24 Ekim 2009 Cumartesi

KÜRT AÇILIMI: Paranın İki Yüzü

Ağustos ayının başlarında “Kürt Açılımı Başlangıç Olsun” başlığıyla yayınlanan yazımı yazarken büyük umutlar taşıyordum. Kürt kardeşlerimiz ile bir yaşam alanı yaratmaya, tek Türkiye olduğuna ve bu Türkiye'nin üzerinde yaşayan dili, dini, rengi, menşei ne olursa olsun tüm insanlarımızın eşitliğine vurgu yaparak umutlarımın bu yönde olduğunu belirtmiştim. Ağustos ayından bugüne kadar hep somut adımların neler olacağı tartışıldı. Kürtçe'nin hangi alanlarda kullanılabilirliği, Kürt Enstitüsü kurulup kurulmayacağı gibi konular tartışıldı. Yıllardır tartışamadığımız konuların artık konuşulabilir hale gelmesi umut vericiydi. Sürecin içinde yer alması gereken kurumların ve muhatapların önemine vurgu yapmıştık. Özellikle Abdullah Öcalan'ın bu süreçte kesinlikle muhatap alınmayacağına inanmıştık. Bugün yüreklere ekilen umutların yitirildiği ve hatta bir daha yeşertilemeyecek hale gelmeye yüz tuttuğunu görmekteyiz.
“Kürt Açılımı” kavramı ile başlayan süreç bilindiği gibi her yeni gün isim değiştirmişti. Konu, “Demokratikleşme ve İnsan Hak ve Özgürlükleri” ile ilgili olduğu için adının doğru tespit edilmesi gerektiğini söylemiştik. Konuşulmaya başlandığı günden itibaren esasen sadece Kürt kökenli vatandaşlarımız ile ilgili olmadığını yaşanan gelişmeler göstermişti. Suriye ile vize sürecinin kaldırılması, Ermenistan ile protokollerin imzalanması ve Irak ile yüksek düzeyde stratejik işbirliği adı altında imzalanan kırk küsür protokol bu “açılım” meselesinin çok boyutlu olduğunu gösteriyordu. Fakat gelinen son süreçte yaşanan gelişmeler ile iç kamuoyu ciddi bir krizin eşiğinde ve hatta içerisinde diyebiliriz. Bu yorum yazısında ise meselenin sadece Türkiye'de yaşayan Kürt vatandaşlarımız ile ilgili olan kısmını ele alacağım. Geçtiğimiz günlerde Mahmur kampından ve Kandil dağından Habur sınır kapısına gelerek teslim olan(!) 35 PKK'lının ve bugünlerde Avrupa'dan gelerek teslim olması beklenen PKK'lıların ülkede yarattığı gergin ortamın psikolojik anlamda bizi sürecin çok daha fazla gerisine götürme ihtimali üzerinde duracağım.
Terörün bitmediği bir ortamda iktisadi ve kültürel anlamda gelişmeler beklemenin mümkün olmadığı gibi terörün bitmesi de ancak dağdaki teröristlerin etkisiz hale getirilmesi ile mümkün olacaktır. Etkisiz hale getirmekten anlaşılan ise ya silahla mücadele ile tüm teröristlerin bitirilmesi ya da teröristlerin teslim alınması ile gerçekleşecektir. Teröristleri etkisiz hale getirmek de tek başına yeterli olmayacaktır. Dağdaki teröristlerin etkisiz hale getirilmesinden daha önemli bir meselede dağa çıkışın durdurulmasıdır. Nitekim Türkiye yıllardır birçok terörist etkisiz hale getirmesine rağmen dağa çıkışları engelleyemediği için sorun bitmek bilmemiştir. Dağa çıkışın engellenmesi bu yazının konusu ile ilgili olmadığı için sadece dağdan iniş kısmındaki metod üzerinde duracağım. Türkiye'de açılım sürecinin en çok tartışılan konularından birisi dağdaki teröristlere af meselesiydi. Geri dönüş yasasının genişletilip genişletilmeyeceği, üst düzey yöneticilerin bu af kapsamında olup olmayacağı ciddi bir tartışma konusuydu. Ancak sürecin başlangıcında ki doğru bir başlangıçtır, teslim olan ve silaha elinin değmediği söylenen PKK'lı teröristlerin teslim oluş şekilleri ciddi bir krizi beraberinde getirdi. Dağdaki teröristlerin geri dönüşünde izlenmesi en makul yol silaha eli değmemiş ve suça bulaşmamış olanlarla başlayarak üst düzey yöneticilere doğru bir çizgidir. Ancak bu çizgi daha başlarken bir doğrusallık yerine zik zak oluşturdu. Üzerlerinde kendilerin has kıyafetleri ile alkışlar ve gövde gösterileri ile DTP tarafından karşılanan teröristler ülkede geri dönüşü çok zor olan psikolojik bir travma yarattı.
Türkiye çeyrek asırdan uzun bir süredir ulaştığı terör belasına ve bu süreçte kaybettiği canlara rağmen toplumsal barışı korumak anlamında büyük bir sınavı başarıyla yürütmekteydi. Her gün gelen şehit cenazeleri ile birlikte hiçbir zaman “Kürt” kökenli vatandaşlar ile PKK karıştırılmadı ve fiili anlamda Kürt kökenli vatandaşlarımıza karşı sistematik bir halk şiddeti uygulanmaya kalkışılmadı. Israrla “Türk – Kürt kardeştir ayırım yapan kalleştir” sloganı çerçevesinde bir birleştiricilik ve Kürt kökenli vatandaşlarımız ile Kürt kimliğini korumacı bir yaklaşım sergilendi. Bu süreç içerisinde yaşanan münferit olayların ise olmaması beklenemezdi ve her zaman bu gibi durumların yanlış olduğu vurgusu yapıldı. Etnik ayrımcılığın bu topraklara hiç uğramadığı, hoşgörünün temelinin bu topraklarda filizlendiği çeşitli siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderleri tarafından defalarca dile getirildi. Psikolojik anlamda yaşanan ayrımcılığın ise son süreç ile birlikte giderileceği, yazının başında vurguladığım en büyük umuttu. Lakin gelinen süreç, bu psikolojik ayırımı daha da öteye götürecek fiili ayrım durumunun başlangıcı olma ihtimalini gösteriyor.
İnsanların sinirleri ile oynamak tehlikeli bir iştir. Neticede bir kediyi bile çok fazla kızdırıp bir köşeye sıkıştırırsanız, tırnaklarını kullanmak suretiyle üzerinizde bir iz bırakacaktır. Bugün PKK'lı teröristlerin adeta kahramanca karşılanması da sinir uçlarının zorlanması ile açıklanabilir. Unutmamak gerekir ki ateş düştüğü yeri yakmaktadır ve Türkiye'de terörün yaktığı ateş büyük bir kitleyi etkilemiş ve geri dönülmesi mümkün olmayan zararlara yol açmıştır. Böyle bir durumda kucaklaşmayı kendine düstur edinmek isteyen, ister istemez belleğine sokulan psikolojik ayrımdan kurtulmak isteyen bir toplumda, ateşin nedeni olarak gördüğü kişileri kahramanlaştırmak ardının zor alınacağı irrasyonel tepkiler doğurabilir. Bu tepkilerin de varacağı yerin toplum hafızasına vereceği hasar ve tekrardan kucaklaşmak isteğine bürünmekte yaratacağı zorluk göz ününde bulundurulmak zorundadır. Herşeyin çok güzel olacağı gibi cümleler kurarak bir açılım süreci başlatan iktidar partisi, herşeyin mevcut durumdan daha kötüye gitmesine çanak tutmamalıdır ki bu son teslim olma vakası ile birlikte daha kötüye gidiş başlatılmıştır.
Terörün bitmesi için dağdaki teröristin bir şekilde ya toplum hayatına kazandırılması ya da işlediği suçların cezasını çekmek üzere teslim alınması elbette gereklidir. Söylemeye çalıştığımız şey tüm teröristlerin öldürülmesi ve dağın tertemiz hale getirilmesi değildir. Mutlaka bir teslim olma, oldurulma süreci ile karşı karşıya olduğumuzu bir kenara koyarak bu teslim oluş sürecinin ne şekilde yönetileceğini önemsememiz gerekir. Nasıl ki Türkiye-Ermenistan maçına hassas durum söz konusu edilerek Azerbaycan bayrağı sokulmuyorsa ve devlet otoritesi bunu becerebiliyorsa, PKK'lı teröristin teslim oluş şeklinde de hassasiyetler göz önünde bulundurulmalıdır. Yeri geldiğinde taksim meydanında 1 Mayıs eylemine izin vermeyen ve bunu kolluk güçleri ile becerebilen devlet nasıl olurda PKK'lı teröristlerin kahraman misali ülkeye girişine izin verir? Bu durumda, “vatan sağolsun devlet varolsun” mantığı ile evladının acısını yüreğine taş basarak gömmeye çabalayan bir annenin hisleri hiç mi önemsenmez? Bu durumda aynı anne, ben devlet için evladımdan geçmişken devlet benim evladımın katillerini nasıl kahramanlar gibi karşılar diyerek toplumsal hafızaya bir temel taşı koyacaktır ki bu taş bizim tek ülke ve birlikte yaşamak felsefemize aynı anda bir dinamit etkisi yapacaktır.
Türkiye'de toplumun hissi tutumu -burada haklı bir hissiyattır- göz önünde bulundurulduğunda “açılım” denilen sürecin neticesinde artık kan duracak, herkes kardeşçe yaşayacak söylemleri bu son teslim olma vakası ile anlamsız kalmaktadır. Sadece anlamsız kalması belki yeniden başlanabilir diye düşünmemize bir yol açar ve çok da vahim bir durum değildir. Teslim olunma vakası bu süreci anlamsız kıldığı gibi toplumun birbirine karşı beslemekten uzak durduğu kini ve nefreti körükleyerek, yeniden başlamak umutlarını da budamaktadır. Dolayısıyla bu kontrolsüzlük, bu deli cesareti ile birlikte mevcut pozisyonumuzu korumak bir yana bir adım geriye gittiğimiz ortadadır. Öyle bir geriye gidiş ki , bir gazi diplomasını yırtıp atmakta, bir şehit anası elindeki madalyayı geri verip oğlunu devletten istemektedir. Hatalar devam ettiği sürece ve bu ülkenin bütünlüğü için herşeyini feda eden insanlar göz önünde bulundurulmadıkça adımlar gireye gidecektir. Söylemekten korktuğum şey, yarın bir gün “Türk Sorunu” ile karşı karşıya kalmaktır. Türkiye'de Kürt kökenli batandaşlara karşı yapılması muhtemel şiddet eylemleri ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın korku içinde yaşamak zorunda kalmaları bırakın süreci geriye götürmeyi, Türkiye'de kimsenin görmekten mutlu olmayacağı bir tablodur.

Sonuç olarak; açılım sürecinde gelinen son nokta büyük bir tedirginlik yaratmıştır. Türkiye'de toplumsal barışı sağlamak ve paranın bir yüzündeki bozukluğu gidermek adına atılan adımlar, toplumsal barışın köküne dinamit yerleştirmekte ve paranın diğer yüzünde de sorunlar yaratmaktadır. Kolumuzdaki yarayı sarmak isterken kangren haline getirmek ve hatta diğer kolumuza da sıçratmak, tüm bedenin eskisinden daha kötü bir hale gelmesine yol açacaktır. Dolayısıyla burada en önemli unsur kullanılan ilaçlarla birlikte bu ilaçları yönetecek olan beyindir. Ve bu beyin, her iki kolunda tüm bedene ait olduğunu ve vazgeçilmezliğini idrak ederek, doğru tedavi yöntemlerini seçebilmelidir.
Burak YALIM 24/10/09

19 Ekim 2009 Pazartesi

Türkiye'nin Geleceğine Yatırım (!) Oy Simsarlığı mı?


Türk Eğitim-Sen'in geçtiğimiz günlerde 953 üniversite öğrencisiyle gerçekleştirdiği anketin sonuçları üzerinden bazı çıkarımlar yapmakta fayda var diye düşünüyorum. Öğrencilerin sosyo-ekonomik, toplumsal, siyasal konulara dair yaklaşımlarını ortaya çıkaran anket Gazi, Marmara, Dokuz Eylül, Karadeniz Teknik, Atatürk ve Gaziantep Üniversitelerinde gerçekleştirilmiş.
Ankete göre öğrencilerin sadece %28'inin aile gelirleri 1501 liranın üzerinde. Bu yüzdeliğin dışında kalan öğrencilerin ailelerinin kazanç rakamları ile ilgili bir veri olmamasına rağmen anlaşılan o ki Türkiye'de öğrencilerin %72'lik kısmı ailelerinden çok büyük ekonomik destek alamamakta. Ankette yer alan diğer rakam ise bu gerçeği net bir şekilde gösteriyor. Öğrencilerin %63,5 gibi bir orana takabül eden kısmı yükseköğrenim hayatları süresince herhangi bir kurumdan burs veya kredi almakta. Okurken çalışan öğrenci oranı ise %10. Veriler üzerinden hareket edersek eğer durum pek iç açıcı değil. Yükseköğretim dediğimiz şeyin süreklilik ve yoğun mesai istediğini düşünürsek eğer, ekonomik anlamda yeterliliğe sahip olmayan öğrencilerin bu yoğun mesaiye kendilerini ne kadar verebilecekleri ve öğrenim süresince gerekli olan metaryalleri ne şekilde temin edecekleri gibi sorulara olumlu yanıt vermek pek mümkün görünmüyor.
Yapılan araştırmanın siyasal konulara ilişkin kısmında ise Türkiye'nin geleceği olarak addedilen öğrencilerin yine geleceğe dair umutlarının ne kadar az olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Öğrencilerin %84'ü Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumdan memnun değil. Yüzde 87'lik bir kısım ise Türkiye'nin bağımsız hareket edemediğine inanıyor. IMF ve Dünya Bankasının Türkiye'yi yoksullaştırdığına olan inanç neredeyse öğrencilerin yarısında hakim. Peki bu olumsuz tablonun düzelmesi adına ileride siyaset yapmak isteyen genç var mı? Türkiye'de gençlerin büyük bir kısmı, %56'lık bir oran, politika yapmamaktan yana. Çünkü Türkiye'de öğrencilerin %28'i politikacıları dürüst bulmazken, %21'i siyaset kurumunun belli kişilerin tekelinde olduğunu düşünüyor ve %14 kadarı da gençlerin politikaya atılmasının çok zor olduğuna inanıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan tabloda Türkiye'de gençlerin siyasetle çok da ilgili olmadığını, ilgili olanların ise belli nedenlerle bu duruma olumsuz baktığını görüyoruz.
Türk Eğitim-Sen'in araştırması, Türkiye'de gençlerin ekonomik anlamda yetersizliklerle mücadele etmesinden tutunda, siyaset kurumuna, siyasetçilere ve genç olarak siyaset yapmaya karşı çok da olumlu bir bakışa sahip olunmadığını gözler önüne seriyor. Araştırmanın verilerini bir kenara koyalım ve başka ihtimaller üzerinde duralım. Türkiye'de üniversite gençliği acaba mevcut iktidar partisine ne kadar güveniyor? Eğer gençler mevcut iktidar partisine ve icraatlarına güveniyor olsalar, sanıyorum anket çalışmasında %84'lük bir oranla Türkiye'nin içinde bulunduğu durumdan rahatsızlık duymazlardı. O halde şunu söyleyebilir miyiz? Akademik yıl başlamadan önce II. Öğretim öğrencilerinin harçlarına yapılacak olan zam meselesi, AKP'nin en zayıf halka olduğunu düşündüğü üniversitelerde bir sempati yaratmak senaryosu muydu? Önce harçların çok büyük oranda yükseleceği medyaya duyuruldu, öğrencilerin tepkilerinin büyüklüğü görüldü ve daha sonra Başbakan Erdoğan adeta kahramanca, bu harçlara zam meselesinin olmayacağını ilan etti. Bilmiyorum, çok mu art niyetliyim ama toplumların ekonomik veriler ve kaygılar üzerinden yönetildiği, reflekslerinin bu verilerle belirlendiğine olan inancım sanki bu senaryoyu doğruluyor gibi... Önce yüksek zam oranı ile ürküt ve bunu üniversite yönetimlerinin belirlediği rakamlar olarak ortaya koy, sonra Bakanlar Kurulu ve Başbakan kararı ile bu fiyatların geri çekildiğini ilan et. Evet, senaryo çok da zorlama değil. Özellikle üniversitelerde çok da güçlenemeyen bir siyasi hareket için gayet de makul bir yol.

Zayıf toplumlar için güçlü liderler gereklidir ve Başbakan Erdoğan gayet güçlü bir liderdir; fakat toplumun en güçlü halkası olmaya aday üniversite öğrencileri için ise güçlü liderden başka rasyonellik de gereklidir. Dolayısıyla ucuz politikalar üniversite gençliği için çok da makul bir seçenek değildir. Kadroları tam olmayan, ekipmanı yeterli olmayan birçok üniversite varken, her şehre bir üniversite açmak ve sonra o üniversitelerdeki gençlerin desteğine talip olmak... Evet, yurdumun her yanında üniversite olsun, üniversite demek “kültür zenginliği” demektir; fakat içi boş bir üniversite sadece açıldığı şehrin ekonomisini canlandırmak işlevini görür ve ayrıca üniversite mezunu işsizler oranına da artı değer katacaktır!

Burak YALIM 19/10/09

12 Ekim 2009 Pazartesi

AÇILIM “HESABI”

Kürt açılımı, demokratik açılım, ıvır açılım, zıvır açılım... Herkes bir isim tutmuş açılıyor. Açabildiğiniz kadar açın diyorum. Ben de bir dost ile sohbet açılımı yapıyorum. Fena haller var bizim açılımda.

Yıl 1992 ve Doğan 6 yaşında Muş Malazgirt'ten batıya açılım ile başlayan hikayesini yavaş yavaş anlatıyor. Çok fazla detaya gerek yok. İlkokula 11 yaşında başlıyoruz. Tahayyül edebiliyorsunuz umarım. 11 yaşında biri ve 7 yaşında 29 kişi. 29 kişinin üzerinde mavi önlükler ama Doğan takım elbise ile çünkü üzerine önlük bulamıyorlar. 3. sınıfa geçtiğimizde Doğan boy ve fizik avantajı ile elinde bir cetvel sınıfa terör estiriyor. Yeni gelen ders öğretmeni kapıyı açtığında içeride tık yok ve öğretmen Doğan'a “pardon hocam dersi benim sanmıştım” diyor. Doğan gayet kendinde bir öğrenci olarak “hayır öğretmenim ben sizin öğrencinizim, derse gelmenizi bekliyorduk” diyor. Detaya gerek yok demiştik. Doğan kısa yoldan bugünkü 6.sınıf o zamanın ortabir öğrencisi olarak yaş haddinden tasdikname ile okuldan ayrılıyor. Açıkçası kendisi de çok meraklı değil okumaya çünkü okumak için geç bırakılmış. Doğan kendi halinde yaşamaya devam ederken bir gün bir toplantııda buluyor kendini. Etrafı yıllar önce birlikte memleketini terkettiği akrabaları ve bir takım üniversite öğrencisi ile dolu. Toplantı Kürt meclisi halinde Kürt kimliği üzerine doğaçlamalar ile devam etmekte. Doğan'ın kafası bir noktada bunalıyor. Doğan kendi gibi davranarak hiç çekinmeden araya girip “siz bir saattir ne anlatıyorsunuz, benim kafam hiçbirşey almıyor” diyor. Üniversite öğrencilerinden biri Doğan'a cevaben, “Senin kafan mı güzel hiçbirşey almıyor ve sen kürt değil misin” şeklinde bir soru yöneltiyor. Doğan ise herzaman ki hazırcevap hali ile “benim kafam 24 saat güzel, ben doğma büyüme kürdüm, anam da, babam da, dedem de ve onun dedesi de kürt” diye yapıştırıyor cevabı. Tartışma uzuyor ve son nokta yine Doğan tarafından “Siz toplantınıza devam edin, ben sadece kürtlerin olmadığı, Türkün, Çerkezin, Pomağın, Lazın vs. olduğu ortamlara gidiyorum” şeklinde konuluyor.

Doğan'ın anlatacakları bu kadar değil. Elbette sohbet çeşitli betimlemeler ile devam ediyor. Benim anladığım, kendisini uzun zamandır olmasada yakınen tanıdığımı düşündüğüm Doğan açılıma güzel bir nokta koyuyor. Biz diyor, yıllar önce buraya geldik, 20 senedir düzenimizi kurduk ve artık kim bizi buradan neden söküp atmak istesin? Benim kiminle nerede ne zaman ne şekilde ilişki kuracağıma benden habersiz kim nasıl karar verebilir? Ben yeri geldi Türk kızı ile de kürt kızı ile de birlikte oldum. Yeri geldi hiçbir Kürdün olmadığı ortamlarda çok da mutlu oldum. O halde uzun zamandır siyasilerin diline dolanan “açılım 'hesabı'” acaba neyin hesabı? Zaten seneler önce köyümüz yakılıp yıkılarak buralara adeta sürgün edildik. Bugün yeniden başka bir karmaşaya başka bir acıya ve yıkıma ne gerek var?

Doğan'ın soruları çok büyük manalar taşıyor. Doğan hiçbir zaman bu kadar gerilmeyen toplumun bugün neden gerildiğini merak ediyor ve bu gerginlikten büyük rahatsızlık duyuyor. Doğan Türkçe konuşmaktan gayet memnun, tıpkı anadili olan Kürtçeyi çok sevdiği ve konuştuğu gibi... Şimdi biz şunu soruyoruz, sorun nerede? Birilerinin açılım hesabına biz de kardeşlik ve dostluk hesabı kuruyoruz ve her yeni günde bu hesabımızı büyütüyoruz.
11/10/09

6 Ekim 2009 Salı

Ben Hiçbir Şey Söylemedim

Başbakan Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin son olağan kongresinde oyların tamamını alarak yeniden genel başkanlığa seçildiği kongrede yaptığı konuşma büyük yankı uyandırdı. Ahmet Kaya'dan tutunda Said Nursi'ye kadar birçok açılımın(!) serpiştirildiği konuşma, bu ülkede daha önce eşi benzeri herhangi bir siyasetçi tarafından dile getirilememiş olması ve büyük bir cesaret örneği sergilemesi açısından büyük önem taşımaktadır. Başbakan Erdoğan büyük konuşmasında: “Biz, bu ülkenin tüm renkleriyle, bütün çiçekleriyle, bütün kokularıyla, dağları, taşları, ırmaklarıyla Türkiye'yiz...” diyordu. Açıkçası bu söylem ayakta alkışlanması gereken bir yaklaşım. Fakat ne kadar gerçekçi?

22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonuçlanmasının akabinde %47 oy alan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Genel
Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın; “biz yüzde birlik kesimin oyunun da koruyucusu olacağız” yaklaşımnı da ayakta alkışlamamışmıydık? Maalesef alkışladığımız sözün akabinde Türkiye'de yaşanan olaylar söylem ile eylemin ne kadar farklılaştığını açıkça gösteriyordu. Tahammülsüzlüğün daniskasının yaşandığı, bilim insanı Prof. Dr. Türkan Saylan'ın cenazesine itibar gösterilmediği günler, bu ayakta alkışladığımız sözlerin üzerinden çok zaman geçmeden yaşandı. Dolyısıyla şair Ahmet Telli'nin “Söz ve eylem diyalektiğinin öznesinin yüzleşeceği olgu, etik'tir” sözlerinin ne kadar gerçek olduğunu yaşamıştık. Başbakan maalesef etik davranamamıştı. Peki ne diyordu Ahmet Telli sözlerinin devamında, “Sözün sahiciliği azalmayı, eylemin sahiciliği ise, azalarak çoğalmayı göze alıştır ki, etik burada bu sahicilik ile hayat buluyor.” İşte Türkiye Siyaseti'nin açmazlarından biri daha karşımıza burada çıkmaktaydı. Başbakan Erdoğan sahici söz ederek tabanında oluşacak rahatsızlığı göze alabiliyor, ancak sahici eylemler ile azalarak çoğalmayı beceremiyordu. Çünkü siyaset denilen kurum ezelden ebede popülizm ile hayat bulmuştu. Doğruyu herkes biliyor söylüyor ama birr türlü gerçekleştiremiyordu. Yine bu noktada Ahmet Telli'ye başvuralım ve dinleyelim, “Meşruiyet kazanma yerine eleştirelliği, egemen olma yerine eşitlikçi duruşu yeğlemek, belli ki sistemle aramıza koyacağımız mesafe ile mümkün olacaktı.” İçinde bulunduğumuz durumu meşru kılmak için siyasetçiler eleştirellikten ve eleştiriden her zaman uzak kalmayı yeğlediler. Sanırım son dönemde Türkiye'de medya üzerindeki baskınında altında yatan nedene burada vurgu yapmış oluyoruz. Oysa yeğlenmesi gereken “milli irade” kelimesinin ardına saklanmak değil, işte en başta Başbakan'ın kendi ağzından kaleme aldığımız “Herşeyiyle birlikte Türkiye” olabilmekti. Ama hepimiz şahit olduk “milli irade” beyanlarına ve %47'nin desteğini almış bir partinin herşeyi yapabilir hissetme lüksüne. Maalesef yeri geldiğinde sistemle arasına mesafe koyamayan Başbakan Erdoğan da, tıpkı kendisinden öncekiler gibi sistemin adamı oluvermişti. Oysa ne diyordu parti kongresinde Başbakan, “780 bin kilometrekarenin tamamı bizim için aynı statüdedir.” Peki ya Arınç'ın oğlunun daha üniversiteden çıktığı gibi TOBB'da işe başlaması karşısında birçok üniversite mezunu gencin işsizlik içinde sürünmesini nasıl açıklayacaktı? Muhakkak meşruiyet alanı yaratılacaktır ve sözün sahiciliği ile eylemin yalancılığı karşımıza çıkacaktır.Ve Ahmet Telli sözlerini takiben şöyle diyordu: “Söz ile eylemin sorgusunu bir VİCDAN olarak hissetmek ve hatta hayatımıza çağırmakla sürüp giden bir süreç...” Maalesef bu süreç çokça VİCDAN sahibi Başbakan Erdoğan ile ters yönde ilerliyordu. Çünkü bu süreç Ahmet Telli'nin deyimiyle “hayatı devrimcileştirmenin pratikleri” olarak yansırken, Sayın Erdoğan Karşı-Devrim ile isimlendiriliyordu. Oysa neresinden tutarsanız tutun “devrim” ruhuna bürünmenin getireceği çok büyük güzellikler olamazdı. Nitekim hem devrim hem de karşı-devrim “devrim” olmaları itibariyle bir yıkım sanatının tezahürü olacaktı.

Ve bitirirken Ahmet Telli'nin önsözünde geçen pasaj aklıma takılıverdi. Özetle, yolculuğa çıkmak üzere hazırlanırken bir annenin hayır diyememesi ve bir cümlenin ardına gizlediği anlamlar... İşte kitaba adını veren o tek cümle: “Ben Hiçbir Şey Söylemedim.”

Burak YALIM 06/10/09