19 Ocak 2014 Pazar

Yazmayacaktım ama Yazmadan Edemedim

The Cemaat ile iktidar arasında olduğunu artık sokaktaki çocuğun bile telaffuz edebildiği ve maalesef belden aşağı hale gelen kavga devam ediyor. Belki de sokaktaki çocuğun bile demesini özellikle istedikleri şey "İslamcılar, İslamcılarla" kavga ediyor. Ses kayıtları, kayıtların sızdırılması ile hedeflenenler; düne kadar kol kola yürüyen, birbirinin içine girmiş iki ayrı kitlenin ve kardeşlik hukuku oluşturmuş bireylerin bir daha asla barışamayacağı ve yüz yüze bakamayacağı bir ruh haline gelmesine zemin hazırlıyor. Sedat Laçiner hocanın "Büyük Tuzak" başlıklı yazısında da belirttiği haliyle; herhalde Türkiye'nin başına gelebilecek veya açılabilecek en büyük belalardan biri bu olsa gerek. Düşmanların bugünlerde zil takıp oynamasını anormal karşılamamak lazım. Kim bu düşmanlar diye soracak olursanız; uluslararası ilişkilerin, dünya politikasının bir devletler ligi şeklinde kurgulandığını, her birinin de rekabet içinde olduğunu unutmayın derim.

Kavga derinleşir ve büyürken "anladığım kadarıyla AK Parti'nin ve Cemaat'in içerisinde ayrı ayrı paralel yapılar var" diye bir yorum tweetlemiştim. En çok korktuğum da başından beri buydu. Devamında da "eğer Cemaat CHP'ye, AK Parti de Ergenekon'a yakınlaşıyorsa, daha kötüsü olamaz" mealinde bir yorum yapmıştım. Kavga devam ettikçe, bel altı vuruşlar çoğaldıkça bu endişelerimin hakikate ışık tuttuğuna inancım arttı. Ses kayıtlarında Koç, Sabancı gibi grupların Cemaat ile iş tuttuğunu görünce içimden "vay beyaz Türklerin haline" demiştim. Tabi bu ses kayıtlarının hukuk içerisinde olduğunu, herhangi bir suç unsuru teşkil etmediğini defalarca vurgulayanları da gördükçe; "vay hizmet için, Allah rızası için üç kuruşa mesafeler aşan, zorluklara katlanan abiler" diye iç geçirdim. Fethullah Gülen'in Koç ve Sabancı grupları ile iş tutuyor olması hukuk dahilinde olabilir ancak bir "hizmet" bir "inanç-din" davası güdenler açısından çok da normal karşılanacak değildir diye düşünüyorum. Ya Cemaat ile işbirliğine giden Koç ve Sabancı'ya ne demeli? Haşa kimsenin kimlerle iş yapacağına karışacak değilim. Elbette herkes hukuk çerçevesinde dilediği kimseler ile işbirliği yapabilir fakat size de Koç ile Cemaat'in birlikte anılması tuhaf gelmiyor mu?

Yukarılarda böyle paslaşmalar olurken tabanında bir şekilde yakınlaştığını görmüyor değilim. Daha düne kadar Ergenekon diye bir şey yok, bunların hepsi cemaatin oyunu diye bağıranlar, bugün "yolsuzluk da yolsuzluk" demeye, cemaatin hükümete karşı izlediği politikayı sahiplenmeye başladılar. Yolsuzluk demesinler, hükümete yüklenmesinler demiyorum ama cemaatin oluşturduğu hashtag'ler ve söylemler üzerinden politika yapmaları sizce de manidar değil mi? Yolsuzluk meselesini örtmek isteyen de buna destek veren de yanlış yapar ama yolsuzluk derken rakamları çarpıtmak, işi kara propagandaya çevirmek neyin nesi? Başbakan Erdoğan'a ve partisine kronik nefret besleyenler olduğunu biliyoruz ama bu kronik nefretçilerin Kemalist çizgiden Gülenist çizgiye kaydığını görmek trajikomik oluyor. İddialara göre 247 milyon $ yolsuzluk Kemalist-Gülenistlere göre 247 milyar $ oluveriyor. Yahu kardeşim memleketin milli geliri 800 milyar dolar civarında, atıyorsanız ufak atın dediğimiz zaman ise 1$'da 1000$'da aynıdır diyorlar. Elbette hırsızlığın biri de bini de aynıdır ama hırsızlık her zaman hırsızlıktır. Nurettin Sözen'ler, Bedrettin Dalan'lar, SGK'da yaşananlar, bugün aday olarak gösterilen Sarıgül'ün CHP'den neden atıldığı ortadayken birilerinin "hırsız var" diye etrafı inletmesi de bir hayli komik ve samimiyetsiz oluyor. Sakın ha başkasının yanlışı ile bugün iddia edilen yolsuzluk meselesini akladığım düşünülmesin, daha önce de yazdığım gibi yol'dan çıkanlar kim ise en ağır şekilde cezaları da kesilsin.

Peki yazmayacaktım ama yazmadan edemedim dediğim şey nedir? Yazının başında değindiğim büyük korkudan bahsediyorum. Kavga edenlerin "İslami" hassasiyetlerle anılıyor olması, haliyle İslami hassasiyetleri olanların birbiriyle dövüşmesi. "Paralel Yapı" dediğimiz şeyin sadece cemaat içerisinde değil, AK Parti'de de var olması ihtimali gerçekten ürkütücü. Çünkü eğer böyleyse cemaatin daha öncede zikrettiğim tüm güzel hizmetleri ve AK Parti'nin Türkiye'yi dönüştüren, geliştiren başarısı birlikte hedef alınıyor demektir. Bu durumda da kavganın kazananı kim olursa olsun kaybedeni Türkiye olacaktır. Cemaatin küresel bir yapı olması hasebiyle sızmalara daha açık olması mümkündür. Peki ya cemaat üzerinden AK Parti'ye sızmalar olmuşsa ve bunlar zaten cemaate de sızmış olan 3. taraflar ise? Komplo teorilerinden hiç hazzetmem ama hali hazırda istihbaratlar savaşına şahit olduğumuzu da bilmeliyiz. Bugün cemaat çevreleri daha küresel, demokrat, liberal bir söyleme, hükümet çevresi ise daha milli, otoriter ve devletçi bir söyleme sahip. İlkesel olarak birincisi daha sempatik görünebilir ama Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'in çok güzel bir sözü var; Tek başına ilkeler yeterli değildir. İkinci belirleyici parametre insandır. Hristiyani ilkeler adına pek yüce işler yapılmıştır ama işkence kazıkları da yakılmıştır. Mesele, ilkeleri uygulayan insanlara bağlıdır. İkiyüzlüleri bir kenara bırakalım." (Özgürlüğe Kaçışım - 1583)

16 Ocak 2014 Perşembe

Cemaat Çocuklarımızı Yönetiyor

Haftalık yayınlanan DANİ dergisinin Bosna Hersek Federasyonu Kültür ve Spor Bakanı Salmir Kaplan'la gerçekleştirdiği röportaj. 
Röportajın giriş kısmında Gülen Cemaatinin tarihi arka planı ile ilgili kısa bilgiler veren Salmir Kaplan, cemaatin hiçbir zaman milliyetçi ve İslamcı partileri desteklemediğini, daha çok merkez sağ partilerle işbirliği içerisine girdiğini Adnan Menderes ve Turgut Özal’a destek verilmesi örnekleriyle anlatıyor. Kaplan’ın cemaatin merhum Necmettin Erbakan’a karşı gerçekleştirilen 28 Şubat post-modern darbesine destek verdiğini iddia ettiğini de ayrıca belirtmek gerekiyor. Salmir Kaplan röportajın devamında Gülen Cemaati ile ilgili kendi deneyimini ve Türkiye’de yaşanan son gelişmelerde cemaatin rolü hakkındaki düşüncelerini bizlerle paylaşıyor.  Son kısımda ise Bakan Kaplan’ın Bosna’daki siyasetçilere ve halka uyarıları yer alıyor. Gülen Cemaatinin Bosna’da bazı siyasetçilerle ittifak halinde olmaya çalıştığını ama bunun Bosna’nın geleceği için ifade ettiği tehlikeyi “Cemaat çocuklarımızı alıp götürüyor” gibi çarpıcı bir cümleyle anlatıyor. 
DANİ: Nur Cemaati'nin, Türkiye’deki en son olaylarla alakası var mı?

Salmir Kaplan: Türkiye’deki hükümete karşı düzenlenen olaylar Nur Cemaati’nin,  AK parti’nin yapacağı anayasa değişiklikleri öncesi düzenlediği bir çeşit darbe girişimidir. Daha önce söylemiş olduğum gibi, 2002. yılından sonra cemaat AK partiye çok yaklaşmıştı ama aynı zamanda güce açlıkları da artmış olduğu için anayasa değişikliklerinden önce hızlı bir şekilde hareket etmeye karar verdiler. Başbakan Erdoğan son zamanda Cemaat’ten gelebilecek tehlike olduğunu anladı ve bu nedenle anayasal değişiklikler yapmaya karar verdi. Bunu fark eden Cemaat, iktidarı ele geçirmek için bu fırsatı hem mükemmel hem de belki son fırsat olarak değerlendirmiştir.

17 Aralık 2013 tarihinde Fethullah Gülen’in planının uygulanmasını ve hükümet ile ilgili tüm operasyonları başlatan savcı, 2008 yılında benim arkadaşlarıma cep telefonundan Bosna’ya ziyaretinin resimlerini gösteriyordu. Bu resimlerde Cemaatin turizm acentesi olan Fidan’ın, Türkiye’de cemaat mensubu olan ve olmasını istedikleri kişileri getirdiği özel yerler bulunuyordu. Bu örnek Cemaatin uzun dönemli stratejisini en iyi şekilde anlatıyor. Onlar,  2008 yılında hatta daha önce söz konusu savcıyı hazırlamaya başlamışlardı ve bu çalışmaların sonucu olarak aynı savcıyı 2013 yılı sonlarında cemaat menfaatine hareket eden, Türk milletinin özgür demokratik iradesine “ateş etmeye” hazır olan bir haşhaşi/kiralık katil haline getirdiler.

DANİ: Bosna Hersek’te bu organizasyon nasıl faaliyet gösteriyor?

Salmir Kaplan: Gülen Cemaatinin Bosna Hersek’te üzerinden faaliyet gösterdiği tüzel kişilikler; Türk kolejleri, Burç üniversitesi, Fidan Turizm Acentesi, Novo Vrijeme haftalık gazetesi (Türkiyede’ki Zaman gazetesinin Bosna Hersek uzantısı, İngilizce versiyonu ise Today’s Zaman), çok önemli bazı Bosna’lı ve Türk işadamlarının şirketleri ki bunlar tamamen Cemaatin misyonuna uygun hareket ediyorlar. Söz konusu tüzel kişiliklerle hiç bir zaman karıştırılmaması gereken kurumlar ise devletin bir kurumu olan Yunus Emre Kültür Merkezi (Almanya’nın Goethe, İspanyanın Servantes enstitülerin mukabili).  Devletin işbirliği ve kalkınma ajansı olan TİKA, özel bir eğitim kurumu olan ve ideolojik arka planı olmayan Uluslararası Saraybosna Üniversitesi ve Bosna ile İlişkileri Geliştirme Merkezi Vakfı’dır. – BİGMEV.

Gülen Cemaati’nin en çok önem verdiği alan eğitimdir. Çünkü farklı ülkelerdeki büyümelerini en kolay eğitim yoluyla gerçekleştireceklerine ve de toplumun tüm kesimleriyle bu şekilde temas kuracaklarına ve aynı zamanda gizli siyasi amaçlarına ulaşacaklarına inanmaktadırlar. Gülen Cemaati bu doğrultuda önce Türkiye’de sonra tüm dünyada eğitim kurumlarını oluşturmuştur. Böylece Bosna Hersek’e de savaştan hemen sonra, önce Saraybosna ve Bihaç’ta sonra da diğer şehirlerde Bosna halkında Türk kolejleri olarak bilinen okulları açarak geldiler.


DANİ: Siz ne zaman ilk kez bu organizasyon mensuplarıyla karşılaştınız?

Salmir Kaplan: 2000 yılında Felsefe fakültesine başladığımda birkaç Türk arkadaşla tanıştım, onlar da Felsefe fakültesinde okuyorlardı ve aynı zamanda Türk kolejlerinde belletmen olarak görev alıyorlardı. Tanıştıktan sonra kolejlere – ki orada futbol oynardık – ve evlerine ziyarete gitmemiz konusunda ısrar ediyorlardı. Gülen cemaatinin örgütlenme yapısı piramit şeklinde olmasının yanı sıra, en küçük hücreyi maddi imkanları zayıf olan öğrencilerin kaldığı evler oluşturuyor. Bu şekilde kendilerine sadık olan çok sayıda bireyi organizasyona kazandırıyorlar. Gittiğim cemaat evi, Saraybosna’daki Grbavica semtindeydi ve kiralıktı. Evde beşi Türk ve biri Boşnak olan altı öğrenci kalıyordu. Oradaki Saraybosna’lı Boşnak öğrenciye aynı şehirde olmasına rağmen neden ailesinin yanında kalmadığını sorduğumda bana anlamadığım tuhaf bir cevap vermişti. O zaman normal bir öğrenci evinde normal olmayan bir düzen ve disiplin olduğunu fark etmiştim. Özellikle dikkatimi çeken ve ilk kez karşılaşmış olduğum şey, herkesin Fethullah Gülen ve Said Nursi’nin kitaplarını okuduğu belirli bir okuma vaktinin olması ve yemek esnasında masaları kaldırıp, yere gazete sererek yerde yemek yenmesiydi. Ben ve arkadaşlarım bu ritüellere çok şaşırmıştık. Eve yaptığımız bu ziyaretler iki üç sene kadar devam etti ve bize bu süreçte hiç bir zaman kimse bir yapıdan, organizasyondan veya cemaatten bahsetmedi. Fakültede arkadaşlarım olan belletmenlerin diğer ülkelere “atanması” ile (Afganistan, Sırbistan) benim onlarla olan ilişkim bitti.  

DANİ: Bir ara Türkiye’de eğitim gördünüz, o esnada onlarla karşılaştınız mı?

Salmir Kaplan: Türkiye’ye 13 Eylül 2005 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti bursiyeri olarak lisansüstü eğitim için  Bosna’dan 12 öğrencilik bir grupla beraber gittim. İstanbul havaalanına indiğimizde bizi bir beyefendi karşıladı ve İzmir’e gideceğimiz otobüs saati gelene kadar bir derneğin ofisinde dinlenmeye davet etti. Kendisine Türkiye devleti veya büyükelçiliğimiz adına mı bizi karşılamaya geldi diye sorunca, anlamsız bir cevap vermişti. Öğrencilerden bazıları kendisini tanıyordu ve samimi bir şekilde selamlaştıktan sonra bize bu beyefendinin onların Saraybosna’daki kolejde öğretmenleri olduğunu söylediler. Bu beyefendi bizim İzmir otobüs biletlerimizi satın aldı ve karşılığını kabul etmek istemedi. Bir sonraki gün sabah saatlerinde İzmir’e vardık. Otobüs durağında bizi birkaç genç Bosna’lı karşıladı ve evlerine davet etmenin yanı sıra TÖMER’e kayıt işlemlerimizde ve ev bulma konusunda yardım önerisinde bulundular.

Erkek ve kadınları farklı evlere ayırdılar. Eve vardığımızda kahvaltı yapmamızı önerdiler biz de kabul ettik. Masaları çıkarıp yere gazete sermeye başlayınca, bu bana Saraybosna’daki Türk öğrencilerin yaptığı ritüelleri hatırlattı. Yere oturunca yanımda 5 adet Zaman gazetesi gördüm. Baktım ve her bir nüshanın 14.9.2005. tarihli olduğunu fark ettim. Neden 5 adet aynı gazeteden satın aldıklarını sorduğumda bana bu bir talimattır, amacı da gazetenin Türkiye’de mümkün olduğu kadar fazla satılmasıdır dediler.  O zaman bunların daha önce duymuş olduğum ve kim olduklarını bilmediğim Cemaat olduklarını anladım. Hemen sordum: Siz Nurcu musunuz? Şaşırarak bana baktılar ve bu konuda rahatsız olup olmadığımı sordular?  Olmadığımı söyledim. Ancak, o evde yedi gün kaldıktan sonra, misafirperverlikleri için teşekkür edip devlet yurduna geçtim. Ocak 2006’da İzmir’den Bosna’ya kış tatilinde giderken İstanbul’da oturan ve beni ilk sefer Grbavica’daki eve götüren arkadaşım Murat’a uğradım. Kendisine neden bana Cemaatten hiç bahsetmedin diye sorduğumda şöyle bir cevap verdi: “Sence, ben neden sen ve Admir’le vakit geçiriyordum, öylesine mi seninle Stolac’a, Admir’le Brçko’ya ve Niyaz’la Cazin’e gidiyordum sandın? Benim görevim sizi cemaate kazandırmaktı.” Bu cevaptan sonra ben şoka uğradım ve bir daha onunla görüşmedim.


DANİ: Kaldığınız evde neler yapılıyordu?

Salmir Kaplan: O günlerde Avrupa Basketbol Şampiyonası oynanıyordu ve Türkiye maçı vardı, izlemek istedim. TV açalım önerime karşılık olarak abi (ev yetkilisi, aynı zamanda Bosna’lı öğrenci) bunu net bir şekilde reddetti, televizyon izlemek gençleri bozar dedi ve bunun yerine kitap okumamız gerektiğini söyledi. Tabi ki Said Nursi ve Fethullah Gülen kitapları. Dışarı çıkmak istediğimde saat 22’den önce geri gelmek zorunda olduğum konusunda uyarıldım. Ben ayrıldığımda Bosna’lı beş öğrenci evde kalmaya devam etti. Ayrılırken benden küçük olan Bosna’lı öğrencilere, herhangi bir konuda baskı görürlerse ya da bazı fikirler aşılanmaya – ki öyle olacağını hissetmiştim – çalışılırsa evdekilere güvenmemeleri gerektiğini söyledim.  Bir süre sonra aynı gruptan bir arkadaşımız şunu anlattı bir önceki akşam sohbete bir kaç abi katılmıştı ve bir öğrencinin hikayesini anlatıyorlardı. Hikaye şu; öğrencilerden biri “Hizmete” katıldı ve o kendisini hizmetin çalışmalarına o kadar adadı ki tamamen üniversitesini ihmal etti. Bir kaç sene azimli hizmet ettikten sonra başka üniversiteye kayıt olmak amacıyla devam ettiği üniversiteden evraklarını almaya gittiğinde çok şaşırdı çünkü evrakları yerine eğitimini tamamlamamasına rağmen diplomasını verdiler. Bu hikayeyi anlatan beyin yıkayıcı abilerin amacı, “hizmete kendini verirsen Allah sana herşey verir” düşüncesini diğer öğrencilere empoze etmekti.

DANİ: Tek amaçları genç insanlar ve fakir öğrencileri mi harekete kazandırmak?

Salmir Kaplan: Dediğim gibi, öğrenciler arasından “askerlerini” topluyorlar. Güçlü organizasyon, inanılmaz seviyede iç disipline sahip oldukları için, her zaman ilgilendikleri bireye yardımcı olabilecek haldeler. Özellikle 2002 yılında ve AK Partinin hükümete gelmesi ile daha da güçlendiler. İşadamlarına işler, müşteriler ve milyonlarla ifade edilen mensupları arasında yapılacak reklam; devlet kademelerinde bulunan memurlara terfi, siyasetçilere ise yine milyonlarla ifade edilen üyelerinin oylarını vaat ediyorlar. İşadamları, öğrenci evlerini finanse etmek, organizasyonda yer alan diğer işadamı üyelerine destek ve siyasetçilere yardım ile yükümlüdürler. Herkesin, Cemaat üyesi olan işadamlarının ürünlerini satın alması teşvik ediliyor. Daha doğrusu, cemaate maddi anlamda destek olan işadamları söz konusudur. Bu kendi içerisinde mükemmel ve tarihe baktığımız zaman her geçen gün büyüyen bir sistemdir.

DANİ: Başarılı işadamlarını ve yetkilileri nasıl kendilerine dahil ediyorlar?

Salmir Kaplan: Size yetkililer veya önemli insanlar hakkında birkaç örnek vereyim. Bosna’da da kullandıkları ve en sevdikleri yöntem; siyasetçi, hakim, savcı, işadamı yada üst düzey diyanet memuruna ailesi ile beraber Türkiye’ye bedava gezi - tatil teklif etmektir.  Uçak bileti, lüks otellerde konaklama (oteller organizasyon mensuplarına aittir) lüks restoranlarda yemekler, genel siyasi sohbetler, Fethullah Gülen’in adını insanlara dolaylı olarak benimsetme teşebbüsleri ikna etme metotlardan bazılarıdır. Kazanmak istedikleri önemli pozisyonlardaki insanlar Cemaatin her hangi bir temasını ve özellikle gezi tekliflerini kabul ettikten sonra Cemaat bu şahsı benimsiyor ve çevrelerinde kendilerinden olarak tanıtıyor. Hâlbuki zavallı adamcağız arka planda neler olduğunun farkında bile değil.

DANİ: Ve insanları bu kadar kolay kazanıyorlar mı?

Salmir Kaplan: Cemaat hiç bir zaman acele etmez. Her zaman, uzun dönemli kurgu yaparlar.   Bir kaç sene sonra birini kazanırlarsa bunu başarı olarak görürler. İlgilendikleri kişiye finansal anlamda yardım etmekten çekinmezler. Örnek olarak, bazı akademisyenlere kitap çevirileri için elli ve yüz bin mark (Bosna parası, 25 ve 50 bin Avro) vermekten kaçınmıyorlar, bazılarının ise aile mensuplarına iş buluyorlar. Şunu vurgulamakta fayda var; “Allahın dinini ve sözünü yaymanın Cemaatin ana misyonu olduğunu söylüyorlar ancak Cemaatin açık ve net amaçları maddi kazanç sağlamak için toplumun tüm kesimlerinde etkili olmak ve zamanı gelince iktidarı ele geçirmek.”

Son yıllarda ve son günlerde Türkiye’ye davetlere icabet eden yetkililerimiz, çok ciddi bir maceranın başında olduklarının farkında değiller.  Belki de, daha önce bahsettiğimiz savcının başına gelenler yani 2008 yılında Bosna Hersek ziyareti esnasında ya da daha önce içine girdiği maceranın bir benzerinin kendilerini beklediğini bilmiyorlar. Macera şu – malum savcının bugün Türkiye’ye yaptığını, beş, on veya daha fazla sene sonra Bosna Hersek’in devlet kademelerine “ateş ederek” yapanlar kendileri olacak. Bütün bunları da Gülen Cemaati ve lider Fethullah Gülen adına yapacaklar.
Şunu vurgulamak zorundayım, Bosna Hersek’teki cemaat üyeleri yasa dışı hareket etmiyorlar, çünkü etseler onları ilgili kurumlara ihbar ederdim ve bu anlattığım konuyu böylece herkes öğrenirdi. Ancak, onlar “ser ver sır verme” mantığıyla hareket ettikleri için ve ben kendi tecrübem ile ve Türkiye’de kalan yakın çevremden bu sırı öğrenmiş olduğum için, Bosna Hersek’in bir devlet yetkilisi olarak bunu toplumumuza anlatmakla kendimi yükümlü ve sorumlu hissettim. Özellikle, Bosna’lı işadamları ve önemli bireylerle bir araya gelip cemaate bağlı siyasi parti kurmak istediklerini ve sonra bundan vazgeçtiklerini, şimdi ise yeni kurulmuş olan ve önümüzdeki seçimlerde iyi sonuç alacağı beklenen siyasi parti ile gayri resmi ittifaklar kurduklarını öğrenince bu gereği duydum. Anlaşılan o ki, onlarla ittifak kuranlar tehlikenin farkında değiller. Cemaat çocuklarımızı alıp götürüyor! Onlarla temas kuran Bosna Hersek’li yetkililerden hiç kimse kimlerle dans ettiğini bilmiyor ve bu nedenle geç olmadan herkesi uyarmak istiyorum.

31 Aralık 2013 Salı

2014'te Hak Yerini Bulsun...

2013'ü geride bırakıp yeni bir yıla başlarken siyaset arenasında yeni bir sayfa açmamız pek mümkün görünmüyor. Sanırım 2013'ün en uzun dönemi Gezi olaylarından sonra Aralık ayı oldu ve 2014 yılı ise bir bütün olarak çok uzun geçecek gibi görünüyor. Yolsuzluk-rüşvet iddiaları ile açılan dava ve bu dava ile sağır sultanların da duyduğu iktidar-cemaat kavgası ve bu kavga etrafında yaşanan kamplaşmalar devam edecek gibi görünüyor. Şu dakikadan sonra iktidar partisinin de, cemaatin de bir adım geri atıp sağlıklı düşünmesini beklemek çok zor. 

Genel olarak her zaman söylediğim şu olmuştur; elbette ABD, İsrail, Avrupa Birliği vs. gol atmak isteyecektir, mühim olan sizin kalecinizin, savunma hattınızın ne kadar sağlam olduğu veya oyunu karşı yarı sahaya yıkıp önde basarak topa hakim olup olmadığınızdır. Sedat Laçiner hocanın İlkeler-Kurumlar başlıklı Star gazetesindeki yazısında eleştirdiği "devlet geleneği" konusu çok önemli. Eğer devlet geleneğiniz varsa ve yasama-yürütme-yargı erkleri vatandaşın gözünde saygı ve güvene sahipse korkacağınız cemaat, cemiyet, örgüt, dış mihrak, faiz lobisi falan olmaz. Sedat Hoca yazısında Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş sürecinde devletin devlet olmaktan çıkarıldığına ve millete karşı bir örgütlenme haline getirildiğine dikkat çekmiş. Kadir Cangızbay'ın kitabına verdiği isim olan "Hiç Kimsenin Cumhuriyeti" ifadesi bu meseleyi özetliyor aslında. Tek tek saymanın manası yok; bu ülkede acısı, dışlanmışlığı, hakir görülmüşlüğü ve egemenlik kayıtsız şartsız milletindir denilerek bütün egemenliği elinden alınmışlığı olmayan bir kimlik var mı?

Küreselleşmenin hayatımızın her alanını kapsadığı şu zaman diliminde etrafınızdaki herkesi düşman ilan etmek bir bakıma kendi kendinize düşman olmaktır. Geçtiğimiz gün yine Star'dan İbrahim Kiras yazısında gelinen noktayı özetleyen şu ifadeleri kullandı: "Darbe sözünü vaktiyle bazı sokak olaylarını tanımlamakta kullanmışsanız, şimdi dört başı mamur bir darbeye bile darbe dedirtmek zor olur". Kiras'a katılmamak mümkün değil. Gezi Parkı olayları maalesef  parti tabanını konsolide etmek ve oyları arttırmak için bir araç haline getirildi ve bağlamından çıkarıldı. Olaylarda aranılan faiz lobisi, dış mihraklar belki de tam olarak bunu istiyorlardı. Meşru iktidarın meşru söylemlerini tüketmek ve yıpranmasına zemin hazırlamak için Gezi parkı organize edildi deseler inanırım ama bu durumu olaylar karşısında aldığı tavır ile bizzat iktidarın yaptığını alenen gördük ve yaşadık. 

Kişi ne yaparsa kendine yapar deriz ve kişinin kendine yapacağı kötülüğü başka hiç kimse yapamaz. Herhalde son genel seçimlerde AK Parti'nin aldığı %50 oy kadar ona zarar veren bir şey olmamıştır. Seçimler gerçekleştiğinde Ahmet Tezcan, AK Parti'nin şimdi daha çok duaya ihtiyacı var mealinde bir yorum yapmıştı. Seçimlerden sonraki süreç bize bunu çok net bir şekilde gösterdi. Gücün yozlaştırdığı ve mutlak gücün mutlaka yozlaştırdığı söylemi de düşünülürse AK Parti'nin büyüdükçe ve desteğini arttırdıkça ihtiyatsız bir hale geldiği açık. Aslında bunun tam aksine içeride ve dışarıda rakiplerinin daha çok dikkatini çekeceğini ve onlara rahatsızlık vereceğini düşünerek çok daha dikkatle ve özenle politikalar gerçekleştirmesi gerekirdi ve gerekiyor. 

Eğer bir değişiklik olmazsa 2014 yılında iki seçim gerçekleştireceğiz. AK Parti'nin bu seçimlerde başarılı olmaması için hiçbir neden yok. Yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve hatta 2015'te gerçekleşecek genel seçimlerde AK Parti tekrar birinci parti olabilir ve yüksek ihtimalle olacaktır. Fakat Gezi Parkı olaylarından beri ısrarla vurgulamaya çalıştığım başka bir şey var. Oyların çoğunluğunu almak, birinci parti olmak ve milletin sevgilisi bir lider olmak ülkeyi yönetmeyi kolaylaştıracak mı yoksa daha mı zor bir hale getirecek? Aslında işin özü çoğunlukçu mu yoksa çoğulcu bir zihniyetle mi ülkeyi yöneteceğiz? Erdoğan liderliğinde ve AK Parti'nin zaferden zafere koştuğu ancak sürekli krizlerle, kamplaşmalarla enerjimizi tükettiğimiz bir ülkemiz mi olacak yoksa yine Erdoğan liderliğinde, AK Parti'nin seçim zaferlerini sürdürdüğü ve kronik nefreti olanlar hariç toplumun çok daha büyük bir kesiminin kendini değerli hissettiği bir ülke mi olacağız. Bence Başbakan Erdoğan'ın ve AK Parti'nin önündeki en önemli sorun budur ve bu aşılmadığı sürece kazanılacak zaferlerin hepsi buruk ve enerjimizi tüketen sonuçlar doğuracaktır. 

Şahsi görüşüm bunu aşmanın çok zor olmadığı yönünde zira Avrupa Birliği ile müzakere sürecini başlatan, 2002'den günümüze Türkiye'yi olumlu manada bambaşka bir çehreye kavuşturan bir isim ve partiden bahsediyoruz. 2010 referandumu ve 2011 genel seçimlerinden sonra duraklayıp, Gezi Parkı ile gerilemeye başlayan demokratikleşme eğiliminin tekrar ivme kazanması bütün sorunlarımızı çözebilir. Hepimiz zaman zaman durağanlıklar, tembellikler, gel-git süreçleri yaşarız ve bundan çıkmanın yolu yine kendimize dönüp, öz eleştiri yapmakla mümkün olur. Evet dışarıda da, içeride de AK Parti düşmanları, Erdoğan'dan nefret edenler olabilir ve vardır, peki ya AK Parti'nin içerisinde veya Erdoğan'ın kendisinde hiç hata yok mudur? Tüm negatif göstergelere rağmen ben şahsen Başbakan Erdoğan'ın bu öz eleştiriyi yapabileceğine inanıyorum veya buna inanmak istiyorum.

2013 yılında olması gerekenden uzun aylar, haftalar, günler, saatler ve dakikalar yaşadık. Yazının başında da söylediğim gibi Gezi Parkı olayları ve en son Yolsuzluk-Rüşvet iddiaları hakkındaki gelişmeleri takip ederken zaman zaman "reklam arası" bekler hale geldik, tuvalete çıkamadık. İktidar da muhalefet de ve hatta dünya da bu süreçlerde epey yoruldu. Türkiye eskisi gibi yaşadığı krizleri kendine matuf bir ülke değil. Bu süreçlerde farklı ülkelerden bir çok arkadaş sorularını ve düşüncelerini içeren bir çok mesaj gönderdi mesela. 

Krizlerle yorgun düştük, birbirimize diş biledik ve bazen tamiri mümkün olmayan olaylar oldu. Gezi Parkı olayları sürecinde hayatını kaybedenleri ve onarımı mümkün olmayan yaralanmalar yaşayanları unutmayacağız. Fakat hepimizin umutlu olmasında fayda var. Dünyada insan haklarının, demokrasinin gelişmesi sürecinde büyük badireler atlatıldı, büyük kayıplar yaşandı. Daha geçtiğimiz günlerde Nelson Mandela'ya "huzur içinde uyu" derken "apartheid rejimi" ile ilgili zihnimizi tazeledik. ABD'de çok değil daha 50-60 yıl öncesinde siyahlar büyük bir ayrımcılığa maruz kalıyordu. 

Türkiye'nin demokratikleşme karnesine bakarsak ancak henüz başörtülü vekillerimiz olduğunu, Kürt kimliğini tanımaya başladığımızı, askerliği memleketin en önemli meselesi olmaktan yeni yeni çıkardığımızı, kendine güvenen, ifade yeteneği olan, dünya ile bağ kurmuş nesillerimizin ancak yetiştiğini görmemiz gerekiyor. Eksikler çok, o yüzden kavgalarımız, krizlerimiz var. 2013'te yaşadığımız her krizin olumlu geri dönüşü olacak elbet, yolsuzluk-rüşvet konularından muhafazakarların muaf olmadığını, daha çok demokrasiye ihtiyacımız olduğunu, yerelleşmenin önemini, kent hayatını, mimariyi, kızlı-erkekli meseleleri ve daha bir çok şeyi aşmamız ancak tartışmakla mümkündü. 

Tartıştık, kavga ettik, yorulduk. İnşallah 2014'te hasat olsun. Daha çok kavgamız, tartışmamız olacak elbette, onlarla ilgili de temennimiz seviyeli olsun ve hak yerini bulsun. Hep birlikte daha yaşanılabilir bir ülkeyi inşa etmeye devam etmek, herkesin politika yapım süreçlerine farklı vesilelerle katılması dileğiyle... Yeni yılınız sağlık, başarı ve mutluluk getirsin. #2014tehakyerinibulsun 

Herkes evine dönsün, türkü dinlesin, çay demlesin, muhabbet eylesin. Sretna Nova Godina! =)




29 Aralık 2013 Pazar

Nerede "hata" yapıldı? 17 Aralık Süreci -3-

"Yolsuzluğu yargıya müdahale ile örtüyorlar" harika bir argüman. "Yolsuzluk" bu milletin kaldıramayacağı bir şey ve "yargı" ise Ergenekon, Balyoz, KCK, Hrant Dink, 28 Şubat davaları süreçlerinde herkesin canını sıkarken hükümet tarafından pek eleştiriye matuf olabilmiş bir alan değil. Kısacası düne kadar "harika yargı" bugün iş "yolsuzluğa" gelince darbe yapar hale mi geldi sorusunun oluşması çok normal. Başbakan Erdoğan'ın İlker Başbuğ'un tutuklanması konusundaki somut çıkışı ve bazı AK Parti mensuplarının diğer davalara ilişkin cılız eleştirileri dışında hükumet kanadının yargıya hep sahip çıktığı ve güvendiği aşikar.

İşte tam da bu noktada hata yapıldığını kabul etmek durumundayız. Hani güvendiği dağlara kar yağmak deyimi var ya, işte bugün onun boşa söylenmediğini açıkça görmekteyiz. Başbakan ve ekibinin Türkiye'nin başını en çok ağrıtan askeri vesayeti geriletme mücadelesinde "cesur" hareket eden yargı mensuplarından bugün şikayet ediyor olmasının temel sebebi yolsuzluklarla mücadele ediyor olmaları değil, yolsuzlukla mücadele üzerinden siyaseti kuşatmaları. Aslında AK Parti'nin siyasete bakışında zerre sapma yok. Çünkü siyaseti önceleyen, her türlü vesayeti reddeden tutum bugün de devam ediyor. Ancak yapılan bir hatayı da hepimizin kabul etmesi gerekiyor; hata yargının rolünü iyi tespit edememiş olmak ve siyasallaşmasına müsaade etmemizdi. Zamanında Ergenekon davasında Deniz Baykal "avukat", Başbakan Erdoğan ise "savcı" oluvermişti. Bugün de bazı savcıların ana muhalefet rolüne bürünmesi veya iktidara talip olmasını elbette doğru bulmuyorum ama yadırgamamak gerektiğine de inanıyorum.

Yargının siyasallaşması aynı zamanda taraflı hale gelmesi anlamına geliyor. Taraflı olan yargının da bağımsız bir duruşa sahip olduğunu söylememiz mümkün değil. Bir savcının adliye önünde bildiri dağıtması, 3 ayrı soruşturmanın bir araya getirilmesi ve medyaya bilgilerin "sızıntı" şeklinde verilmesi bağımsız ve tarafsız bir yargının işi olabilir mi? Bugün haklı olarak Ergenekon ve Balyoz davalarında sızan bilgiler ne olacak diye soruluyor. İşte tam da bu noktada hata edildiğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Yolsuzluk soruşturmasında masumiyet karinesi çiğnendi derken dünün davalarında da masumiyet karinesinin çiğnendiğini unutmamamız gerekiyor. Buradan Ergenekon ve Balyoz davalarının içinin boş olduğunu, darbe planı iddialarının Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kurulmuş bir komplo olduğunu düşündüğüm sonucu çıkarılmasın. Bir önceki yazıda yolsuzluk iddialarının da tamamen bir komplo ve içi boş meseleler olduğuna inanmadığımı da söylemiştim. Nasıl ki Ergenekon ve Balyoz davalarının esas olarak doğruluğuna inanıyorsam, yolsuzluk iddialarının da esas olarak doğru olabilme ihtimali olduğunu söylüyorum. Ancak her iki hadisede de usul olarak sorunlar olduğunu görmemiz gerekiyor. Peki sorun nerede? Sorun, Ergenekon ve Balyoz ile askeri vesayeti geriletiyor olduğumuz için usule çok dikkat etmememiz. Çünkü bugün yolsuzluk operasyonları ile vesayet oluşturma girişimini fark edip usule karşı sert bir duruş sergiliyorsak dün de bu usul problemlerine karşı daha dikkatli olmalıydık. Daha önce de söyledik bir musibet bin nasihatten iyidir, o halde şimdi bu eski davalara ilişkin usul problemlerine de tekrar bakmak, bir çok konuyu tekrardan ele almak icap ediyor. Fakat buradan da Ergenekon ve Balyoz düzmece davalardı sonucu çıkmıyor ve çıkarılmamalı. Aynı şekilde yargı vesayeti oluşmasın, seçilmişlere operasyon yapılmasın derken de yolsuzluk iddialarını da sümen altı etmemek, üzerine ivedilikle gitmek icap ediyor.

Türkiye'nin askeri darbeler sebebiyle neler kaybettiği hepimizin malumu. Bugün askeri darbeler tarihini kapattık derken yargı darbelerine imkan verecek bir duruma sürüklenmemek için toz-duman ortadan kalktıktan sonra yeni anayasa konusuna ciddiyetle eğilmemiz gerekiyor. Sürekli başımıza iş açtığı düşünülen "yetmez ama evet" sürecinin bugün hakikatten başımıza iş açtığı ortada. Mezarlardan ölüleri dahi çıkarıp "evet" oyu kullanmak isteyenlerin "askeri vesayeti" geriletmek kılıfı altında yargıya "sızıntı" yaptıkları aşikar. Sakın ha bütün bir camiayı hedef aldığım düşünülmesin. Başından beri camianın veya cemaatin içinde "sızıntı" olduğuna inanıyorum. Bundan sonra yapılması gereken ise sızıntılara fırsat vermeyecek sağlam bir sistemin, yani "yetmez ama evet" dediğimizin "yetmez" kısmın ivedilikle tamamlanmasıdır ve o da hepimizin malumu olan yeni bir anayasadır. Unutmamak gerekiyor ki ülkemizde hiçbir cumhurbaşkanlığı seçimi sorunsuz geçmemiştir. En son cumhurbaşkanımızı 367 rezaletinden sonra seçtiğimizi hepimiz hatırlamalıyız. Erdoğan'ı sevmek ya da sevmemek herkesin kendi takdirindedir ancak milletin seçeceği cumhurbaşkanı Erdoğan olmasın diyenlerin yapması gereken karşısına seçmek istedikleri adayı çıkarmaktır. Bunları ne için söylüyorum; Erdoğan'a yönelik istifa sloganlarını meşru görmekle birlikte farklı mecraları kullanarak onun aday olmasını engelleme telaşında olanların da 17 Aralık sürecinden ayrı düşünülmemesi gerektiğine inanıyorum. Şu satırları yazan fakirin de Erdoğan'a karşı olduğu alanlar var ve defalarca da yazdı. Kızlı-erkekli konusu olsun, Kürtaj konusu olsun, Gezi olayları sürecindeki üslup ve yaklaşım olsun, Uludere ve Şike meseleleri de dahil olmak üzere muhalif duruşumu hep korudum. Bugün de yolsuzluk yaptığı iddia edilenleri savunacak, onlara kefil olacak değilim. Ama başından beri söylüyorum; pireye kızıp yorganı yakmak, hırsıza kızıp evi ateşe vermek ve vatandaşı olmaktan onur duyduğum ülkemde siyasete, seçilmişlere operasyon yapılmasına göz yummak mümkün değil. Unutmamak lazım; duranlar değil yürüyenler hata yapar. AK Parti hükümeti, mensupları da çok hata yapmıştır, o hataların hesabını hep birlikte soralım ancak hesap soramayacağımız iktidarların oluşmasına müsaade etmeyelim. Son not olarak ifade etmek isterim; Türkçe olimpiyatlarını izlerken hep gözlerim dolmuştur, dünyanın dört bir yanında Türk okullarının açılmasından iftiharla bahsetmişimdir ve camia-cemaat içerisinde kendini Türkiye'ye hizmete adamış çok insan tanımışımdır. Bugün yazdıklarımla da hiçbirinin gönlünü kırmak, emeklerini hakir görmek istemem. Ama onlardan da cemaat içerisinden veya cemaati kullanarak ülkemize zarar verilmek istendiğini görmelerini istirham ederim.