir anlamı olmalı ve bu anlam benim nazarımda kötüye gidişimizin nişanesidir. Ustalık dönemine gelmiş birini tehdit edemeyen çırak mı utansın yoksa ustalığı çıraklığından berbat olan mı bilemiyoruz. Görünen ve gösterilen ustaya tevessül ve hatta tahammül edişimiz biraz da bundan ileri geliyor herhalde.
Türkiye’nin Suriye’ye savaş açması felaket olur o ayrı bir konu ama zaten o savaşı açabilecek bir kapasitesi mevcut mu diye hiç sorgulamıyoruz sanırım. Alt okumaları buram buram Osmanlıcı olan ve içimizi okşayıp hoşumuza giden retorik/söylem fiiliyatta neye tekabül ediyor sizce? 1974’te anladığımız bir şey vardı; o da kendi uçağımızı, silahımızı, cephanemizi vesairesi ile milli savunmamızı tesis etmemizin kaçınılmaz olduğuydu ve o gün bugün kör topal ilerliyoruz bu yolda.
Henüz bir hafta kadar önce Hür Kuş’a binebilecek kadar geciktiğimizin farkında olmalıyız artık. Zaten Hür Kuş adlı savaş uçağını yapan ekibin başındaki kadın mühendis de (kadın vurgusu önemli) ifade ediyor çok geç kaldığımızı, bu zamana kadar bunu yapabilirdik diyor. Niye yapmadık sorusuna aranacak cevabı ise bir seyahat esnasında havacı subaydan dinlemiştim; Amerikalılar sizin yerinize biz yaparız demişlerdi ve biz de kolaya kaçmıştık. Eh Amerikalı yapınca Rus da indiriyor aşağı, işte gördük. Biz yapsak daha iyisi olur muydu bilmem ama en azından Suriye semalarında dolaştığında Rus füzesine vurulma riski daha az olabilirdi.
Hatırlar mısınız 10 yılda 15 milyon genç yaratmıştık her yaştan! Ayrıca demir ağlarla da ördük anayurdu 4 baştan! O yüzden bugün Suriye’ye açacağımız savaştan da açık alınla çıkabilir miyiz mesela? 10 yıldaki her savaştan öyle çıkmışız ya! Ama 10 senedir AK Parti’nin yönettiği bir ülke olarak bunu yapamayız, bunlar memleketi sattı! 1923’ten bugüne biriktirdiğimiz sermayeyi, oluşturduğumuz milli savunmayı, yetiştirdiğimiz insan kaynağını, denizciliği, havacılığı, karacılığı ve hasılı tüm KAPASİTE’mizi bunlar 10 yılda yok etmeseydi şimdi biz var ya dünyaya meydan bile okurduk! Ama işte neylersin bu AK Parti sıfır sorun diyerek, Araplara yüz vererek, Emperyalist ABD ile işbirliği yaparak ve Büyük Ortadoğu Projesine eş başkanlık ederek memleketin tüm birikimlerini(!) alt üst etti ve bu hale geldik.
Şimdi oturup başımızı ellerimizin arasına alıp derin derin düşünmek ve bir muhasebe yapmak zorundayız. Dün ne yaptık, bugün ne yapıyoruz ve yarın ne yapmalıyız? Dünyanın en önemli coğrafyasında bulunduğumuz için dünyanın en önemli gücü ile ittifak edip zaman zaman o gücün istekleri noktasında mı pozisyon belirleyeceğiz, zira kapasitemiz kendi başına hareket etmeye yetecek boyutta değil. Yoksa kapasitemizi arttırma işine daha fazla sarılıp mümkün olan en kısa zamanda daha kolay manevra yapabilecek bir konuma mı geleceğiz? Kimsenin birincisini tercih edeceğini sanmıyorum ama ikincisinin de kolay bir şey olmadığını bilmemiz gerekiyor. Buna karar verirken de kimsenin kimseyi kandırmasına gerek yok.
Durum çok açık ortada, ne 10 yılda 15 milyon genç yaratabilmişiz ne de bugün kullandığımız yüksek perdeli ve güçlü söylemin arkası dolu. Cemil Meriç’in dediği gibi “Bilmek kıyas etmektir. Kendimizi tanımadan başka ülkelerle nasıl karşılaştırabiliriz?” Bizim yapmamız gereken ne arkası dolmayan söylemlere sığınıp eylemsizliğimizi örtmeye çalışmak ne de yaptık diye kendimizi kandırmaktır.
Ahmet Telli’nin söylediği gibi söz ile eylemin yüzleşeceği olgu etiktir ve sanıyorum ki biz etik olmayan bir söylem-eylem pratiğini tercih etmeyecek kadar feraset ve derinlik sahibi bir yaşayış tarzını tarihe mal etmiş bir toplumun çocuklarıyız. Şimdi uçağımız düşürülmüş daha önce de 9 vatandaşımız öldürülmüştü, unutmayalım ki Cemil Meriç Üstadın söylediği gibi “şuur uçurumların önünde uyanır ve düşünce buhranların çocuğudur”.

21 Haziran 2012 Perşembe

Terörle Mücadele Ehliyetimiz Var mı?


Türkiye’nin en büyük sorunlarından birisi mesleksizlik diye birkaç kez söylemiştim. Bu mesleksizliğin başımıza ne işler açtığını göremiyoruz maalesef ve daha dün sırf bu yüzden 8 tane şehit verildi. Klişe tanımıyla daha ömrünün baharında olan 8 tane delikanlı, ehliyetsiz oldukları için öldü, öldürüldü. Konunun ehliyetle, meslekle ne ilgisi var demeyin sakın. Terörist öldürmek ve teröristle mücadele etmek, genel manasıyla askerlik bir meslektir ve o mesleği ehliyetiniz olmadan yaparsanız kaçınılmaz sona doğru ilerliyorsunuz demektir.

Türkiye’nin kaç yıldır PKK ile mücadele ettiği, kaç tane vatandaşını bu mücadele esnasında yitirdiğini söylememe gerek yok, ezberledik artık ve hatta kanıksadık bu durumu. Eğer vatan sağ olacaksa ve bölünmeyecekse biz ölmeye devam edeceğiz düsturu ile ehliyet, meslek falan umursamadan gidiyoruz bu yolda. Hamasi nutuklar, milliyetçiliğin dip noktaları, kin ve nefretin büyük bir magandalıkla dışa vurumu falan filan… Kimse sormuyor ehliyetin var mı diye, vatan savunulurken ehliyet mi sorulur sanki! Ortada topyekûn bir savaş olsa bu ehliyetsizlik halini anlayabilirim belki ama ortadaki bir terör örgütü ve onun kanlı eylemleri kadar olağan bir şey. Terör örgütü sadece Türkiye’nin mücadele ettiği bir şey değil, bazen kendimizi dünyalı diğerlerini uzaylı sanıp her şeyi bir bizde var gibi değerlendiriyoruz ya, bu da bazen öyle sanılıyor. Oysa İspanya, İngiltere, Fransa ve birçok ülkede de terör ve onu yapan örgütler mevcut.

Mesele terör örgütü ile nasıl mücadele ettiğiniz, bu mücadele için ehil olup olmadığınız. Türkiye eğer yıllardır dillendirilen profesyonel ordu anlayışına geçebilseydi yahut terörle mücadele için özel kuvvetler oluştursaydı bugün yaşadığımız acılar olmayacak ve feryat figan etmeyecektik. İşte bu yüzden mesleksizlik ve dolayısıyla ehliyetsizlik büyük problem! Terörle mücadele işini TSK yapıyor, yıllar oldu Sedat Laçiner söylemişti; “yahu balyozla sinek mi avlanır” diye. 20-40 günlük eğitimden (o eğitimde ne kadar eğitim) geçen 19-20 yaşında çocuklar ıssız dağlar ve bayırlarda hissiz teröristlerle nasıl mücadele edebilir argümanını bir sürü insan farklı zamanlarda dillendirdi. Ama değişen hiçbir şey olmadı! Profesyonel ordu kurulsun dedik diye vatan haini olduk! Maaşla askerlik mi olur dediler sanki rütbeliler maaş almıyormuş gibi! Bakın sevgili dostlar askerlik doğuştan gelen ve her Türk’ün içinde beliren mucizevi bir şey değildir. Askerlik bir meslektir ve öğrenilen, eğitim süreçleri olan, bu süreçlerin sonunda da ehliyeti alınan bir meslek!

Dağlıca’da 8 asker şehit oldu. PKK terör örgütünün eş zamanlı yaptığı saldırılara mukavemet gösteremedi, bu saldırıların olacağının istihbaratını alamadı, istihbarat aldıysa bile karşısında nasıl bir önlem alacağını bilemedi ve en nihayetinde karakolun dibine kadar ağır silahlarla gelen teröristlerin açtığı ateşle birlikte askerler şehit edildi. Kimse benden hamasi nutuk beklemesin, elbette ölenlere rahmet dilemek, ailelerine sabır dilemek boynumuzun borcu ama “bunun intikamı alınacak, hesabı sorulacak, kalleşler, hainler” demekle bir arpa boyu yol alamayız. PKK bir terör örgütü ise mesleği icabı terör yapacaktır ve anlaşılan o ki bu konuda PKK ehil bir hale gelmiştir. Kendi öz gücü yetmeyince başka kuvvetlerden yararlanabilen, mesele Türkiye’ye zarar vermek olduğunda deyim yerindeyse kimin kucağına oturduğunu önemsemeyen bir yapıdan bahsediyoruz. Böyle bir yapı karşısında ehliyetsiz bir savunma anlayışının başarılı olmasını beklemek saçmalıktır. Saçmalık değilse bile ehliyetsiz bir şoförün hasbelkader araç kullanması ve eğer şanslı ise kaza yapmamasıdır. Peki, insan hayatını ilgilendiren bir konu tesadüflere ve şansa bırakılabilir mi? Anlı şanlı ordumuz vardı Ergenekon, Balyoz falan filan ile orduyu bu hale getirdiler savunmasına kimse kalkmasın lütfen, terör 10 senelik bir mesele değil bunu hepimiz biliyoruz! Ayrıca ismi geçen davalar ile tutuklananlar sahada teröristle mücadele edenler değil bildiğimiz maaşlı devlet memurları ve sahada olan-ölen maaşsız, zorunluluktan oraya gitmiş er!

Uzatmanın manası yok. Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri ile PKK’nın birbirinden farklı şeyler olduğunu artık sağır sultan duymuş ve biliyor olmalı. PKK’nın en çok Kürt halkına zarar verdiği de ortada. Terörü meslek haline getirmiş bir örgütün Kürt halkına hak-özgürlük getirmekle bir ilgisi kalmamıştır. Eğer PKK terör örgütü olmayı meslek olarak layıkıyla yapıyorsa sen de terörle mücadele örgütün olan kolluk kuvvetlerini ehil hale getirecek ve yıllardır 3-5 çapulcu dediklerine haddini bildireceksin. Ha bunu yaparken demokratik hakları, Kürtçe eğitim hakkını, Kürtlerin demokratik taleplerini ıskalarsan, işte o zaman PKK’yı haklı hale getirirsin. Kürt Sorunu olarak adlandırdığımız demokrasi sorununu reformlarla çözerken diğer yanda ehliyetli bir savunma gücü ile terör yapacağım, kurşun atacağım diyenlere nefes alacak alan bırakmayacaksın. Bunu sağlayabildiğin sürece bölgede yaşayan Kürt halkı da iki arada bir derede kalmaktan, PKK’nın tehdidinden kurtulacak ve sesini daha çok çıkarabilecektir.

Türkiye’nin ehliyetsizlik sorunu sadece terör konusunda değil ama bu ehliyetsizlik çok can alıyor, can yakıyor ve her geçen gün bizi daha fazla bölüyor. Artık şu arabayı ehliyetle kullanmak için bir aklın oluşması şart. Aksi takdirde arabayı direğe, kaldırıma, taşa, duvara çarpmaya devam edeceğiz. Burada cana geleceğine mala gelsin demek de iş görmüyor çünkü her gelen cana geliyor!