10 Mayıs 2014 Cumartesi

Feyzioğlu olmasa da siz "Metin" olun

Ülkemin gündemi, tartışmaları o kadar hızlı ki bir hafta sonu kahve keyfi yapmak bile mümkün olmayabiliyor. Kafe'de oturmuş, kahvemi yudumlarken Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun Danıştay'ın kuruluş töreninde yaptığı konuşma ve Başbakan Erdoğan'ın bu konuşmaya verdiği tepki ile koşar adım eve gelip bilgisayar başına oturdum. Malumunuz algı yönetimi çok önemli bir mesele ve beni kahvemi yarım bırakıp eve getiren de bu oldu. Başbakan Erdoğan'ın Metin Feyzioğlu'na verdiği tepki üzerine sosyal medyada "tahammülsüzlük, sorun ruh hali, sinir, stres" kelimeleri üzerinden Başbakan'a yakıştırmalar yapıldığını görünce ben de tahammül edemedim. :)

Başbakan işte bu kadar tahammülsüz, eleştirilmeye gelemiyor ile başlayan sözler, hele bir cumhurbaşkanı olsun da o zaman görün siz gibi daha hesaplı bir algı yönetimine işaret etmeye başladı. Eğer Erdoğan Danıştay törenine gitmese, ayrımcı, saygısız ve sair yorumlarla eleştirilecekti, gidip bir baro başkanından alanıyla zerre ilgisi olmayan cümleler duyup kendi deyimiyle "haksızlık karşısında hep susacak mıyız" dürtüsüyle itirazlarını dile getirince de tahammülsüz, sinirli, eleştiri kaldırmayan biri olarak lanse edilmeye başlandı. Şunu bir kere hepimizin bilmesi gerekiyor ki karşımızda 20 seneden daha fazla bir zamandır savaşan, hakkını diklenmeyip dik durarak arayan bir karakter var. Uzatmaya gerek yok; Erdoğan'ın Beyoğlu belediye seçimlerinden yakın zamanda yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar hangi ayak oyunlarına, kampanyalara maruz kaldığı yakın tarihimizin gizlenemez bir gerçeği.  1989 Beyoğlu seçiminden tutun 1991'de tercihli oy sebebiyle milletvekilliğinin iptal olması, 1994'te İstanbul Belediye Başkanı seçildiğinde başta Aziz Nesin olmak üzere hakkında "şeriatçı" kampanyaları başlatılması, okuduğu şiir yüzünden hapse girmesi, partisi seçim kazandığında başbakan olamaması, ergenekon-balyoz ve bilimum darbe planları, google üzerinden oluşturulan kapatma davası ve daha çok kısa bir zaman önce Anayasa Mahkemesi Haşim Kılıç tarafından yapılan hadsizlik. Erdoğan'ın tüm bu yaşadıklarına rağmen yeterince tahammüllü olduğunu düşünüyorum zira bir benzeri herhangi birimizin başına gelse çoktan ülkeyi terk etmiştik. (Bkz: Fazıl Say)

Şimdi gelelim günümüzün konusuna; Erdoğan Feyzioğlu'na neden "edepsizlik yapıyorsun" dedi? Danıştay başkanının 25 dakika konuştuğu törende yaklaşık bir saat konuşan Feyzioğlu'nun konuşmasını izlemenizi tavsiye ederim. Şu kısacık an bile takındığı tavrı göstermesi açısından yeterli olacaktır. (Feyzioğlu "bitirdim" diyor. ) Kendisi Türkiye Barolar Birliği sıfatıyla çıktığı kürsünden Van Belediye Başkanı yahut Van milletvekili veya Vanlı bir vatandaş gibi "Van'da konteynırda yaşayan insanlardan" bahsediyor. Yer Danıştay, konuşmacı Barolar Birliği Başkanı ve konu Van depreminden zarar gören vatandaşlar. Sonra Erdoğan kalkıyor ve edepsizlik yapıyorsun diyor. Feyzioğlu yine tribünlere oynuyor, demagoji yapıyor, edepsiz kelimesini yakıştıramadığından bahsediyor. Ortam bir sirk sahnesi olsa, Feyzioğlu iyi bir illüzyonist olabilirdi belki ancak devletin saygın kurumlarından birinin kuruluş töreninde yapılan bu demagoji ve alan dışı, siyaseti sıkıştırma odaklı söylemler en hafif tabiriyle "edepsizlik" olur. Feyzioğlu sadece Van'dan bahsetmiyor, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair fikir de beyan ediyor. Kimsenin Feyzioğlu'nun fikirlerini ifade etmesine karıştığı, onu susturmaya çalıştığı yok ancak Barolar Birliği Başkanı sıfatıyla Danıştay töreninde hem de Danıştay başkanından daha uzun bir konuşmanın içeriği herhalde hiç bir demokraside bu değildir.

Erdoğan kalkıyor, yalan söylüyorsun diyor ve giderken ekliyor, "haksızlık karşısında hep susacak mıyız". Erdoğan ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül ve Genelkurmay Başkanı Özel de ortamı terk ediyor. Aslında Gül ile özel "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" söylemine uygun hareket ediyor ve şeytan olmaktan kaçınıyor. Ahmet Necdet Sezer'i hatırlarsınız, hani şu anayasa kitapçığını fırlatan. Belki de hatırlamazsınız. Çünkü kendisi Çankaya'da kaldığı süre zarfında pek hatırlanacak bir cumhurbaşkanlığı süreci geçiremedi. Aklımızda kalan kısmı anayasa fırlatarak çıkardığı kriz ve o krizin ülkemize maliyeti. Şimdi bunun konuyla ne alakası var demeyin. İşte bugün Erdoğan'ın TBB Başkanı Feyzioğlu'na yaptığı "one minute" Türkiye'deki eski alışkanlıkların sessiz kalındığı müddetçe sürdürülmesine koyulan bir tepkidir. Haşim Kılıç ile başlayan ve Feyzioğlu ile devam eden yargı mensuplarının siyasetçiye ayar verme telaşı sanıyorum bu vesileyle son bulacaktır. Dolayısıyla bu demokrasi dışı görülen tablo Türkiye'nin demokratikleşmesine büyük hizmet edecektir. Yapacak bir şey yok; Erdoğan'ın kabadayı, sert, uyumsuz bulduğunuz tavırları olmasa karşıdaki görece kibar(!), entelektüel(!), 3-5 dil konuşan ve Roma hukuku üzerinden millete ayar verme telaşında olanların alışkanlıkları sürmeye devam ediyor. Dolayısıyla şükürler olsun ki Türkiye'ye demokrasi asarak, keserek, işkence ederek, yasaklayarak değil, böyle seviyesi yüksek tartışmalar, itiş-kakışlar ve ayar verme seanslarının heba olması ile geliyor.

Şimdi bu kadar verdik veriştirdik ancak bir başka konuyu da ıskalamamak gerekiyor. Erdoğan her ne kadar haklı ise de onun haklılığını ortadan kaldırma eğiliminde olan çok irrasyonel tepkiler de yok değil. Hukuk ve yargı kurumlarını seçilmiş iktidarın hizmetkarı gören, seçilmişlerin seçildikleri için ne isterse yapabileceğini çağrıştıran yorumlar ve düşünceler mevcut maalesef. Şunu söylemek de yarar var. Hukuk hepimize lazım ve yeri geldiğinde hepimizi siyasetçiden de koruması gerekebilir. Dolayısıyla siyaseti mutlak doğru, hukuku da onun hizmetkarı görmek çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Burada nüans, hangi hukuk hangi anayasa ve yasa sorusunda gizlidir? Milletin evrensel değerleri de gözeterek yaptığı bir anayasa ve onu tamamlayan yasalar işte bu yüzden çok önemli ve acilen yapılması gerekenler listesindedir. Kısacası hukuk milletin çıkarlarını siyasetçilere karşı koruyabilecek, insan hakları ve demokrasiyi tesis edecek bir hukuk olana kadar Erdoğan haklıdır ama Erdoğan hukuktan da, yargıdan da üstün değildir.
       

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?

Toplum turşu değil ki kuralım ve bir kaç ay sonra çıkarıp afiyetle yenilecek hale gelsin. İşte demokratikleşme de lahana, salatalık, biber ve sair turşusu değil ki öyle beklenildiği gibi çabuk otursun. Bazen son söylenecek lafı ilk başta söylemek lazım, hele Türkiye'nin içinden geçtiği şu süreçte belki de bağıra çağıra söylemek lazım çünkü bazı kulaklar sağır ve bazı gözler kör taklidi yapmaktalar. Bir kısmı ise kendi toplumuna, tarihine, kültürüne hakikatten sağır ve kör.

Sevdiğim sözlerden biridir, demokrasi altı delik bir kaba su doldurmaya benzer, siz doldurdukça alttan akıp gider ve dolayısıyla hiç durmadan ve olabildiğince büyük ölçeklerde su doldurmaya devam etmeniz gerekir. Tabi burada kabın şekli, deliğin büyüklüğü falan da çok önemlidir. Eğer alttaki delik çok büyük ise ve kap şekil olarak suyu doğrudan dibe iletiyorsa vay halinize. Suyu doğrudan dibe iletmeyen kap nasıl olur demeyin, eğer "S" şeklinde bir kabınız varsa suyun zemini bulması "I" şeklindeki bir kaba göre daha yavaş olacaktır. Fizik dersinde miyiz yoksa demokrasi mi konuşuyoruz demeyiniz lütfen zira fiziğe göre de yere vurmadan göğe çıkmak ancak ek itici güçlerle mevcuttur ama normal koşullar altında kütlesi olan bir cismi yukarıdan bıraktığınızda herhangi bir dış etken yoksa yere çarpmadan yükselmesi mümkün değildir. Bunları neden anlatıyorum çünkü bizim demokrasi serüvenimiz biraz yere çarpmak ve şeklini, deliğinin boyutunu bilmediğimiz bir kaba su doldurmak gibi. Ayrıca bu konuda çok da sabırsız davranıyoruz ve turşu gibi kışa kıvama gelmesini istiyoruz.

Türkiye'nin 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 yılları hep aynı hikayeyi anlatır, kışlasında canı sıkılan askerler "demokrasi" kurmaya pek de hevesi olmayan siyasilere ayar vermiştir. Diğer yandan o çok eskilere yasladığımız demokrasinin tarihi ancak 1946'da çok partili hayata geçilen ve 1950'de ilk adil seçimlerin yapıldığı yıllara kadar götürülebilir. Dolayısıyla 90 yıllık ülkeye demokrasi getiremedik deyişleri biraz çalınan minareye kılıf hazırlama telaşesidir. Şimdi geç bunları sadede gel demeyiniz lütfen, çünkü ne geldiyse başımıza hep geç bunları demekten geldi. Şimdi elimizdeki kabın kabataslak ne olduğunu bilmek için şöyle bir yakın tarih turu yaptıktan sonra gelelim dibindeki deliğe. Delik de maalesef beklenenden büyük dostlar. Temeli yamaları üst üste gelmiş bir bohça şeklindeki 1982 Anayasası olan bir kaptan bahsediyoruz. Varın gerisini siz düşünün. Askerlerin yaptığı darbe üzerine attıkları temel olan 1982 Anayasası ve bu temele uygunluk denetimi yapan 1963 model bir Anayasa Mahkemesi sizce ne kadar su sızdırır? Diğer yandan Anayasanın temeline hiç girmiyorum sonra bazıları alınıyor, efendim Mustafa Kemal'e düşman mısın, Atatürk karşıtı mısın falan diyorlar ki şu fakirin yaklaşık 70 sene önce hakkın rahmetine ermiş bir insanla ne derdi olabilir. Biliyorum şuan bile dişlerini gıcırdatanlar var ne demek "bir insan" o bir lider, o kurucu, o başöğretmen, o komutan, o deha, o kaç bin kitap okumuş, kaç cephede savaşmış, yoktan bir ülke var etmiş, kadınlara seçme-seçilme hakkı vermiş, ülkeye medeniyet getirmiş, çağdaşlaştırmış, ilerletmiş... Evet ben de biliyorum tüm bunları ve üzerinde tefekkür ediyorum. Bu arada tefekkür Osmanlıca-Arapça bir sözcük olduğu için gerici bir kafayla düşünüyorum herhalde ve bazılarınızla aynı fikri paylaşmıyorum. Peki hangi fikri paylaşıyorum; Mustafa Kemal Atatürk'ün pragmatik, lider ruhlu, ülkesi ve milleti için dertlenen ve bu dertle kendine göre bir takım adımlar atan saygıyla anılacak bir insan olduğuna inanıyorum.

Neyse biz ne diyorduk; demokratikleşme! Evet işte kap belli, zemin belli, sızıntı büyük, turşu kuramıyoruz haliyle. Eh peki hep mi bu geçmişin suçu? Elbette hayır, 12 senelik iktidarında yeni bir anayasa yazamayan AK Parti'nin hiç mi günahı yok? Bazı entelektüellere göre AK Parti oyaladı, yazmadı, iktidarını kalıcılaştırmak istedi vesaire. Bana göre yapamadı, yaptırtmadılar, yapamazdı. Çünkü delik büyüktü, kap kötüydü ve turşu kıvamında değildi. Bak yine AK Parti'yi temize çıkardın demeyin hiç, AK Parti yeni bir anayasa yapamazdı demiyorum ben, "demokratik" bir anayasa yapamazdı diyorum. Demokratik olmayan bir toplumun demokratik bir anayasası olur mu? Temeline "demokrasi ve insan hakları" koyalım, temelinde insan olsun diyeceğimiz bir anayasaya kaçımız evet diyebiliyoruz?

Bugünlerde sıklıkla Alija İzetbegoviç okuyorum. Okudukça demokrasi konusunda kendisinden epey ders alıyorum. İzetbegoviç Bosna-Hersek'in geçtiği dehşet günlerinde bir ülke tasavvur ediyor, merhum Alija gençliğinde "Genç Müslümanlar" üyesi olduğundan ve "İslam Deklarasyonu" adlı eseri kaleme aldığından mütevellit bazıları tarafından "İslamcı" ve İslam devleti kurmak isteyen birisi olarak algılanıyor. Kendisine bunu sorduklarında ısrarla şunu söylüyor, Bosna-Hersek halkı farklı din, dil, kültürlerden oluşuyor, burada bir İslam devleti kurmak "faşizm"den başka bir şey değildir. Biz Bosna-Hersek'te yaşayan Müslüman, Katolik, Ortodoks ve diğer dinlere inanan herkesin özgürce yaşayıp, her türlü haktan yararlanacağı bir demokrasi kurmak istiyoruz diyor. Toplumu İslamca olmayan bir yerde İslamcı bir devlet olmaz demek istiyor. Dolayısıyla şöyle bir dönüp kendimize bakalım, etrafımızı analiz edelim, gündelik yaşam örneklerine baksak yeterli olacaktır. Türkiye toplumu ne kadar demokratik ki bir demokrasi şaheseri kurabilsin? Sakın ha Türkiye halkını küçümsediğim sanılmasın, onların demokratik olmasına ne kadar imkan tanındığı da çok önemli bu noktada ve demokrasi de zaten akşamdan sabaha inşa edilen bir gecekondu değil. 

Devam edeceğiz...            

27 Nisan 2014 Pazar

Gençler Ne İstiyor? Ne kadar haklılar?

Küçükken babam anlatırdı da inanmazdım; bak burası hep tarlaydı, biz şurada top oynardık, buradaki tarlada çalışırdık, bir tastan yemek yerdik, şunu bulamazdık, böyle bir şey hiç olmazdı ve sair anlattıklarının hemen hepsi bir film şeridi gibi gözümün önüne gelirdi de gerçekliğine inanmam mümkün olmazdı. Baba bırak bunları anlatmayı bak bugün her şey bambaşka, imkanlar değişti diyerek söylediklerine burun kıvırırdım. Sanıyorum benzer şeyler birçoğunuzun da başına gelmiş olsa gerek.

Bu genç yaşta babamın konumuna düşeceğim de pek aklıma gelmezdi doğrusu. Yahu bakın 10 sene önce, 7 sene önce hatta bilemediniz 5 sene önce şu haldeydik diyerek katedilen mesafeyi anlatma çabasına gark olduğum şu günlerde sık sık babamın hikayelerini anımsıyorum ve haksız yere burun kıvırdığımı düşünüyorum.

Türkiye'de sadece 5 sene önce "demokratik açılım" yapıyoruz diyen hükümete verilen tepkiyi, 7 sene önce 367 gibi rezil bir karar ile "sözde değil özde laik bir cumhurbaşkanı seçtirme" çabalarını, başörtülü veya türbanlı gençlerin üniversite kapılarından geri çevrildiği zamanları çok net hatırlayınca bugün "ama demokrasi yok" diye bağıran kitleleri anlamakta zorlanmak çok doğal olsa gerek. Saydıklarım devede kulak kalır; 2008'deki AK Parti kapatma davasını, 2009 yılında Demokratik Toplum Partisi'nin kapatılmasını, Ergenekon'u, Balyoz'u, Cumhuriyet Mitinglerini, Hrant Dink'in katledilişini ve toplumun tepkisini... cilt cilt yazmak icap eder.

Geçtiğimiz hafta 9 Eylül Üniversitesi İşletme Kulübü Uluslararası İlişkiler zirvesi düzenledi ve ben de konuşmacılar arasındaydım. Oturumda Balkanlar ve Türk Dış Politikası konuşuldu. Program bittiğinde ise bu harika etkinliği hazırlayan ekiple birlikte çaylı-kahveli bir sohbet gerçekleştirdik. 15-16 kişilik bir grup harika bir etkinlik çıkarmıştı ama konu Türkiye siyasetine geldiğinde pek de mutlu ve umutlu değillerdi. Genel olarak iktidarın onları baskı altına aldığını, Türkiye'de demokrasi olmadığını, çocukların, gençlerin öldürüldüğünü, ülkenin bölüneceğini, hukuka güven diye bir şey kalmadığını dillendirdiler. Hepsini dinlemeye, kaygılarını anlamaya çalıştım. Zaman zaman hakarete varan söylemleri olsa da kulak asmadan, birikmiş duygularını dışa vurmalarına olanak tanımak istedim. Konuyu kişilere indirgemeden ve hatta siyasi partileri de bir yana bırakarak tartışmaya çabaladım ancak söz hep dönüp dolaşıp Recep Tayyip Erdoğan'a geldi. Belli ki ulusal ve uluslararası medyanın Erdoğan karşıtı kampanyası yerini bulmuş ve gençler siyaseti de bir kenara bırakıp Erdoğan'ın şahsında nefret biriktirmişlerdi. Onlar konuştukça ben araya girmeye, durumun sandıkları gibi olmadığını izaha çalıştım. Maalesef kıyas edemiyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları tarih boyunca bildikleri bir Başbakan vardı; Recep Tayyip Erdoğan! 

Yaşı 18 ile 22 arasındaki bir gencin gönül gözüyle görüp bildiği bir tek başbakan ve Türkiye var. Aldıkları eğitim süresince yaşadıkları endoktrinasyon, yani resmi tarih okuması onları haliyle AK Parti ve Erdoğan'a düşman ediyor. Onlara göre Atatürk'ü silmeye, ülkeyi bölmeye ve kendi sultanlığını kurmaya çalışan bir Erdoğan var. Demokratik açılım, komşularla sıfır sorun, ekonomik refah, demokratikleşme falan hiç umurlarında değil ve hatta tamamen yanlış adımlar olduğunu düşünüyorlar. Bunları tanıyoruz ve biliyoruz, "Gezizekalılar" diyerek geçiştirmek pek mümkün olmadığı gibi doğru da değil. Nihayetinde bu genç kitlenin de bu ülkede yaşadığını, yaşayacağını ve bizim çocuklarımız, arkadaşlarımız olduğunu unutmamak gerekiyor. İçlerinde gözü-kulağı tamamen kapalı olanlar kadar, derdini anlatmaya, dinleyip anlamaya çalışanlar da var. Fakat kendilerini değerli hissetmedikleri, onlara değer verilmediğini düşündükleri her hallerinden belli oluyor. Buna sebep olan iktidarın söylemleri ve kendilerinin bir kısır döngü içerisinde aynı söylemleri tekrarlıyor oluşu. Bu durumu değiştirmek elbette tek başına iktidarın sorumluluğu olmadığı gibi iktidara da düşen görevler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Gençlerin de özeleştiri yapması, kendi dar çemberlerinden çıkması gerekiyor. 

Onları dinleyip, size bir tek soru soracağım ve evet ya da hayır şeklinde cevap istiyorum dediğimde hepsi kulak kesildiler. Hepinizin şikayeti demokrasi üzerinden, ülkede demokrasi yok diyorsunuz peki yarın sil baştan anayasa yazmaya ve temeline Atatürk İlke ve İnkılapları yerine "insan hakları ve demokrasi" koymaya var mısınız diye sorduğumda içlerinden sadece birinin "evet" dediğini duymak her ne kadar hayal kırıklığı oluştursa da daha sonra bir anayasanın temelinin neden Atatürk, Erdoğan ve hatta Hz. Muhammed olmaması gerektiğini anlattığımda daha uzlaşır bir tavır takındıklarını gözlemledim ve görece umudum arttı.

Ayşe Arman gibi muhafazakar mahalleye gittim, şöyle düşünüyorlar, böyle davranıyorlar tarzı bir yazı yazmaktan imtina ederim ancak muhafazakar mahalle ile endişeli modern mahallenin arasındaki mesafenin bu kadar açılmasına da tahammülüm yok. En azından gençlerin birbirleri ile tartışabilmesi, hakaret etmeden fikir yarıştırabilmesi Türkiye'nin yarınları için çok önemli. Sanıyorum burada en büyük sıkıntı herkesin işaret parmağı ile karşıyı göstermesi ve diğer üç parmağının kendine dönük olduğunu unutması. Kısacası özeleştiri ve farklı düşüncelere tahammül eksikliği. 

Demokrasi talebiyle yola çıkmadan önce kendi kutsallarımıza dönük eleştirilere ne kadar tahammül edebildiğimiz ve demokrasi dediğimiz şeyi en çok karşımızda olduğunu düşündüklerimiz için isteyip istemediğimiz çok önemli. Ben endişeli, umutsuz ve hayal kırıklığı yaşayan arkadaşlarıma kulak kabartarak bunu aşmaya çalışıyorum. Bugün eksiğiyle gediğiyle daha demokratik bir ülkede yaşadığımız gerçeğini inkar ederek değil atılan adımların eksikliğini tamamlayarak daha çok demokrasi tesis edebileceğimizi bilmelerini istiyorum. Eğer dün yaşadığımız ceberut devlet anlayışının bir benzeri olsaydı, başörtüsüzler üniversitelere giremez, Ne Mutlu Türk'üm diyene sözünü eden hapse girer, dindar yaşam tarzına sahip olmayanlar hukuken, fiilen dışlanırdı. Bunu şunun için söylüyorum; unutulmaması gereken bir şey var ki temelsiz bina sağlam olmaz, biz maalesef halen daha yeni bir anayasa yazamadık, yamalı bohça ile gidebileceğiniz yol sınırlıdır ve bohçanın içinden bazı şeylerin düşüp kırılması, eksilmesi ihtimal dahilindedir. 1960 darbesinin ürünü olan Anayasa Mahkemesi ve 1980 darbesinin ürünü olan Anayasa ile "hukukun üstünlüğü savunması" yapmak ve işi siyasal sonuçlar devşirmeye getirmek, demokrasi diye yola çıkıp Mustafa Kemal'in Askerleriyiz diye bağırmaktan ileri gidecek bir tavır değildir. Unutulmaması gereken bir başka konu ise demokrasinin mükemmel, her şeyi doğrulayan bir turnusol kağıdı olmadığı gerçeğidir ama ADALET demokrasiye de hukuka da temel oluşturmak mecburiyetindedir.

NOT: Başbakanlık tarafından 24 Nisan'da yapılan ve Ermeni toplumunun acılarını paylaşan akil açıklama için bir teşekkürü borç bilirim.            

1 Nisan 2014 Salı

AK Parti Kazandı Çünkü...

30 Mart yerel seçimleri sona erdi. Seçimden önce söylediğimiz gibi "küstüm oynamıyorum" faslı başladı. Seçim sonuçlarına hakkıyla sevinmek isteyenlerin hevesleri boğazına dizildi; "ayıp değil mi kardeşim, neden dalga geçiyorsunuz" nidaları ortalığı inletti, inletiyor. Son 10 yıldır yapılan Aziz Nesin'in ruhunu çağırma seansları tekrarlandı, "beddua" cephesi bumerang etkisiyle kendilerine çarpan millet duasıyla darmadağın hale geldi. Türkiye siyasetinin müzmin siyasi liderleri kılı kırk yarma konusundaki mahirliklerini "olur mu canım bak şu açıdan biz başarılıyız" diyerek bir kere daha gösterdi.

Bu kadar benzerliğin arasında elbette farklılıklar da vardı. Seçim sürecindeki tavrından ötürü "Cemaat Halk Partisi" olarak andığım CHP'nin seçmenleri ile MHP'nin seçmenleri el ele verdi ve sandık peşine düştü. MHP'yi bir kenara bırakarak CHP seçmeninin oylarının peşine düşmesine gözlerim yaşararak baktığımı itiraf etmeliyim. Herhalde yıllar sonra ilk kez sandığa bu kadar önem verdiler. Yoksa sandıktan ne çıkarsa çıksın bir şekilde yönetimin parçası olmak CHP için zor değildi. Ama yargı ama asker yoluyla sistemi idare etmek onlar için epey kolaydı. İktidar olmak, ülke idare etmek için sandıktan çıkmaya gerek yoktu, zaten görünürdeki iktidar olmak davulu boyna asmak demekti, davulu başkasının boynuna asıp tokmağı kendi ellerine almak kadar konforlu bir şey yoktu. Bu kez de proje ürettiklerini söylemek mümkün değil ama halihazırda TBMM çatısı altında dinletebilecekleri tape'ler vardı . Bir de Başbakan kalkıp twitter ve youtube kapanacak deyip, TİB bu ikisini kapatınca "bu kez sandıkla iktidarı devireceğiz" diye epey havaya girdiler. Fakat evdeki hesap da Çarşı'daki hesap da milletin pazarında itibar görmedi. Sonuçlarla birlikte ortama inkar, öfke, depresyon hakim oluverdi.

Bu seçimlerde yaşanan bir başka farklılık ise sonuçlarla birlikte ortaya çıktı. Türkiye Komünist Partisi ve Liberal Demokrat Parti ilk kez birer belediye kazandı. Tunceli Ovacık'ta TKP, Muş Malazgirt ilçesinin Konakkuran beldesinde de LDP kazandı. Seçim sonuçlarında hepimizin önemsemesi gereken iki ilginç durum daha yaşandı; Şırnak'ın Cizre ilçesinde 27 yaşındaki Leyla İmret BDP'den belediye başkanı seçildi. Konya'nın Meram ilçesinde ise AK Parti adayı olan Fatma Toru Türkiye'nin ilk başörtülü belediye başkanı oldu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının 80 yıl önce verildiği düşünüldüğünde ilk defa bir başörtülü belediye başkanının ancak bugün seçilebilmesi manidardır.

Seçimlerden önce AK Parti'nin büyük bir hezimet yaşayacağı beklentisine sahip olanlar temennilerini tahmin hanesine yazmanın hazin sonucunu yaşıyorlar. Her gün sosyal medya üzerinden kitlelere ulaştırılan tapeler ve Başbakan Erdoğan'ın twitter ve youtube ile ilgili söylemlerinden sonra bu sosyal medya araçlarının kapanması AK Parti'nin dönülmez bir sona geldiği hissi oluşturmuştu. Fakat beklenen son gerçekleşmedi ve hatta AK Parti bir önceki yerel seçim sonuçlarına göre başarısını arttırdı.

AK Parti kazandı çünkü; twitter'ın kapatılmasıyla gündelik yaşamında herhangi bir değişiklik hissetmeyen kitle, senelerdir gündelik yaşamına engel olan başörtüsü sorununu kimin çözdüğünü unutmadı. Ülkenin %90'dan fazlası Müslüman ancak TBMM'ye henüz çok yakın zamanda başörtülü bir vekil girebildi ve ilk kez bu seçimlerle bir başörtülü belediye başkanı seçildi. Sizce durum böyleyken kim twitter'ın kapanmasını mesele edinecekti? Elbette her türlü özgürlüğün yanında twitter özgürlüğünün de keyfini sürebilen kitleler. Peki bu kitle Türkiye seçmeninin ne kadarına tekabül ediyor? CHP'nin aldığı oy üzerinden bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Bu durum bize meselenin cehalet, okuma-yazma değil öncelik meselesi olduğunu gösteriyor. Geniş kitleler yıllardır yasak olan başörtüsü özgürlüğüne ancak kavuşmuşken daha dar bir çevre her türlü özgürlüğün tadını çıkarırken twitter'dan mahrum oluyordu ve haliyle geniş kitlenin tercihi onları özgürleştiren AK Parti'den yana oldu.

AK Parti kazandı çünkü; yolsuzluk-hırsızlık iddiaları ile 10 yılda yapılan hizmetler ve yükselen yaşam standardı tezat oluşturuyordu. Seçimden bir gün önce konuştuğum Kıbrıs Gazisi AK Parti'den önce 300 TL ama bugün 800 TL destek aldığını söylüyordu. Öğrenci burslarının 45-60 TL bandından 300 TL'ye gelmesi belki öğrenciler üzerinde bir etki oluşturmadı ama sanıyorum ebeveynleri bu değişimi dikkatle okudu. Halen daha koalisyon dönemlerinin ekonomik sıkıntılarını unutmayanlar AK Parti ile birlikte gelen istikrara rağbet etti. Hakkari'den İstanbul'a otobüs ile 24 saatten uzun sürede gelen vatandaş aşağı yukarı aynı parayı ödeyip uçak ile 1,5 saatte gelmenin keyfini ve konforunu ne zaman ve nasıl kazandığını unutmadı. Dünya ekonomik kriz yaşarken Türkiye teğet geçti ve düne kadar belirli ülkelere belirli kalemlerde yapılan ihracatın hem ülke çeşitliliği hem de ürün çeşitliliği arttı. Hal böyle olunca küçük ve orta boylu işletmeler bile ihracat yapmaya başladı. Durum böyle olunca kimse istikrarı ve büyümeyi riske etmek istemedi. Yani mesele bulgur-makarna-kömür değil alın teri ile kazanılanı yeni bir koalisyon veya kriz ortamında riske sokmamaktı. Bu veriler değişik örneklerle çoğaltılabilir fakat özetle millet AK Parti'nin sosyal politikalarına da ekonomik istikrarına da desteğini verirken "bu ortamda kim ne çaldı ki" diye sormaktan kendini alamadı.

AK Parti kazandı çünkü millet cemaatleri, tarikatları, İslama hizmet edenleri sevmekle birlikte onların siyasete, hele ki Erdoğan gibi ümmetin sesi olmuş bir lidere karşı aldığı pozisyondan hoşlanmadı. Hele hele Gülen grubunun AK Parti'ye karşı her türlü ittifakı, CHP ile kol kola girmeyi göze alması milletten büyük bir tepki aldı.

AK Parti bir kere daha başarı sağladı çünkü Başbakan Erdoğan gibi bir lideri vardı. İl il gezip milletle buluşan, milletin diliyle konuşan, sesi kısılmasına rağmen mitinglerini sürdüren Erdoğan'ın rehavete kapılmadığını, çalıştığını ve milleti ikna etme gücünü hep birlikte görmüş olduk. Erdoğan'ın yerel yönetimlerden gelmesi, önceki yıllarda oluşturduğu güven milletin bir kere daha teveccühünü kazandı.

AK Parti kazandı çünkü millet sulhtan memnundu. Erdoğan'ın siyasi kariyerini adeta riske edip çözmeye çalıştığı Kürt sorununda gelinen aşamayı millet görüyordu. En azından Kürtler görüyordu. Yılların tecrübesi Kürtleri barıştan yana olan AK Parti ve Erdoğan'a yöneltti. O yüzden Diyarbakır'da da AK Parti ikinci parti oldu ve %35 oy aldı.

AK Parti kazandı çünkü yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşları ve hatta Bosna, Kosova, Makedonya, Filistin, Lübnan ve Mısır halkları da onu destekledi. Çünkü Erdoğan'ın liderliğindeki Türkiye'nin bölgesine, yurt dışındaki vatandaşlarına, soydaş ve akraba topluluklara önem ve özen gösterdiklerini tecrübe etmişlerdi.

CHP kaybetti, MHP kaybetti, Cemaat kaybetti, Uluslararası medya kaybetti çünkü henüz Türkiye halkının, milletin, tecrübesini, sağduyusunu ve beklentilerini okuyamadılar. Onlar kaybetti çünkü Erdoğan ve AK Parti vardı.

Bütün eksiklerine ve hatalarına rağmen AK Parti kazandı. Peki bu bir rehavet oluşturmalı mı? Elbette hayır! Bu durum AK Parti'nin mükemmel olduğunu gösterir mi? Elbette hayır! AK Parti'nin varlık-yokluk meselesi şimdi başlıyor. Eğer Kürt, Alevi sorunlarına dönük adımlar atılmazsa. Yolsuzluk iddiaları konusunda kamuoyu tatmin edilmezse. Hukuk düzeni tesis edilmezse. Seçim sürecinde yaşanan ötekileştirici üslup kenara bırakılmazsa ve paralel yapı ile mücadele edilmezse işte o zaman AK Parti ve Erdoğan önü alınmaz bir yok oluşa doğru ilerleyecektir.